Babel Fish
14 Aralık 2007 Cuma, 01:17
Yabancı dil çok enteresan işliyor beyinde. Fransızca kursuna giderken takıldığımda aklıma hep düşündüğüm şeyin İngilizcesi gelirdi, Türkçesi değil. Denize düşen yılana sarılır gibi bir şey herhalde.. Burada hiçbir şeyden endişe etmemi gerektirmeyecek kadar İngilizce biliyorum, bu son derece rahatlatıcı. (Sadece ilk geldiğim gün Çinli bir çocuğa "Çok teşekkür ederim." dedim, alışkanlık tabii.) Gün içinde -Emre gibi- sürekli İngilizce iletişim kurmuyorum kimseyle. Zaten "hello, how much, thank you, bye bye" dan fazlasına ihtiyacım olmadı şimdiye kadar. Ama; Emre'yle konuşurken bir sürü kelimenin Türkçesini hatırlayamayıp, "Buna register olmak obligatory miymiş?" gibi züppe cümleler kurabiliyorum. Marketten aldığımız paketlerde hiç İngilizce açıklama olmuyor, eğer Belçika malıysa üç kuruşluk Fransızcam iş görüyor ama genellikle emin olamayıp bir de çok sevgili Google Translate'e başvuruyoruz. Peki şimdi bu ne (akıldan konuşma):
-Sirke alsak.
-Nasıl bulacağız? (Aceto!)
-İngilizcesine benziyor mudur acaba Hollandacası?
-İngilizcesi neydi? (Aceto!)
-Neydi neydi? (Aceto!)
-Ay hatırlayamıyorum bir türlü! (Aceto!)
Aceto ne peki? Sirkenin İtalyancası! Yani nasıl oluyor da bundan taa dokuz sene önce üç kur gittiğim kurstan 'sirke'yi hatırlıyorum? Adımı söylemeyi bile bilmiyorum ki.. (Sadece mercimek köftesi demeyi bildiğimi sanıyordum, o da nedense beynime işlemiş.) Acaba farkında olmadığım daha neler biliyorum? Çok ilginç, çok..
[Bır bır bır] [Delft'te] | Gönderen: nergis | Yorumlar (0)
|
16. Gün
2 Aralık 2007 Pazar, 23:59
Gelişimin 16. gününde çok yağmur yağdı. Yine de iki kere dışarı çıktık. Birinde çok ıslandık. Avokadonun sebze olduğunu öğrendik ve bir daha yememeye karar verdik. Türk pizzacıdan pizza aldık. Nihayet fırını temizledim. Şu an parmaklarımın bazılarını tuşlara basmak için bile kullanamıyorum ama temiz iş oldu. Ayrıca çamaşır suyu maceramın aksine, 'Biotel' beni hiç uğraştırmadı, öylece karşıma çıktı!
Gelelim sebzelerin faydalarına: Bunlar pazardan aldığım havuç ve marketten aldığım salatalık. Yanlarındaki ölçü mankeni de normal boyutlarda bir kivi. (Aynı kivi)
Havuçların bir de parmağım büyüklüğünde olup iki metrelik yapraklarıyla (bitkisiyle mi demeliyim?) birlikte satılanları var. Salatalıklarsa hep böyle. Mevsimi değil diye almıyorum ben aslında ama buraya bir çok şey dışardan geliyor anladığım kadarıyla. Mevsimi olan bir yerden geliyordur belki de. Geçen gün yeşil soğan aldık, Mısır'dan gelmiş! Yazık soğan nasıl gelmiş o kadar yolu. Biz de bakarız "Ayaş domatesi yok mu?" diye. Burda pirinç Tayland'dan, narenciye İspanya'dan, makarnalar İtalya'dan geliyor. Yani, her gün görüyorum bizim Türkiyemiz nasıl da her mevsimin yaşandığı, her nimetin yetiştiği medeniyetlerin beşiği ve Asya ile Avrupa arasında bir köprü.
[Bır bır bır] [Delft'te] | Gönderen: nergis | Yorumlar (0)
|
Ayşegül Markette
24 Kasım 2007 Cumartesi, 17:02
Markete her gidişimizde bir sürü şeye şaşırıyorum. O koca marketten et, peynir ve ekmek reyonlarını çıkar, geriye hiç bir şey kalmaz! Bir de hazır yemek tabii. Bakliyat yok mesela, (yani yok derken, belki de ben bulamıyorum, ne de olsa acemisiyim buraların hala) bir paket kırmızı mercimek buldum da Türk malı pul biberlerin yanında, gözlerim büyüdü, hemen attım sepete. Bulgur yoktur belki ama nohut, fasulye olmadan olur mu? Bu kadar et boş yenir mi? Haydi eti öylece tavada pişirdin diyelim, yanına mis gibi bir pilav, olmadı makarna yakışmaz mı? Ekmekle yiyorlar herhalde, ya da patates filan var çeşit çeşit hazırlanmış, onları garnitür yapıyorlar. Hollandalı biri bizi akşam yemeğine çağırana kadar bilemeyeceğiz.. Yani muhtemelen hiç bilemeyeceğiz.
Ankara'da tutturmuştum yemek taşımaya gerek yok, ancak ağırlık yapıyor, orada vardır her şey diye ama yine de bir torba tarhanayla bir torba erişte getirmiştim. Tarhana çocuklu mutfağın hayat kurtarıcısı zaten de, erişte olmasa da olur sanmıştım. Nereden bileyim makarnaya rağbet olmadığını? Şehriye filan demiyorum, makarna yemez mi Holandalı çocuklar? Neyse, bugün bir İtalya köşesi bulduk da, (ayıptır söylemesi 1.72 YTL'ye -habire çarpıyorum, habire çarpıyorum!) bir paket bildiğimiz makarna alabildik. (Sonradan uğradığımız Türk bakkalda da bulgur ve şehriye gördüm neyse ki. Ve çay bardağı. Ve Türkçe kasetler. Neyse bu ayrı bir yazı olur...)
Bir de miktarlar çok az. Biz unu şekeri neredeyse çuvalla almaz mıyız? Abartmayayım çuval diye ama ben bile 5 kiloluk un alıyordum eve. Bütün poğaça ve kurabiye tarifleri 5 bardak un diye başlar. (Aslında aldığı kadar, kulak memesi kıvamı filan derler ama o tarifler hep 5 bardak civarında alır!) Bula bula küçücük bir paket bulduk, 1 kiloluk. Pasta börek vermiyorlar herhalde misafire. E, bunu da biri bizi çaya (değil tabii, kahveye) çağırana kadar bilemeyeceğiz. Bkz. ilk paragrafın sonu. Aynı şekilde çamaşır deterjanı aldık minnacık bir kutu. İçinden 15 yıkamalık tablet çıkıyor. Yumuşatıcı da öyle, yarım litre midir nedir, çocuk oyuncağı gibi! Nerdee benim memleketimin 10 kiloluk deterjana yapışık 8 litrelik yumuşatıcıları..
Ben şaşırıyorum da, burdan biri Türkiye'ye gitse daha çok şaşırır herhalde. Bir de üstüne aç kalır! E, bizimki daha iyi, Türkiye'de Holanda bakkalı ne arasın!
[Bır bır bır] [Delft'te] | Gönderen: nergis | Yorumlar (4)
|
Facebook Fenomeni
1 Kasım 2007 Perşembe, 23:48
Aklına güzel bir fikir geliyor, uğraşıp yapıyorsun, günlerce kod yazıyorsun (nasıl biliyorum ama?), e güzel bir şey çıkıyor ortaya. Çok tutuluyor, hatta dünya çapında bir proje oluyor. O kadar başarılı oluyor ki, camianın en zengin adamı projenin az bir kısmına dünnyanın parasını veriyor ve birdenbire çok zengin oluyorsun. Gazeteler hep seni yazıyor, her yerde fotoğrafların çıkıyor. Tamam, belki uyumadığın bütün zamanları bilgisayar karşısında geçiriyorsun ama o terlikler ne öyle Allah aşkına? Tuvalet terliği gibi. Komple paçoz da değil, beyaz tişört - kot pantolon klasiği. Pozlar da poz; ayakta eller cepte, oturup dizlerini tutmuş filan ama gördüğüm bütün fotoğraflarında aynı terlikleri giymiş. Adidas olması bir şey değiştirmiyor. Bizim eski evin tuvaletinde de vardı, onların üstünde de Abidos yazıyordu. Aynısıydı Mark Zuckerberg'inkilerin!
Bu arada profilinin gizli oluşu, öyle olması gerektiğini mi gösteriyor acaba? Yani sahibi öyle yaptığına göre biz niye açılıp saçılıyoruz ki cümle aleme? Yoksa sadece eski sevgilisi bulamasin diye mi? Bu arada 535 arkadaş da -bilemiyorum ama- pek inandırıcı gelmedi.
Bir de, dostluk başka, alışveriş başka tabii, Bill Gates'in 123 arkadaşından biri değil. Gerçi, searchten çıkan Bill Gates'in gerçek olmadığı düşünülebilir ama insan kullanmadığı bir şeye o kadar para verir mi?
Zenginin malı züğürdün çenesini yoruyor gerçekten de..
[Bır bır bır] | Gönderen: nergis | Yorumlar (2)
|
Yıllar Sonra Yeniden
30 Ekim 2007 Salı, 01:01
Seni düşündüm dün akşam yine
Sonsuz bir umut doldu içime
Bir de kendimi düşündüm sonra
Bir garip duygu çöktü omzuma
Hani ıssız bir yoldan geçerken
Hani bir korku duyar da insan
Hani bir şarkı söyler içinden
İşte öyle bir şey...
Hani eski bir resme bakarken
Hani yılları sayar da insan
Hani gözleri dolar ya birden
İşte öyle bir şey...
Seni düşündüm dün akşam yine
Sonsuz bir huzur doldu kalbime
Bir de kendimi düşündüm sonra
Bir garip duygu çöktü omzuma
Hani yıldızlar yanıp sönerken
Hani bir yıldız kayar ve insan
Hani bir telaş duyar ya birden
İşte öyle bir şey...
Hani bir yağmur yağar da bazen
Hani gök gürler ya arkasından
Hani şimşekler çakar peşinden
İşte öyle bir şey...
[Bır bır bır] | Gönderen: nergis | Yorumlar (0)
|