Bir saniye. EST, ardından da IPod'um beni aynı anda fişekleme kararı aldılar. Bu kadar mükemmel zamanlama olur. İlk önce biraz kendime gelmem lazım.
EST'nin ilgili blog girişinden başlayalım. Hasan Safkan. Daha önceden duymadığım bir isim. Beni tanıyanlara şaşırtıcı gelmeyecektir, sadece trajik biten yalnız yolculuk hikayeleri var aklımda. Çevrem gereği. Trajik hikaye tanıdıklarının toplanma mekanı. Detaya inmeye gerek yok ama ruh halimin anlaşılabilirliği açısından şöyle bir benzetme fena olmayacak: Bir Hitchcock filminde, ıssız bir evde, arka planda Bernard Herrmann'ın murder'ı çalıyorken duşa girmekle tek başına seyahat benim için uzun süre benzer durumlar oldu. Ha, yapmadım mı, yaptım, hem de bolca, sonuçta filmde o duştan kaçış yok, ama herhalde bu gezilerimde Cevat Kelle beni görse kendini çıplak hissederdi.
Daha sonra başıma bir şeyler geldi. Akabinde çok umursamamaya başladım. Bu da gerilim filmi misali adrenalin dolu tek başına yolculuklarımın sonu oldu.
Bitmez olaymış. Bu sefer hüzün tarafı bastırdı, en nefret ettiğim şey, aşil topuğum, hiç beceremem, dolayısı ile teslim bayrağını göndere çektim.
Uzun süre gönderde beyaz bayrak, evcimen bir hayatım oldu.
Eh, hoşunuza giden birşeyi yapmamak bünyede basınç sebebi. Bazı yerlere gitmek istiyorum, ama etrafımda bu yerlere benimle gidecek insan bulamıyorum, eee, yalnız seyahat hüzünlü, ne yapalım, otur oturduğun yerde, aptal kafam, ancak çok sonradan bu yerlere gidememenin yalnız gitmekten daha da hüzünlü olduğu kafama dank etti. Madem adam yok ortada, iş başa düşecek, ne yapalım?
Bu girişte Belçika'da başladığım bisikletim ve ben projesinden kareler görüyorsunuz. Tam boylarını da yükledim, öyle detaylı detaylı bakmak istersiniz belki diye. Videolar falan da var, ama o da başka zamana artık. Bisiklet kullanmayı geç yaşta öğrendim. Sanıyorum Lise 1 falandı. Babamın bana verdiği frenleri çalışmayan paslı bir bisiklette, iş yerinin park yerinde, tek başına, kafayı gözü yara yara. En zevklisi! Frenleri çalışmayan bisiklette en iyi öğrendiğiniz şey gerektiğinde bisikletten kendinizi nasıl atmanız gerektiği. Bu daha sonra İtalya'da en az iki kere hayatımı kurtardı.
İtalya demişken, bu bisiklet sevdam aslında Trieste'de başladı. Öyle alakasız bir sebepten bir spor mağazasına gitmiştim. İri boy trekking bisikletleri getirmişler, ama çok iri olduğundan satamamışlar. %50 indirim vardı. Ne gerek var canım dedim, çıktım, ertesi öğlen gittim ve bisikleti aldım.
Ne kadar güzel bir bisikletti o, hala arıyorum, Belçika'ya kaybettiğim güzel şeylerden biri. Hırsızların memleketi işte. Neyse konumuza dönelim.
Yazın bir sabah, "Niye işe bisikletle gitmiyorum ki?" diye bir düşünce geldi aklıma. Trieste'nin tepelerine doğru Via Commerciale 148/6 numaralı çok çok güzel bir evde kalıyordum o sıralar. Panoromik deniz manzarası, sağlı sollu meyve ağaçları falan. Filmlerdeki gibi. Atladım bisiklete, saldım kendimi tepeden aşşağıya.
O günden sonra bütün yaz rutinim sabah terastan güneş ışığının yüzüme vurmasıyla kalkma, 25 km kadar bisiklet, deniz kıyısında kahvaltı, iş yerine terli gitmemek adına (yerseniz) Alman turistlerle deniz keyfi, (neden, sabahın o saatinde bir tek almanlar denizde, italyanlar uyumakla meşgul, fahri alman ilan edilmiştim plajda), öğlen yine deniz, ve akşam gün batışına doğru eve dönüş şeklinde oldu. Ayrılmama yakındı sanırım, Nabil'in kulağına bu alışkanlığım bir şekil gitmiş olacak, bu hafta sonunu boş bırak, sana birşey göstereceğim dedi ve beni Trieste-Slovenya sınırında uzun soluklu bir tura çıkardı. Çiftlik evleri. Mükemmel bir doğa. Sabah 8 de başladık, akşam 18:00 gibi eve dönmüştüm. İki gün epey acı çektim, ama o kadar değdi ki, anlatamam Yanıma fotoğraf makinemi almadığıma şu gün bile pişmanım.
Liege'deki durum Trieste kadar bisiklet dostu sayılmaz. Yine de bir şekilde bisikleti gündelik hayatıma sokmayı başarmıştım ki... Bisikletimi çaldılar! Güpegündüz, kalabalık ve işlek bir caddede, direğe kilitliyken hem de! Onca insanın ve güvenlik görevlisinin önünde kilidi kes, kimsenin umurunda olmasın... Biraz idare ettim, ama baktım olacak gibi değil, baktım internetten bisiklet satan mağazalara, atladım trene, Maastricht'ten kendime resimde gördüğünüz bisikleti aldım. Eskisi gibi trekking tipi değil ama şehir/yarış/trekking hibriti bir "opafiet". Çok hafif, ve oldukça kaliteli. Özellikle ön çatalın hafifliğine alışamadığımdan önceki bisikletime göre biraz vahşi geldiği oluyor, öyle çok atraksiyonlara giremiyorum o yüzden, ama eskisine göre çok daha kullanışlı ve kendini kısa sürede sevdirdi.
Belçika'nın gizli hazinesi RAVel'ler. Bisikleti Maastricht'ten alıp Liege'e bisikletle dönerken RAVel 1'in birazını keşfettim ilk önce. Daha sonra fotoğraf makinemin eşliğinde bir tur daha yaptım. O kadar hoşuma gitti ki! Tabi yine etrafımdaki insanları ikna etmeye çalıştım, gelin bakın, böyle birşey var, çok güzel, hatta Turizm bürosu bunu yaygınlaştırmak için günlüğü 10 Eur'a güzel trekking bisikletleri kiralıyor diye. Beceremedim. Ne yapalım, kendileri bilirler. Bu yaz kesin bu RAVel 2 ve 4'ü daha sonra da alt yolları keşfetmeye çıkacağım.
(Dipnot: gördüğünüz o koca sele altı alet çantasını sorarsanız, Cevat Kelle modumdan kalıntı olarak zincir makası bile taşıyorum )
(Dipnot2: bir katalogumda da bisiklet yerine insan fotoğrafları var, Mariliyn Monroe'nun lafındaki gibi başkasıyla yalnız olmak tek başına yalnız olmaktan daha zor )
Zaten bu işin doğasının böyle olduğunu çoktandır keşfetmiştim de, John Berger/Jean Mohr 'un anlatı-kolleksiyonuna göz gezdirirken artık bu yazıyı yazmak artık kaçınılmaz oldu.
Bugün buraya bir dizi fotoğraf ekleyeceğim. Solda ilkini görüyorsunuz.
Bu yazıyı kim okuyacak bilmiyorum. Hatta birisi okuyacak mı, onu bile bilmiyorum.
Ama yine de merak ettiğim soru gereği birisinin gözüne çarptığını varsayacağım.
Üstüne bir de sizi tanımadığımı varsayacağım, ki kuvvetle muhtemel öyledir. Var ile yok arasında gidip gelme dışında da öyle pek bir huyunuzu suyunuzu çözebilmiş değilim. Yani karşımda felsefecileri, sosyal bilimcileri ve özellikle de istatistikçileri zevkten ağlatacak bir anonimlikle duruyorsunuz.
Soru şu: Bay mükemmel üçüncü şahıs : fotoğraflarıma bakınca ne görüyorsun?
Belki gemiler yüzünden aklına yolculukla ilgili bir hikaye düşer, veya gün batımı, liman ve hareketsiz gemiler "mutlu son" gibi çağrışımlar yapıyordur.
Belki de hiç beklemediğim, aklımın ucundan bile geçmeyecek şeyler geçiyordur aklından. Kaç kere başıma geldi. (The Doors, nerdesin? Aradan giriver)
Yorumların akışkan bir doğası var gördüğüm kadarıyla, çeken kimmiş, hangi nedenle bu fotoğrafa bakıyorum, hangi ortamdayım vb. fotoğrafı görmeden çok daha önce hikayesinin "giriş" kısmını yazıyor aslında. Buyrun size biraz benim fotoğrafların giriş kısmını anlatayım.
Sanatsal kaygılarla fotoğraf çekmiyorum, gerçi birisi gelirde "şu fotoğrafın ne çok entel/dantel/sanatolojik olmuş" derse hoşuma gider, hatta bir telif hakkı istemeden gazetelerde bile basılmasına ses çıkarmam. Gerçi itiraf etmem lazım büyük olasılıkla kaza sonucudur o kare. Fotoğrafçı sayılmam pek. Ortalamanın biraz üstünde iyi bir makinem var o kadar.
Tembellik aslında benim yaptığım şey. Hissettiğim bir şeyi veya yaşadığım ilginç gelen bir olayı "gördüğüm şekliyle" kaydetmeye çalışıyorum. Yazmak konusunda iyi olduğum söylenemez, fotoğraflar bu iş için daha kullanışlı geliyor. İyi bir makine bu işe yarıyor işte. Sanatsal fotoğraf için Ara Güler'in dediğine göre pek de gerekmiyormuş.
Merak ettiyseniz ilk fotoğrafı Trieste'deki balkonumdan çektim. Yağmur ve fırtınalı uzun bir haftadan sonra bulutlar açılmaya başlamış. Gökyüzünü uzun bir aradan sonra ilk görüşüm. Muhteşem bir gün batışı, ve yarın emin olabilirsiniz dünyanın çok nadir yerinde görebileceğiniz kadar güzel bir gün olacak. Bisikletim deniz ve ben. Yarın için sabırsızlanıyorum.
Gördüğünüz gibi bir fotoğraf çekerken çektiğim karenin "evrensel" anlamından çok, o anı bana en çok ne hatırlatabilir ona odaklanıyorum. Dolayısı ile çektiğim fotoğrafların benim anılarım olmadan pek bir anlamı olmaması lazım. Öyle olmuyor ama. Anımda bir hikaye sonuçta. Herkes isterse kendinine has başka bir hikaye yaratmakta serbest. Buna engel olamam. Fotoğrafı mı ben aklımdaki hikayeye göre çektim, fotoğraf çekmem mi hikayeyi kafamda oluşturmamı sağladı, bazen ben bile emin olamıyorum. Üstelik etrafımda kahve lekelerini bile ne ilginç hikayelere çevirenler var. Hele bir de o veya bu şekilde çektiğim fotoğrafların Sanat memat veya dünyayı (kendinden) kurtarma çabaları içinde çektiğim varsayılırsa, oo-off!
Burdan alalım o zaman: Yandaki fotoğrafta bu biraz zor sanki, sanki bir restoranın menüsü için çekilmiş izlenimi veriyor değil mi?.
Dikkatli bakarsanız, belki biraz da hayal gücüyle, pizzanın sahibinin tereddütünü sezebilirsiniz. Çatal ve bıçağı pizzanın üzerinde, konumlarından belli ki düşünceleri pizzaya odaklanmış, ama çatal ve bıçak haraketsiz.
Bu bizim tiyatro grubumuzun ilk sahne sonrası yemeği. Başrollerden birinde Somali'li bir arkadaş vardı, uzun süredir İtalya'da ama hiç pizza yememiş. Israrlarımızı kırmadı ve bir pizza aldı. Geldiğinde suratının aldığı hali görmeliydiniz. Mantar ve Peynir pek hoş karşılanan gıdalar değilmiş oralarda. Peynir'in çinliler tarafından "çürümüş süt" olarak algılandığını öğrenmiştim ama, mantarı ilk defa duyuyorum. Kibarca, İtalyan arkadaşları kırmamak için ucundan biraz kemirdi, ama pizzanın tamamına yakını geri gitti.
Fotoğraf çekerken ve akabinde kendimce oluşturduğum deneyimlerimden kaynaklanan bazı kurallarım var. Bu kurallardan biri buraya kişi fotoğrafları koymamı engelliyor. Aslında çektiğim fotoğraflardan hiç paylaşmadıklarım nadirdir, ve genelde teknik sebeplerden kaynaklanır, ama fotoğrafın içinde olmayan birine, fotoğraftakilerin izni olmadan o fotoğrafı göstermemeye çalışırım. Bu kuralı gerçekten -gerçekten- çok önemsiyorum. Ne yazık ki fotoğraflarımın çoğunda insanlar var, arkadaşlarım genelde, ve bunları muhtemelen asla göremeyeceksiniz, en azından benim elimden değil. Buna üzülüyor muyum, evet, bir fotoğraf karesinde bir insan yüzünden daha net hikaye anlatabilecek bir şeye henüz rastlamadım.
Bu soldaki fotoğraf size neyi çağrıştırdı? Yolculuk? Yalnızlık? Korku? Beklenti?
Bu Venedik Trieste arası çalışan normal trenlerden birinin vagonu, bizim hızlı trene tekabül ediyor. Oldukça boş olduğuna baklırsa Trieste yönündeyim herhalde. Gece oluyor, herhalde Venedik'ten dönüyorum. Elimde fotoğraf makinem olduğuna göre ya bir seyahatten dönmüşüm, ya da Venedik'te bir şey vardı. Fotoğraf "yalnızlık" kolleksiyonuna ait. Böyle bir dizi fotoğrafım var, boş trenler, boş odalar, boş sokaklar. Genel olarak insanlar ve hatta kalabalıklar için yapılmış mekanların boş halleri. Bazen uzunca bekleyipte yakaladığım, bazen de çok acayip saatlerde dolaşmaya çıkıp çektiğim fotoğraflar. Başta güzel binalar, pastoral meydanlarla başlıyor, giderek depresifleşiyor. Geçmişten gelen bir uyarı. Ben, yalnızlık, ve ilişkilerim üzerine. Bazı şeyleri merak etmemelimiydim acaba...
Görünüş olarak pek belli etmese de en fırtınalı anlarımdan birine denk gelen bir fotoğrafla bitirelim. Hikayesi bana kalsın. Siz dağlar bulutlar ve göl görün.
Emre beyin bana attığı e-posta'ya atfen. (Evet, işe yaradı, yazıyorum birşeyler işte)
Bu 2005 yılında çekilmiş. Saçlarımın kısa hali, berber müessesesine olan antipatim daha kısa olmasına çok nadir izin verdi. Durup da poz verdiğime göre ya bir şekilde bir süre öncesine göre daha karizmatik olduğumu düşünüyorum, ya da çektiğim fotoğrafların intikamının alınmasına sessizce katlanıyorum. Saçlarımın haline bakarsak ikincisi.
Yine 2005 yılından bir foto. Karizmatiklik denemesi yapmışım, ama suratımdaki ifade fotoğraftan kaçmaya çalışırken yakalandığımın kanıtı. Yandaki konu mankenleri Ferda (ablam) ve Rana (kızı) oluyor.
2006 yılından bir fotoğraf. Yaz tatili herhalde. Bütün o yüzmenin ve dolu dolu egzersizi fotoğraf karesine sığdırmaya çalışmışım
Bu da 2007 yılında Eymir'de. Çocuklar gibi şendim Konu mankenimiz Ece oluyor. Belli ki fotoğraf çekildiğinden habersizim.
Bu da 2009 yılında Belçika'da karizmatik poz verme denemem.
Efendim, kendimle ilgili projelerimden birisi kapsamında Facebook'ta takılmaya başladım. Bir nevi Twitter modunda eğleniyorum kendi çapımda. Merak edeni beklerim.