Bisikletim ve ben projesi
6 Aralık 2011 Salı, 22:03
Bir saniye. EST, ardından da IPod'um beni aynı anda fişekleme kararı aldılar. Bu kadar mükemmel zamanlama olur. İlk önce biraz kendime gelmem lazım.
EST'nin ilgili blog girişinden başlayalım. Hasan Safkan. Daha önceden duymadığım bir isim. Beni tanıyanlara şaşırtıcı gelmeyecektir, sadece trajik biten yalnız yolculuk hikayeleri var aklımda. Çevrem gereği. Trajik hikaye tanıdıklarının toplanma mekanı. Detaya inmeye gerek yok ama ruh halimin anlaşılabilirliği açısından şöyle bir benzetme fena olmayacak: Bir Hitchcock filminde, ıssız bir evde, arka planda Bernard Herrmann'ın murder'ı çalıyorken duşa girmekle tek başına seyahat benim için uzun süre benzer durumlar oldu. Ha, yapmadım mı, yaptım, hem de bolca, sonuçta filmde o duştan kaçış yok, ama herhalde bu gezilerimde Cevat Kelle beni görse kendini çıplak hissederdi.
Daha sonra başıma bir şeyler geldi. Akabinde çok umursamamaya başladım. Bu da gerilim filmi misali adrenalin dolu tek başına yolculuklarımın sonu oldu.
Bitmez olaymış. Bu sefer hüzün tarafı bastırdı, en nefret ettiğim şey, aşil topuğum, hiç beceremem, dolayısı ile teslim bayrağını göndere çektim.
Uzun süre gönderde beyaz bayrak, evcimen bir hayatım oldu.
Eh, hoşunuza giden birşeyi yapmamak bünyede basınç sebebi. Bazı yerlere gitmek istiyorum, ama etrafımda bu yerlere benimle gidecek insan bulamıyorum, eee, yalnız seyahat hüzünlü, ne yapalım, otur oturduğun yerde, aptal kafam, ancak çok sonradan bu yerlere gidememenin yalnız gitmekten daha da hüzünlü olduğu kafama dank etti. Madem adam yok ortada, iş başa düşecek, ne yapalım?
Bu girişte Belçika'da başladığım bisikletim ve ben projesinden kareler görüyorsunuz. Tam boylarını da yükledim, öyle detaylı detaylı bakmak istersiniz belki diye. Videolar falan da var, ama o da başka zamana artık.
Bisiklet kullanmayı geç yaşta öğrendim. Sanıyorum Lise 1 falandı. Babamın bana verdiği frenleri çalışmayan paslı bir bisiklette, iş yerinin park yerinde, tek başına, kafayı gözü yara yara. En zevklisi! Frenleri çalışmayan bisiklette en iyi öğrendiğiniz şey gerektiğinde bisikletten kendinizi nasıl atmanız gerektiği. Bu daha sonra İtalya'da en az iki kere hayatımı kurtardı.
İtalya demişken, bu bisiklet sevdam aslında Trieste'de başladı. Öyle alakasız bir sebepten bir spor mağazasına gitmiştim. İri boy trekking bisikletleri getirmişler, ama çok iri olduğundan satamamışlar. %50 indirim vardı. Ne gerek var canım dedim, çıktım, ertesi öğlen gittim ve bisikleti aldım.
Ne kadar güzel bir bisikletti o, hala arıyorum, Belçika'ya kaybettiğim güzel şeylerden biri. Hırsızların memleketi işte. Neyse konumuza dönelim.
Yazın bir sabah, "Niye işe bisikletle gitmiyorum ki?" diye bir düşünce geldi aklıma. Trieste'nin tepelerine doğru Via Commerciale 148/6 numaralı çok çok güzel bir evde kalıyordum o sıralar. Panoromik deniz manzarası, sağlı sollu meyve ağaçları falan. Filmlerdeki gibi. Atladım bisiklete, saldım kendimi tepeden aşşağıya.
O günden sonra bütün yaz rutinim sabah terastan güneş ışığının yüzüme vurmasıyla kalkma, 25 km kadar bisiklet, deniz kıyısında kahvaltı, iş yerine terli gitmemek adına (yerseniz) Alman turistlerle deniz keyfi, (neden, sabahın o saatinde bir tek almanlar denizde, italyanlar uyumakla meşgul, fahri alman ilan edilmiştim plajda), öğlen yine deniz, ve akşam gün batışına doğru eve dönüş şeklinde oldu. Ayrılmama yakındı sanırım, Nabil'in kulağına bu alışkanlığım bir şekil gitmiş olacak, bu hafta sonunu boş bırak, sana birşey göstereceğim dedi ve beni Trieste-Slovenya sınırında uzun soluklu bir tura çıkardı. Çiftlik evleri. Mükemmel bir doğa. Sabah 8 de başladık, akşam 18:00 gibi eve dönmüştüm. İki gün epey acı çektim, ama o kadar değdi ki, anlatamam Yanıma fotoğraf makinemi almadığıma şu gün bile pişmanım.
Liege'deki durum Trieste kadar bisiklet dostu sayılmaz. Yine de bir şekilde bisikleti gündelik hayatıma sokmayı başarmıştım ki... Bisikletimi çaldılar! Güpegündüz, kalabalık ve işlek bir caddede, direğe kilitliyken hem de! Onca insanın ve güvenlik görevlisinin önünde kilidi kes, kimsenin umurunda olmasın... Biraz idare ettim, ama baktım olacak gibi değil, baktım internetten bisiklet satan mağazalara, atladım trene, Maastricht'ten kendime resimde gördüğünüz bisikleti aldım. Eskisi gibi trekking tipi değil ama şehir/yarış/trekking hibriti bir "opafiet". Çok hafif, ve oldukça kaliteli. Özellikle ön çatalın hafifliğine alışamadığımdan önceki bisikletime göre biraz vahşi geldiği oluyor, öyle çok atraksiyonlara giremiyorum o yüzden, ama eskisine göre çok daha kullanışlı ve kendini kısa sürede sevdirdi.
Belçika'nın gizli hazinesi RAVel'ler. Bisikleti Maastricht'ten alıp Liege'e bisikletle dönerken RAVel 1'in birazını keşfettim ilk önce. Daha sonra fotoğraf makinemin eşliğinde bir tur daha yaptım. O kadar hoşuma gitti ki! Tabi yine etrafımdaki insanları ikna etmeye çalıştım, gelin bakın, böyle birşey var, çok güzel, hatta Turizm bürosu bunu yaygınlaştırmak için günlüğü 10 Eur'a güzel trekking bisikletleri kiralıyor diye. Beceremedim. Ne yapalım, kendileri bilirler. Bu yaz kesin bu RAVel 2 ve 4'ü daha sonra da alt yolları keşfetmeye çıkacağım.
(Dipnot: gördüğünüz o koca sele altı alet çantasını sorarsanız, Cevat Kelle modumdan kalıntı olarak zincir makası bile taşıyorum )
(Dipnot2: bir katalogumda da bisiklet yerine insan fotoğrafları var, Mariliyn Monroe'nun lafındaki gibi başkasıyla yalnız olmak tek başına yalnız olmaktan daha zor )
[Fotoğraf, şu, bu...] | Gönderen: obm | Yorumlar (0)
|