...bir koca defteri ingilizce seyahat anılarıyla doldurunca düşündüm de buraya devam etsem iyi olacak.
Türkçe'ye kafamda aynı tınıyı yaratacak şekilde çeviremiyorum bile yazdıklarımı. Chira'nın da dediği gibi, çok kötü çok kötü.
Ne yazsam ki...
Mesela bu blog'la olan sevgi nefret ilişkimden başlayayım.
Bu blog benim için Winston Smith'in günlüğü gibidir.
Yani içindekileri kimsenin bilmesini istemem, ama herkesin de bilmesini isterim (bunu daha önce söylemiş miydim?).
Nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kameranın gözünün ucunda, ama asla odağında olmamak değil, odağında olmak ama bunun sonuçlarından muaf olmak desem, ı-ıh o da değil, kaldırılabilir mantıkla düşünme alışkanlığım vardır, o yüzden birileriyle tartışmayı severim, ama genelde insanlar o şekilde çalışmıyor ki, bunu da öğreneli (aksine umudumu kaybedeli) çok oldu, o da değil demek. Yukardaki cümle dışında tasvir aklıma gelmiyor. Buyrun buradan yakın, modern dünyadaki çelişki toplumuna bu da benim nacizane bireysel katkım olsun.
Niye birşeyler yazıyorum ki zaten. Yazıyla fikir aktarma konusunda pek de becerikli sayılmam, yani, bir Murakami veya Orhan Pamuk gibi çok da alakası olmayan Fantastik aşk veya dedektiflik öyküsünün ortasına sayfalarca bu bizim Japonya'da çok katliam yaptı, şu bizim Türklerde çok yaratıcılıktan yoksun, bu yüzden kıskançlıktan ne yapacaklarını şaşırıyorlar gibi temalar ekleyemem. Veya bu tema için oturup da baştan hikaye yazmayı düpedüz terbiyesizlik kabul ederim (belki de etmemeliyim, yani iki yetişkinin arasında, ikisinin de ne yaptıklarından haberi varsa, neden olmasın). Atilla Özkırımlı'nın vaktinde gözlemlediği/uyardığı doğruysa bu başlı başına profesyonel atletism gibi birşeye dönüşmüş zaten. Ödül sopayla engeli en iyi atlayana veriliyor, sopada engelde senin fikrin olmasada nasıl atlayacağın tamamen senin becerin, öteki türlüsü felsefecilerin futboluna benzer zaten.
Ha ha! buraya kadar herşeyi okudunuz mu hakikaten? Bu da benim otosavunma mekanizmam. Ne kadar uzun yazarsam o kadar az okunduğunu keşfettim. Sadece satır başları, şanslıysam belki birkaç paragrafında ortası. Belki de hakikaten Nuri Alço modu hikaye kokteyli yazmayı öğrenmeye başlamam lazım (ki Nuri Alço'nun elinde pankartla beyoğlu mitinginde sosyal mesaj verdiği bir dünyada yaşadığımı da kabullenmem lazım artık).
Bir satırbaşı daha, madem kimse baştan sona bir yazıyı okumuyor, anlam bütünlüğüne de gerek yok. Adrian Franklin ve Zygmunt Bauman sağolsun genel olarak savunduğum kuralların dezavantajım olduğuna ikna edildim. Onların son okuduğum makalesinden dalalım bakalım, yani Turist Sendromu üzerine gidelim.
Ben hikayem gereği çocukluğumdan beri turist sendromundan müzdarip bir insanım. Klasik Amerikan imgesi havalimanlarını evim belleme moduna girmedim, ama havalimanı gibi yerlerde, mesela bekleme salonlarında, rahat etmeyi iyi bilirim, sonuçta hiçbiryerin tek temsilcisi havalimanı değil ki, uygun koşşularda hiçbiryer ve heryerin arasındaki ince zar yırtılabilir, ve kendinizi evinizde hissetmek için o kadar para harcamanıza gerek kalmaz.
Hayatım boyu bundan kurtulmaya çabaladım. Pek başarılı olduğum söylenemez. Durumum Turist sendromunun ötesine geçip nerdeyse aylaklığa varmış durumda, ve şimdilerde niye daha çok insana benzemeye çalışıyordum, onu bile unutmaya başladım. Yani a priori geçiciliği hayatım boyunca umut etmiş birisi olarak kabul ediyorum, aksinin iyi yönlerini sadece hayalimde canlandırarak biraz sığ girişimlerde bulunmuşum, ama buyrun sıkıysa siz daha iyisini yapın.
Naomi Klein'in dediği gibi (modern Amerikan ideolojisi) imgelerin dünyası üzerine kurulu, ve ben bu akşamlık kendi markamı yeteri kadar dağıttım sanırım, daha sonra yine bu Turist sendromu üzerine birşeyler yazmak isterim, o zamana kadar iyi geceler.
Şimdi Katedral meydanında kahvaltımı yapıyorum da, yine gaza gelip meyve salatasını büyük boy aldım, ve aklıma dank etti. Mesela şu uçaklarda bir gecikme olduğunda, veya servis yapmadıkları zamanlarda, oksijeni ve soğuk havayı basıyorlar ya, işte ilk uyuyan ben oluyorum. Daha sonra servis zamanı geldiğinde ve ısıyı köklediklerinde, ilk kalkan ben oluyorum. Kapama açma düğmem, aç, kapa, yine aç, baktın bozuk çaldı, yine kapa. Gerçi bakıyorum, pek az kişi uyanık kalabilmiş. Yine de o kitle kontrol yöntemi parametrelerinin hesaplandığı %66 lık spektrumun en diplerinde yer almak pek hoşuma gitmiyor.