Rüyamda biolojiyle uğraşıyorum, çalıştığım konu telomerler, aslında telomer denilen nanenin "kader" mekanizmanın önemli bir parçası olduğunu çözüyorum. Hücreler yaşlandıkça ve telomerler kısaldıkça zamana göre hafifçe farklı DNAlar içeren hücreler sentezleniyor, bu DNAlar belirli sinyal mekanizmalarına daha duyarlı/ belirli sinyalleri yayan protein sentezlemeye biraz daha yatkın. Akabinde çevremizi nasıl algıladığımız ve yapabileceklerimiz zamanla değişiyor. Ama o kadar yavaş ve o kadar alt seviye bir etki ki yetişkin bir insan bunların farkına kolay kolay varamıyor. Sonucunda, ne bileyim, deneyimlerimizden bağımsız ve farkında olmadan öncekine halimize göre biraz daha kahraman, yada biraz daha tırsak, biraz daha atletik, veya biraz daha sakar, biraz daha salak, veya biraz daha akıllı oluyoruz. Kader denilen kavramın önemli bir kısmı da bu farketmeden geçirdiğimiz değişimin sonuçları.
Kıl olmuş bir şekilde uyandım.
Soru 1)Kıl eden rüyaya ne denir (kabus değil)?
Soru 2)Neden rüyaya kıl oldum: Mesela "iyi kader hapı" diye birşey olsa içer miydiniz?
Çok ilginç bir hastalıktı onunkisi,
herkes, o dahil, soğuk algınlığı sanmıştı oysa,
ama her lavabonun karşısına geçip de biraz nefes alabilir hale gelmeye çalıştığında,
suların arasında akıp giden aslında beyninin ta kendisiydi!
İlk önce pazartesi gününe yetiştireceği işi unuttu,
iki gün sonrasında içinde yaşadığı o karmaşık ve çelişkilerle dolu kendini koruma mekanizmalarına ihtiyacı kalmamıştı,
ablasının adını unuttuğunda yanlış giden birşeylerden kuşkulandı,
ama bir saat sonra ablası olduğunu bile hatırlamıyordu.
Zaten bu işin doğasının böyle olduğunu çoktandır keşfetmiştim de, John Berger/Jean Mohr 'un anlatı-kolleksiyonuna göz gezdirirken artık bu yazıyı yazmak artık kaçınılmaz oldu.
Bugün buraya bir dizi fotoğraf ekleyeceğim. Solda ilkini görüyorsunuz.
Bu yazıyı kim okuyacak bilmiyorum. Hatta birisi okuyacak mı, onu bile bilmiyorum.
Ama yine de merak ettiğim soru gereği birisinin gözüne çarptığını varsayacağım.
Üstüne bir de sizi tanımadığımı varsayacağım, ki kuvvetle muhtemel öyledir. Var ile yok arasında gidip gelme dışında da öyle pek bir huyunuzu suyunuzu çözebilmiş değilim. Yani karşımda felsefecileri, sosyal bilimcileri ve özellikle de istatistikçileri zevkten ağlatacak bir anonimlikle duruyorsunuz.
Soru şu: Bay mükemmel üçüncü şahıs : fotoğraflarıma bakınca ne görüyorsun?
Belki gemiler yüzünden aklına yolculukla ilgili bir hikaye düşer, veya gün batımı, liman ve hareketsiz gemiler "mutlu son" gibi çağrışımlar yapıyordur.
Belki de hiç beklemediğim, aklımın ucundan bile geçmeyecek şeyler geçiyordur aklından. Kaç kere başıma geldi. (The Doors, nerdesin? Aradan giriver)
Yorumların akışkan bir doğası var gördüğüm kadarıyla, çeken kimmiş, hangi nedenle bu fotoğrafa bakıyorum, hangi ortamdayım vb. fotoğrafı görmeden çok daha önce hikayesinin "giriş" kısmını yazıyor aslında. Buyrun size biraz benim fotoğrafların giriş kısmını anlatayım.
Sanatsal kaygılarla fotoğraf çekmiyorum, gerçi birisi gelirde "şu fotoğrafın ne çok entel/dantel/sanatolojik olmuş" derse hoşuma gider, hatta bir telif hakkı istemeden gazetelerde bile basılmasına ses çıkarmam. Gerçi itiraf etmem lazım büyük olasılıkla kaza sonucudur o kare. Fotoğrafçı sayılmam pek. Ortalamanın biraz üstünde iyi bir makinem var o kadar.
Tembellik aslında benim yaptığım şey. Hissettiğim bir şeyi veya yaşadığım ilginç gelen bir olayı "gördüğüm şekliyle" kaydetmeye çalışıyorum. Yazmak konusunda iyi olduğum söylenemez, fotoğraflar bu iş için daha kullanışlı geliyor. İyi bir makine bu işe yarıyor işte. Sanatsal fotoğraf için Ara Güler'in dediğine göre pek de gerekmiyormuş.
Merak ettiyseniz ilk fotoğrafı Trieste'deki balkonumdan çektim. Yağmur ve fırtınalı uzun bir haftadan sonra bulutlar açılmaya başlamış. Gökyüzünü uzun bir aradan sonra ilk görüşüm. Muhteşem bir gün batışı, ve yarın emin olabilirsiniz dünyanın çok nadir yerinde görebileceğiniz kadar güzel bir gün olacak. Bisikletim deniz ve ben. Yarın için sabırsızlanıyorum.
Gördüğünüz gibi bir fotoğraf çekerken çektiğim karenin "evrensel" anlamından çok, o anı bana en çok ne hatırlatabilir ona odaklanıyorum. Dolayısı ile çektiğim fotoğrafların benim anılarım olmadan pek bir anlamı olmaması lazım. Öyle olmuyor ama. Anımda bir hikaye sonuçta. Herkes isterse kendinine has başka bir hikaye yaratmakta serbest. Buna engel olamam. Fotoğrafı mı ben aklımdaki hikayeye göre çektim, fotoğraf çekmem mi hikayeyi kafamda oluşturmamı sağladı, bazen ben bile emin olamıyorum. Üstelik etrafımda kahve lekelerini bile ne ilginç hikayelere çevirenler var. Hele bir de o veya bu şekilde çektiğim fotoğrafların Sanat memat veya dünyayı (kendinden) kurtarma çabaları içinde çektiğim varsayılırsa, oo-off!
Burdan alalım o zaman: Yandaki fotoğrafta bu biraz zor sanki, sanki bir restoranın menüsü için çekilmiş izlenimi veriyor değil mi?.
Dikkatli bakarsanız, belki biraz da hayal gücüyle, pizzanın sahibinin tereddütünü sezebilirsiniz. Çatal ve bıçağı pizzanın üzerinde, konumlarından belli ki düşünceleri pizzaya odaklanmış, ama çatal ve bıçak haraketsiz.
Bu bizim tiyatro grubumuzun ilk sahne sonrası yemeği. Başrollerden birinde Somali'li bir arkadaş vardı, uzun süredir İtalya'da ama hiç pizza yememiş. Israrlarımızı kırmadı ve bir pizza aldı. Geldiğinde suratının aldığı hali görmeliydiniz. Mantar ve Peynir pek hoş karşılanan gıdalar değilmiş oralarda. Peynir'in çinliler tarafından "çürümüş süt" olarak algılandığını öğrenmiştim ama, mantarı ilk defa duyuyorum. Kibarca, İtalyan arkadaşları kırmamak için ucundan biraz kemirdi, ama pizzanın tamamına yakını geri gitti.
Fotoğraf çekerken ve akabinde kendimce oluşturduğum deneyimlerimden kaynaklanan bazı kurallarım var. Bu kurallardan biri buraya kişi fotoğrafları koymamı engelliyor. Aslında çektiğim fotoğraflardan hiç paylaşmadıklarım nadirdir, ve genelde teknik sebeplerden kaynaklanır, ama fotoğrafın içinde olmayan birine, fotoğraftakilerin izni olmadan o fotoğrafı göstermemeye çalışırım. Bu kuralı gerçekten -gerçekten- çok önemsiyorum. Ne yazık ki fotoğraflarımın çoğunda insanlar var, arkadaşlarım genelde, ve bunları muhtemelen asla göremeyeceksiniz, en azından benim elimden değil. Buna üzülüyor muyum, evet, bir fotoğraf karesinde bir insan yüzünden daha net hikaye anlatabilecek bir şeye henüz rastlamadım.
Bu soldaki fotoğraf size neyi çağrıştırdı? Yolculuk? Yalnızlık? Korku? Beklenti?
Bu Venedik Trieste arası çalışan normal trenlerden birinin vagonu, bizim hızlı trene tekabül ediyor. Oldukça boş olduğuna baklırsa Trieste yönündeyim herhalde. Gece oluyor, herhalde Venedik'ten dönüyorum. Elimde fotoğraf makinem olduğuna göre ya bir seyahatten dönmüşüm, ya da Venedik'te bir şey vardı. Fotoğraf "yalnızlık" kolleksiyonuna ait. Böyle bir dizi fotoğrafım var, boş trenler, boş odalar, boş sokaklar. Genel olarak insanlar ve hatta kalabalıklar için yapılmış mekanların boş halleri. Bazen uzunca bekleyipte yakaladığım, bazen de çok acayip saatlerde dolaşmaya çıkıp çektiğim fotoğraflar. Başta güzel binalar, pastoral meydanlarla başlıyor, giderek depresifleşiyor. Geçmişten gelen bir uyarı. Ben, yalnızlık, ve ilişkilerim üzerine. Bazı şeyleri merak etmemelimiydim acaba...
Görünüş olarak pek belli etmese de en fırtınalı anlarımdan birine denk gelen bir fotoğrafla bitirelim. Hikayesi bana kalsın. Siz dağlar bulutlar ve göl görün.