Artiz
9 Temmuz 2010 Cuma, 01:40
29 Mayıs 2010. Ben salondayım; küçük hanım odasında, muhtemelen aynanın karşısında. Birden ağlama sesi geliyor içeriden:
- Auuu ahuuu ühüüü...
- Kızım ne oldu?
- Yok bir şey. Mutluluktan ağladım.
[Ece Böcee] | Gönderen: nergis | Yorumlar (0)
|
Ah, Piyale...
8 Temmuz 2010 Perşembe, 00:44
Link vermeyi beceremedim; Ademler ve Havvalar, Piyale Madra (Radikal - 24 Mayis 2010)
[Ece Böcee] | Gönderen: nergis | Yorumlar (0)
|
Hoh hoh hoo!
8 Temmuz 2010 Perşembe, 00:33
Facebook'ta birkaç İspanyol arkadaşım var, ayıptır söylemesi. Status, resim altı yorumları, ne yazarlarsa okuyorum. Okuyorum da anlıyor muyum? E, anlamıyorum ama olsun, bir gün anlayacağım elbet. Şimdilik melaba naber ne güzel foto sularında seyrediyorum. Bir de habire jajajajaaa yazıp duruyorlar; ben de Hollanda geçmişim ve fazlasıyla Dutch biliyor oluşum nedeniyle birbirlerini tabi tabii tabee diye onaylıyorlar diye hayal ediyordum. Biraz önce jeton düştü! 'ja' burada 'ya' değil 'ha' okunuyor baştaki harfin 'hota' olması sebebiyle ve de aslında bunlar birbirlerine gülücükler saçıp duruyorlar. Yaa, tabi tabi, hahahaaa...
(13 Haziran 2010'da yazmışım.)
[Bır bır bır] | Gönderen: nergis | Yorumlar (1)
|
Afetzedeler Paris'te
24 Haziran 2010 Perşembe, 02:30
Bizi merak etmeyin, iyiyiz. Miki'yi merak edebilirsiniz; niye öyle biz de merak ediyoruz...
(-Miki değil, Miniiiii!!)
[Pusetle Seyahat] | Gönderen: nergis | Yorumlar (0)
|
And it rained and rained, rained and rained...
22 Haziran 2010 Salı, 00:10
Bu şarkıya takılmıştım son günlerde, durmadan dinliyordum. O "...when it rains and rains, rains and rains..." dedikçe yağmur da dışarıda yağıyor da yağıyordu. Biz 'bardaktan boşanırcasına' deriz ya, İspanyollar 'leğenden boşalırcasına' diyorlarmış (ya da kovadan, defterim yanımda değil kontrol edemiyorum şimdi), miktar farkını çok güzel anlatıyor; yağan yağmur deyimin hakkını veriyor gerçekten. Daha bir gün önce Nuran'la konuşmuştuk, Bilbao'ya düşen yıllık yağmur miktarının Londra'dan daha çok olduğunu duyunca çok şaşırdığını söylemişti. İşte ertesi gün bir haftadır azar azar yağan yağmur hızlandı, metrekareye bilmemkaç litre düşmeye başladı, bizim evin kenarında akıp giden Gobela Nehri'ni (dere aslında) taşırıverdi. Hollanda'da iki yıl deniz seviyesinin altında oturduk, paçalarımız bile ıslanmadı da, Allah'ın İspanya'sında sele kapıldık.
Sabah kalkıp kıymalı börek yaptım. Yola gidiyoruz ya, buzlukta kıyma kalmış bir paket, onu bitireyim, hem de derste yeriz dedim. Ece'yi okula bıraktıktan sonra kursuma gittim. Çok yağıyordu, kendi kendime dedim ki bu yağmurda kursa mursa gidilmez ama son günüm, tatilden döndüğümde dersler bitmiş olacak, gideyim de vedalaşayım. Döndüğümde apartmanın kapısının önüne kum torbaları yığmışlar, gazeteciler fotoğraf makinalarını kurmuş, belediye görevlileri, itfaiyeciler, bir yığın insan evin önüne doluşmuş dereye bakıyordu. Ben içeri girdim, Lourdes geldi. Lourdes benim öğrencim, Türkçe öğreniyor. Biz çalışırken kapı, telefon durmadı. Belediyeciler pencereden bakarolun, su mazgal seviyesini aşarsa fena deyip gittiler. Bir de Carmen aradı sağolsun, var mı yaramaz bir durum diye, yok yok dedim. Lourdes gidince garaja gidip Ece'nin bisikletiyle oyuncak kutusunu eve getirdim ne olur ne olmaz diye; garaj ya, su girer ıslanır filan. O sırada itfaiyeciler içeri gelip su var mı diye baktılar, yerdeki eşyaları kaldırın dediler. Halının birini kaldırdım, Ece'nin odasındaki alçak raftaki kitaplarla yerdeki ıvır zıvırı salondaki koltuğun üstüne taşırken okuldan aradılar. Okulu tahliye ediyoruz, gelip alın çocuğu diye. Yolun yarısında bir teyze beni arabasına aldı, o da okula gidiyormuş. Çocukları alınca da sokağın başına kadar bıraktı bizi. O sırada su daha mazgalı filan aşmamıştı. Ben bir yandan toplanıp bir yandan alt çekmecelerdeki eşyaları üstlere aktarmaya başladım. Sonrası su gibi geçti. Evde mi kalacaksınız diye sordular, evet dedik. Sonra evden çıkacaksınız dediler. Ben Carmen'i aradım, öğlen aradığında gelin demişti (diye hatırlıyordum o sırada. Ama demiştir mutlaka; sadece dünya tatlısı değil, aynı zamanda insana her şeyi halledip çözebilecek güvenini veren biri.). Bu arada gelip gidip eşyaları daha yukarı, daha da yukarı, en yukarı koyun diyen itfaiyeciler bulduklarını üst kattaki komşuya taşımaya başladılar. Bize de "Hadi, hadi!" diyorlardı, ben de "Tamam, tamam!" diyordum. Bir yandan da elime geçen her şeyi bavul, çanta, çöp torbası, market poşeti, artık ne bulursam içlerine dolduruyordum. Sonra "Şu anda evinizi boşaltıyoruz." dediler ve bizi sırtlarına alıp dışarı çıkardılar. Meğer gel git yüzünden su en yüksek seviyesine çıkmak üzereymiş, derenin duvarı aşmasından korkmuşlar.
Resimde de görüldüğü gibi bizi evden aldılar, su girmemiş olan garaja taşıdılar, yarım yamalak bavullarımızla bir taksiye bindirip Carmen'e yolladılar.
Orada hemen elimizdekileri açıp ne var ne yok baktık. Ece'nin pijama torbası komşu teyzeye gitmiş ama mandal torbasını atmışım Paris bavuluna. Böreği en son can havliyle bir torbaya sokmuştum; buzluktan da annemlerin Şibe'ciğimle gönderdiği yufkaları aldım, akşam yiyeceğimiz İnegöl köfteleri de unutmadım, o kadar uğraştım, bırakır mıyım? Çamaşır makinasını boşalttığım torba da bizimle gelmiş ama pasaportlarımızı almamışım mesela. Diplomalarımızı bıraktım ama Ece'nin karnesini soktum çantama. Neyse, uçak biletimizi erteletemeyince eksik meksik yeniden ayarladık bavulları. Ertesi gün eve giremeseydik aklım kalacaktı ama girdik, gördük, pasaportlarımızı da aldık, gamsızca bindik uçağa: Ver elini Paris...
Böyle yazarken çok karamsarlaştı, aslında ben de ıslak paçalarım ve ayağımda terliklerle itfaiyecinin sırtında giderken gülüyordum. Hatta fotoğraf çekenleri görünce kelle gibi fotoğrafımı basacaklar bir de diye başımı duvardan yana çevirdim. İşe yaramış, benim fotoları basmaya değer bulmamışlar. Gece Carmen'de karşımızda Atatürk'ün portresi, Türk bayrağının altında yatarken de çok güldük ama artık neşeden mi laçkalaşan sinirlerden mi bilmem.
Bir yerde okumuştum; adamın biri demiş ki, dünyanın sonu hep kaos ortamı olarak tasvir edilir, bağırıp çağıran koşuşan insanlar, karmaşa, gürültü... Oysa bir gün yağan kar durmayabilir ve dünya yavaş yavaş beyazlığın ve sessizliğin içine gömülerek sona erebilir. Ne huzurlu bir son... Bizimki öyle deprem gibi bir felaket filan değildi sonuçta, hepimiz iyiyiz çok şükür, eve - eşyalara zarar gelmesinden başka bir tehlike de yoktu. Sadece her şey doğal, kontrol altında sanırken (ne olacak canım, yağmur yağıyor), sırf yağmur çok yağdı diye ne kadar çaresiz kalabildiğini görmek insanı -sonradan düşündükçe- dehşete düşürüyor.
[Bask Elleri] | Gönderen: nergis | Yorumlar (10)
|
|
|