And it rained and rained, rained and rained...
22 Haziran 2010 Salı, 00:10
Bu şarkıya takılmıştım son günlerde, durmadan dinliyordum. O "...when it rains and rains, rains and rains..." dedikçe yağmur da dışarıda yağıyor da yağıyordu. Biz 'bardaktan boşanırcasına' deriz ya, İspanyollar 'leğenden boşalırcasına' diyorlarmış (ya da kovadan, defterim yanımda değil kontrol edemiyorum şimdi), miktar farkını çok güzel anlatıyor; yağan yağmur deyimin hakkını veriyor gerçekten. Daha bir gün önce Nuran'la konuşmuştuk, Bilbao'ya düşen yıllık yağmur miktarının Londra'dan daha çok olduğunu duyunca çok şaşırdığını söylemişti. İşte ertesi gün bir haftadır azar azar yağan yağmur hızlandı, metrekareye bilmemkaç litre düşmeye başladı, bizim evin kenarında akıp giden Gobela Nehri'ni (dere aslında) taşırıverdi. Hollanda'da iki yıl deniz seviyesinin altında oturduk, paçalarımız bile ıslanmadı da, Allah'ın İspanya'sında sele kapıldık.
Sabah kalkıp kıymalı börek yaptım. Yola gidiyoruz ya, buzlukta kıyma kalmış bir paket, onu bitireyim, hem de derste yeriz dedim. Ece'yi okula bıraktıktan sonra kursuma gittim. Çok yağıyordu, kendi kendime dedim ki bu yağmurda kursa mursa gidilmez ama son günüm, tatilden döndüğümde dersler bitmiş olacak, gideyim de vedalaşayım. Döndüğümde apartmanın kapısının önüne kum torbaları yığmışlar, gazeteciler fotoğraf makinalarını kurmuş, belediye görevlileri, itfaiyeciler, bir yığın insan evin önüne doluşmuş dereye bakıyordu. Ben içeri girdim, Lourdes geldi. Lourdes benim öğrencim, Türkçe öğreniyor. Biz çalışırken kapı, telefon durmadı. Belediyeciler pencereden bakarolun, su mazgal seviyesini aşarsa fena deyip gittiler. Bir de Carmen aradı sağolsun, var mı yaramaz bir durum diye, yok yok dedim. Lourdes gidince garaja gidip Ece'nin bisikletiyle oyuncak kutusunu eve getirdim ne olur ne olmaz diye; garaj ya, su girer ıslanır filan. O sırada itfaiyeciler içeri gelip su var mı diye baktılar, yerdeki eşyaları kaldırın dediler. Halının birini kaldırdım, Ece'nin odasındaki alçak raftaki kitaplarla yerdeki ıvır zıvırı salondaki koltuğun üstüne taşırken okuldan aradılar. Okulu tahliye ediyoruz, gelip alın çocuğu diye. Yolun yarısında bir teyze beni arabasına aldı, o da okula gidiyormuş. Çocukları alınca da sokağın başına kadar bıraktı bizi. O sırada su daha mazgalı filan aşmamıştı. Ben bir yandan toplanıp bir yandan alt çekmecelerdeki eşyaları üstlere aktarmaya başladım. Sonrası su gibi geçti. Evde mi kalacaksınız diye sordular, evet dedik. Sonra evden çıkacaksınız dediler. Ben Carmen'i aradım, öğlen aradığında gelin demişti (diye hatırlıyordum o sırada. Ama demiştir mutlaka; sadece dünya tatlısı değil, aynı zamanda insana her şeyi halledip çözebilecek güvenini veren biri.). Bu arada gelip gidip eşyaları daha yukarı, daha da yukarı, en yukarı koyun diyen itfaiyeciler bulduklarını üst kattaki komşuya taşımaya başladılar. Bize de "Hadi, hadi!" diyorlardı, ben de "Tamam, tamam!" diyordum. Bir yandan da elime geçen her şeyi bavul, çanta, çöp torbası, market poşeti, artık ne bulursam içlerine dolduruyordum. Sonra "Şu anda evinizi boşaltıyoruz." dediler ve bizi sırtlarına alıp dışarı çıkardılar. Meğer gel git yüzünden su en yüksek seviyesine çıkmak üzereymiş, derenin duvarı aşmasından korkmuşlar.
Resimde de görüldüğü gibi bizi evden aldılar, su girmemiş olan garaja taşıdılar, yarım yamalak bavullarımızla bir taksiye bindirip Carmen'e yolladılar.
Orada hemen elimizdekileri açıp ne var ne yok baktık. Ece'nin pijama torbası komşu teyzeye gitmiş ama mandal torbasını atmışım Paris bavuluna. Böreği en son can havliyle bir torbaya sokmuştum; buzluktan da annemlerin Şibe'ciğimle gönderdiği yufkaları aldım, akşam yiyeceğimiz İnegöl köfteleri de unutmadım, o kadar uğraştım, bırakır mıyım? Çamaşır makinasını boşalttığım torba da bizimle gelmiş ama pasaportlarımızı almamışım mesela. Diplomalarımızı bıraktım ama Ece'nin karnesini soktum çantama. Neyse, uçak biletimizi erteletemeyince eksik meksik yeniden ayarladık bavulları. Ertesi gün eve giremeseydik aklım kalacaktı ama girdik, gördük, pasaportlarımızı da aldık, gamsızca bindik uçağa: Ver elini Paris...
Böyle yazarken çok karamsarlaştı, aslında ben de ıslak paçalarım ve ayağımda terliklerle itfaiyecinin sırtında giderken gülüyordum. Hatta fotoğraf çekenleri görünce kelle gibi fotoğrafımı basacaklar bir de diye başımı duvardan yana çevirdim. İşe yaramış, benim fotoları basmaya değer bulmamışlar. Gece Carmen'de karşımızda Atatürk'ün portresi, Türk bayrağının altında yatarken de çok güldük ama artık neşeden mi laçkalaşan sinirlerden mi bilmem.
Bir yerde okumuştum; adamın biri demiş ki, dünyanın sonu hep kaos ortamı olarak tasvir edilir, bağırıp çağıran koşuşan insanlar, karmaşa, gürültü... Oysa bir gün yağan kar durmayabilir ve dünya yavaş yavaş beyazlığın ve sessizliğin içine gömülerek sona erebilir. Ne huzurlu bir son... Bizimki öyle deprem gibi bir felaket filan değildi sonuçta, hepimiz iyiyiz çok şükür, eve - eşyalara zarar gelmesinden başka bir tehlike de yoktu. Sadece her şey doğal, kontrol altında sanırken (ne olacak canım, yağmur yağıyor), sırf yağmur çok yağdı diye ne kadar çaresiz kalabildiğini görmek insanı -sonradan düşündükçe- dehşete düşürüyor.
[Bask Elleri] | Gönderen: nergis | Yorumlar (10)
|
Bermeo
2 Nisan 2010 Cuma, 23:38
"Bermeo var, güzel." dediler. Nesi güzel söylemediler. Bindik otobüse gittik. Küçük bir kasaba. Bu kıyıdaki kasabaların hepsi balıkçılıkla iştigal ediyor, bu da onlardan biri.
Otobüsten burada indik. Sol tarafta büyük bir meydan, ortasında da kocaman ve kalabalık bir çocuk bahçesi vardı. Ece epeyce oynadı; biz de banklara oturup sandviçlerimizi yedik, sağa sola bakındık.
Çikolata kaplı külahlardaki dondurmalarımızı zavallı taş adamla paylaştık. Çilekli sevmiyormuş meğer, Ece'ninkinden yemedi.
İskelede oturup denizi seyrettik. İskele değil de dalgakıran olsa gerek. O duvarın önünde 2-3 metre aşağıda koca koca kaya parçaları, sonra da deniz var. Arkamızda tekneler için liman, liman kıyısında bir sokak, ondan sonra dağlar başlıyor. O kadar küçük bir balıkçı kasabası işte. Ama Bask bölgesinin en önemli balık sağlayıcısıymış. Biz pek bir özellik / güzellik göremedik ama kıyıdaki bir 'taberna'da oturup kalamarları yedik, 'pintxo'ları yuttuk, oh oh. Yediğimiz içtiğimiz bizim olsun, gelin götürelim, sizin de olsun.
[Bask Elleri] | Gönderen: nergis | Yorumlar (0)
|
Dans Gösterisi
30 Mart 2010 Salı, 01:10
Pazar günü bir okulda dans gösterisi izlemeye gittik. Hafta içi Ece'nin okulunda davetiye dağıtmışlardı. Pazar günleri buralarda atraksiyon bulmak az rastlanır bir durum; okul da bize yakınmış, haydi gidelim dedik. Anladığım kadarıyla, "göçmenlere ayrımcılık yapmayın, bakın onlar burada ne kadar mutlu, neşe içinde dans ediyorlar" temalı bir gösteriydi. Bahçedeki 'İspanya'da kimler var' tabelasında ise Türkiye yoktu. Dünyanın her yerinde Türk vardır diyenler utansın; üç beş uyduruk dönerci var, onlar bile Türk değil. Niye buralara ilgi göstermiyor vatandaşlarımız acaba?
Neyse biz göçmen değil misafiriz zaten, dansımıza bakalım, değil mi? Çıktık Bask havasında şıkkıdı şıkkıdı oynadık kızımla. Aslında bir çeşit halay çektik. Düğünde dernekte filan hayatta halay çekmem ben, hiç sevmem. Ama dünyanın her yerinde insanlar el ele tutuşup halka olup dönüyorsa bir hikmeti vardır herhalde, değil mi? Bunlarınki pek kolay mesela: sadece tek ayağını sallıyorsun ileri geri sonra da yanındakilerle popo çarpıştırıyorsun. Emre'yle de konuştuk, bizim Karadeniz halk oyunları ekiplerinin her yerde birincilikler alması hiç de şaşılacak bir şey değil.
Önce Filipinlilerin çok ritmik danslarını seyrettik.
Dans bittikten sonra izleyicileri denemeye davet ettiler. Tabii ki kamber fırlayıp gitti:
Arkada sıralarını bekleyen kırmızı etekliler Bask dansı yapacaklarmış. O kat kat elbiselerle kim der ki bunlar İspanya'da yaşıyor... Zaten kendileri de demiyor: İspanyol değiller, Basklılar. Aman ha!
Önce el ele tutuşup dönüyorlar. Erkek çocukların (özellikle de belli bir yaştan sonra) pek ilgisini çekmiyor herhalde ki, üç tane ufaklıktan başka bulamayınca küçük bir kızcağızı da mavili giydirip aralarına almışlar.
Zaten biraz sonra onları da kenara iteleyip kendileri daha hareketli bir hava oynamaya başladılar.
Bu sırada kurtlular da yerinde duramıyordu:
Bu durumda dans bitip de izleyiciler sahneye davet edilince, gitmemezlik edemedik:
Neyse ki ben çocuğu gerçek Basklı bir taneyle değiştim, oh, keyfime baktım.
Bu arada, o arkada görünen kırmızı üstüne beyaz artı yeşil çarpı Bask bayrağı oluyor.
Sırada Lilo'nun ülkesi vardı.
Hawaiililere de Aloha dedikten sonra, kurtlarımızı dökmenin ve göçmenlerle kaynaşmanın huzuruyla evimize döndük.
[Bask Elleri] | Gönderen: nergis | Yorumlar (0)
|
Soyadı
18 Şubat 2010 Perşembe, 02:07
Ece'yle ikimizin oturum izni işlemlerimizin hala bitmemiş olmasının sebebi benim iki soyadımın olması. Birini yazmayı unutmuşlar, Madrid'de birilerinin düzeltmesini bekledik haftalarca. İnsanların adlarıyla soyadlarının tren olduğu şu ülkede benim ikinci soyadımın sorun olması son derece ironik.
Burada herkesin iki soyadı var. İlki anneden ikincisi babadan alınıyormuş. Yani çocuk doğunca annesinin ve babasının ikinci (babadan gelen) soyadlarını alıyor. Sonra da evlenmekle filan değişmiyor. Ece'nin okulunda kayıt sırasında Türkiye'de evlenince kocanın soyadını aldığımızı öğrenince çok şaşırdılar. Çok karışıklık olmuyor mu, dört erkek kardeş olsa da evlenseler, aynı soyadına sahip dört kadın olur dediler. Niye karışsın canım, bir sürü değişik isim var; biz bütün kızların adını Carmen koymuyoruz ki...
Bir dahaki sefere, evlenince kütüğümüzün de kocamızgilin memleketine taşındığını söyleyeyim; kimbilir ne kadar daha şaşırırlar...
[Bır bır bır] [Bask Elleri] | Gönderen: nergis | Yorumlar (0)
|
Peltek
17 Şubat 2010 Çarşamba, 00:30
Delft'e gittikten üç ay kadar sonra bir Türkiye ziyareti yapmıştık. Dönüş uçağında önümüzde oturan bir çocuk Ece'yle oynamıştı, biz de ona nerede oturduğunu sormuştuk. Çocuk "Den Haa(rrrkkkkhh)h" deyince çok garip gelmişti. Türkçe gibi kibar bir dilin içine gırtlak zorlaması sesler hiç yakışmıyordu çünkü. Kendi kendimize aynı şekilde söylemeye çalışıp Hollandaca'nın kabalığıyla dalga geçip eğlenmiştik. İlk zamanlar sokakta duyduğumuz konuşmalar da çok kaba geliyordu kulağımıza ama sonra alıştık. Kısa bir süre sonra Lahey demeyi bırakıp biz de (o kızcağız kadar beceremesek de) Den Haah demeye başladık. Şu anda Hollandaca hiç de kulağımı tırmalamıyor, kaba bulmuyorum. Konuşamıyorum, o ayrı...
Şimdi de başımıza peltekler çıktı! 'Bar-th-elona' mı??? Üstelik bu sesi çıkarmayı gerektiren (şimdilik benim bildiğim) tam üç farklı harf var! Tabii sadece harfler değişik olmuyor; dil değişti mi konuşma tarzı da değişiyor. Dil habire üst dişlerde olduğundan mıdır nedir artık, dillerinin altında bir şey tutuyormuş gibi konuşuyorlar. 's' harfini ş gibi söylüyorlar mesela. Nasıl tarif edeyim, Teoman gibi ya da böyle Alpayımsı hani 'Fabrikada tütün şarar şanki kendi içer gibi...' gibi.
Zaten ağızlarını açtılar mı dünya kadar laf çıkıyor, bir de motor takmış gibi hızlı konuşuyorlar; televizyonda filan dinlerken kulağa çok garip geliyor. Hele orijinalini bildiğiniz bir diziyse mesela (her şey dublajlı çünkü) takip etmeye çalışmak imkansız, iyice yabancılıyorsunuz.
Neyse, Hollandaca'nın aksine bunu öğrenmeye azmettiğime göre herhalde daha çabuk adapte olurum.
Bir de, Beyaz (ıt Öztürk) Fransız olsaydı mesela, kimse 'r'leri söyleyemediğini farketmeyecekti. Ne ilginç, değil mi?
[Bask Elleri] | Gönderen: nergis | Yorumlar (0)
|
|
|