Üniversite öncesi
Okuduğumu hatırladığım ilk kitap Hugh Lofting'in "Doktor Dolittle'ın Serüvenleri" idi. Bugünlerde 4 yaşımdaki kızıma okuyorum aynı kitabı (benim okuduğum hali iki kitabın birleşimiydi fakat sahaflardan ancak ilk kitabı bulabildiğimden, ikincisini - bir kez aksatana değin - günde bir bölüm olmak üzere çeviriyordum, acilen yeniden başlamam lazım). İlerleyen yıllarda pek kitap kurdu sayılamasam da özellikle dergiler ve çizgi-romanlar sayesinde ortaokula kadar geldim - 1990 yılında möbleli olarak kiraladığımız yazlık evin kütüphanesindeki üç kitap (Isaac Asimov - Kan damarlarında yolculuk; Dr Who, Dalekler (kim bilir yazarı kimdi); Stephen King - Sis) ateşleme görevini gördü. Önce bir arkadaşın (Tamer) kütüphanesindeki diğer S. King'leri okudum, sonra da tabir-i caizse elime ne geçerse, okumaya klasiklerle başlayan kişilerden değilim sonuçta..
Gençlik kitaplarımdan Ömer Madra'nın "Romanımla sana bir ses"i, Bukowski'ler, Jonathan Ames - "Gece gibi geçiyorum" ve Salinger ilk aklıma gelenler. Böyle mutlu mesut yaşıyorken önce Nietzsche sonra da Sartre gençliğimi sağolsunlar mahfettiler. Kafka ile Oğuz Atay'ı bulmam da çok uzun sürmedi (yalnız Oğuz Atay'ı Vedat Türkali'den sonra bulmuş oluşum ilginç gelir).
İşler kısa sürede ciddiye bindi: benim için bir okul vazifesi üstlenen eXpress dergisi vasıtasıyla pek çok diğer yazardan haberim oldu.
Üniversite yılları
Üniversiteye geldiğimde yazarlarım/şairlerim arasında Borges, Edip Cansever, Cemal Süreya, Haydar Ergülen, Ernesto Sabato, Michel Tournier, Roland Barthes, Tezer Özlü vardı.
Üniversitede başıma gelen iki şey (hem okur, hem de özellikle yazarlık tarafından) edebiyata olan ilgimi iyice körükledi: HiTNet ve Üç Ayı. HiTNet, BBSler vasıtasıyla hayata gelen bir mesajlaşma ağıydı ve çoğu kez yazma sebebim olmuştur (yazarlar boş bir kağıda direnemediklerinden bahsederler ya, işte benimkisi de benzer bir durumdu). Halen görüştüğüm arkadaşlarımın büyük bir kısmıyla da HiTNet vasıtasıyla tanışmışızdır. Üç Ayı ise Mehmet Batur ve Serkan Işın'la oluşturduğumuz edebi topluluktu. Birbirimizin hem okurları, hem editörleri, hem de eleştirmenleriydik.
Önceden başlamış olan haiku merakım, üniversite sıralarında iyice pekişti. Hatta, başlıca sebep olarak haikuları orijinalinden okuyabileyim diye Japonca kursuna gitmem de üniversitenin ilk yıllarına rastlar. Japonca konusunda papağan gibi tekrarladığım Başo'nun guguk kuşu(?) haikusu (hototogisu / nake nake tabe so / isogawashi) ve üç beş kelime haricinde pek bir başarı elde ettiğimi söyleyemeyeceğim. Oruç Aruoba'yı (tanımam etmem, o yüzden ismini yazınca, yazdıklarını kast etmiş oluyorum) pek sevmesem de (peki, "Uzak"ını ayrı bir yere koyalım) Başo'nun haikularına yaptığı "güzelleme" hayli hoştu kanımca. (Bu arada: "Guguk kuşu / öte öte uçar / (işi) zor"). Başo'dan başka İssa'yı severim, Sampu'yu severim ama ille de Başo. İngilizce haiku yazanlara, hele de 5/7/5i zorlayanlara ayrıca bir antipati beslemekteyim. İngilizce şiir yazanlardan T.S. Eliot'a hayranlığım vardır, e.e. cummings yeri geldiğinde beni etkiler (for whatever we lose (like a you or a me) / it's always ourselves we find in the sea mesela) ("ama ille de" T.S.E.).
Üniversite bittiğinde yazar kadrom da bir hayli genişlemişti. Türk Edebiyatı'nda şiirde Ahmet Haşim ve Şeyh Galip'in yanı sıra Turgut Uyar, Lale Müldür (o sıralar okuduğum yazar düşündüm, Orhan Pamuk ile Oğuz Atay var ama ikisinin de durumu müstesna - Orhan Pamuk'unki biraz karışık, Oğuz Atay biraz daha erken sahne almaktaydı, ah, Sevim Burak'ı sayabilirim, ve tabii ki Nazlı Eray'ı da - Sait Faik ne yazık ki beni hiçbir zaman etkisi altına alamadı, Tezer Özlü'yle de kısa süreli ve tutkulu bir hayranlık döneminden sonra "yollarımızı ayırdık", bir benzer olgu Cemal Süreya ile de vuku bulduysa da, ara ara Sevda Sözleri'ne dönerim. Cem Akaş'ı da "Suç ve Ceza" ile "7"si ile o sıralar keşfettim). Yabancı yazarlar arasında Iris Murdoch, Doris Lessing, Michel Butor, Emile Cioran, Italo Svevo, Norman Mailer, Yukio Mishima ile Yasunari Kawabata (bu son ikiliden şimdi hatırladığım yalnızca Şölenden Sonra ile Denizini Yitiren Denizci) o dönemde okumaya başladıklarımdandır. İçimde ukte kaldığından mıdır, nedir, artık bilemem, bir yandan da bütün o varoloşçuluk çamurundan vıcık vıcık olmuş bir halde, klasiklere giriştim, işte Dostoyevski ("Karamazov Kardeşler"in her zaman apayrı bir yeri olacaktır -- Cemal Süreya'ya sormuşlardı, devamının yazılmasını istediğiniz bir kitap var mıdır?" diye de, o da bu kitabı söylemişti cevap olarak), Kamelyalı Kadın, Ölü Canlar (ki hala pişmanımdır bu kitabı okuduğuma), ve ardından neredeyse tüm külliyatıyla Balzac (Balzac klasik sayılır mı, bilemem). Tolstoy'a bir türlü giremedim, keza Çekov'a da (bir de, tiyatro sevmezliğim var, aslında karışık bir durum: 1993(4?)'te Murathan Mungan'ın Mezopotamya Üçlemesi bütün olarak ve sadece 2 defa olmak üzere sahnelendi (Ataşehir'deki Yunus Emre Kültür Merkezi'nde) oyunlar toplamda 7 saat sürüyordu ve müthiş bir prodüksiyondu. Oyuncu kadrosundan Musa Uzunlar ve Erdal Tosun'u hatırlıyorum) o performansla o kadar büyülendim ki, sonra sahnede neyi seyretsem ilkokul müsameresi gibi gelmeye başladı, ben de her seferinde uzun uzun anlatmak yerine, tiyatro sevmem deyip çıktım işin içinden.). Kimbilir kimler unutulmakta, neyse, hatırlarsam güncellerim artık (ya da zaman makinesine girip, epigraf'ın 2000 yılındaki haline bir bakabilirsiniz -- ne de olsa oradaki eserlerin büyük çoğunluğu HiTNet'e alıntıladığım metinlerden oluşmakta idi.. - bak, bakınca fark ettim şimdi, koskoca, canım Bilge Karasu'yu unutmuşum mesela anmayı!). Tek bir kitaplarını çok sevip, sonrasında okuduğum kitaplarından benzer tadları alamadığım yazarlar kategorisi de var bu arada, mesela Julian Barnes ("10.5 Bölümde Dünya Tarihi"), Boris Vian ("Günlerin Köpüğü"), William Golding ("Mirasçılar"). Bir de tabii beatniklerin peşinden izlediğim (edebi) seyahatler var - Kerouac, Burroughs, Ginsberg, Ferlinghetti yolu. Epey ileriye gittiğim söylenebilir, dönüşüm o kadar da kolay olmadı, ama bir şekilde becerebildim nihayetinde (tahmin edebileceğiniz üzere: ona tövbe, buna tövbe.. :) Bir de kötü kalpli adamlar takımı var: William Faulkner, James Joyce, Raymond Carver - ilk ikisi sizin olsun, üçüncüyü severim çok (genç bir Tom Waits ve Edward Hopper'la bir arada).
O zamanlar kitapları birbirimizde bulamadığımız zaman, Kelepir'den alırdık, artık varolmayan ADAM Sanat'ın (ahlarımızla bitirdik onu biz! :) karşısında idi Kelepir (yok onun karşısında infamous kır pidecimiz vardı, Kelepir bir yan sokaktaydı sanırım). Depoda kalmış kitapları gerçekten çok ucuz fiyata bulabileceğiniz bir yerdi Kelepir. Umduğunuzu değil, bulduğunuzu alırdınız ama mesela Svevoları, klasiklerin büyük bir kısmını, başka bir daha hiçbir yerde göremediğim bir Doris Lessing toplamasını ("Bir yaşam öyküsünden Notlar" ile "Yaşlı bir kadın ile kedisi") orada bulmuştum - ilk okuduğum öyküsü değildi (ilki Defter Dergisi'nde Taciser Belge'nin çevirisiyle olması lazım, okuduğum "Pek Sevimli Olmayan Bir Hikaye"si idi) ama ikinci okuduğum hikayesiydi ve hala da en sevdiğim hikayesidir "Bir yaşam öyküsünden notlar" (Notes for a case history - ne kadar kötü çevrilmiş adı, değil mi?). Yapı Kredi Yayınları'na da Enis Batur ve çetesi sağolsun, harçlıklarımızı az yedirmedik, YKY'yi, İletişim ve Altıkırkbeş takip ediyordu, Ayrıntı'dan da arada tırtıkladığımız oluyordu. Hiçbir yerde bulamadığımız bir metin söz konusu olunca da, Simurg Sahaf'a uğrardık, oradakiler mutlaka ne yapar ne eder, en kötü ihtimalle fotokopisini temin ederdi, inanılmaz bir şeydi (ayrıca orada karşılaşılan yazarlar da işin bonusu idi). Beyazıt Sahaflardan hiç faydalanamadım, oradan yıllar yılı aldığım yegane şey asker çantaları oldu, benim için ikinci el kitap kaynağı Galatasaray'daki sahaflar olmuştur.
Ankara
Üniversiteyi bitirip de yüksek lisans için Ankara'ya gelince, üç sebepten ötürü (HiTNet'in (ve diğer Fidonet tarzı mesaj ağlarının,
in general) internete yenik düşüşü; Üç Ayı'dan ayrılışım; mutlu ve huzurlu bir ilişkiye başlayaşım) "sıkı" edebiyatla aram okur olarak "biraz" (yine de tırnak içinde), yazar olaraksa "bayağı" açıldı. Bilim-kurgu ve fantastik edebiyata ağırlık verdim (kötü bir şeymişçesine söylemiyorum tabii ki "iyi bilim-kurgu, iyi edebiyattır!"). Doris Lessing'in bilim-kurgu serisinden nefret ettim, Emir sayesinde de kıstasımı epey yükseklere taşıyan Ian M. Banks'in "The Culture" serisine başladım. Lisedeyken okuduğum Dragonlance Chronicles ve Legends üçlemeleri yüzünden, seneler boyunca birkaç kere denesem de bir türlü başlayamadığım "asıl" olay "Yüzüklerin Efendisi" serisine, ilk kitabı film vesilesiyle "eşitleyip" giriş yapabildim ve tabii ki yapıtın muhteşemliğine ben de saygı duydum. Benzer bir hileyi Harry Potter'a uygulayıp, 2. filmden sonra gidişatı önce kitaplardan takip ettim. Stephen King'in Kara Kule serisi "o sıralar" (=varoloşçu öcülere başladığımda) 3. kitaptaydı, ben de orada kalmıştım, bu dönemde, seriyi de tamamladım. Owen'ın tavsiyesiyle (ondan önce de fahri kan kardeşim Doğan tavsiye etmişti) Haruki Murakami'ye başladım ve çok sevdim (şimdi soracak olursanız o kadar kitabının arasından yalnızca "Wind-Up Bird Chronicle" ile "Hard-Boiled Wonderland and the End of the World" derim, ki, garip bir tesadüf olarak benim ilk okuduğum iki kitabıydı). LeGuin'in Yerdeniz serisini de yine bu dönemde okudum. Neil Gaiman'ı Sandman vasıtasıyla tanıdım, Sandman'a hayran olunca, kitaplarını da okudum, dizi/filmlerini de seyrettim (bunlar arasından da iki tane seçmem gerekirse Anansi Boys ile Neverwhere derim). Ballard'dan nefret ettim, Salinger'larla Lessing'leri bir baştan sonra tekrar okudum ("Gönülçelen" hariç, ki hiçbir zaman favori kitaplarımdan olmamıştır, benden tetikçi çıkmaz). Bu dönem okuyup da beni etkileyen kitaplar arasında bir de W. Somerset Maugham'ın "The Razor's Edge"i var. İki kitap kurdu evlenince, kitap sayıları iki katına çıkmasa da (takdir edersiniz ki, çok ortak kitap oluyor), epey artıyor. Bengü sayesinde Italo Calvino'ları okudum (o çok sever, ben de "sempati duyarım").
Hollanda
Hollanda'ya gelince, artık her gün toplu taşıma araçlarına 2 saatimi feda etme huyumdan vazgeçmek zorunda kalınca, kitap okuma eylemim bir hayli sekteye uğradı, bu yüzden kötü kitaplara harcamış olduğum değerli zamanımın acısı dört-beş katına çıktı. Dune serisine ilk lisedeyken, Cryo'dan çıkan oyununu oynarken heves etmiştim, filmini de (David Lynch'inki) beğenmişliğim vardı, ama bir türlü kitaba girememiştim. Hollanda'dayken girdim, ilk kitaptan çıkınca, belki sonrasında açılıyordur diye serinin 3 kitabını daha okudum kendimi zorlaya zorlaya, artık gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, yok, beğenmedim güzel kardeşim (benzer bir şeyi üniversitede yapmıştım - Adalet Ağaoğlu'nu niyeyse hiç sevmem (tanımam etmem), ama hiç kitabını okumuşluğum yoktu. Oturdum, kendimi zorlaya zorlaya "Ölmeye Yatmak" üçlemesini bitirdim, okurken afakanlar bastı ama bitirdim, ve beğenmedim. Şimdi diyeceksiniz ki "öyle istemeye istemeye neyi okusan beğenmeyecektin zaten!" ben de size diyeceğim ki, "bizim bir akrabamız var, ilaçları, kendi faydalı ama tadı kötü şeyleri filan istemeye istemeye yiyince fayda etmediğini savunur, bana ne?". Dune'un benzerinden bahsettik, bir de tersini anlatayım: Tarkovsky'nin "Solyaris"ini beğenirim, Lem'in kitabını da beğenirim ama filmin yeri bende özeldir. Buna karşılık, ne yaparsam yapayım, bir türlü "Stalker"ı izleyemiyordum, başlıyor ama devam edemiyordum ki, imdada, Strugatsky kardeşlerin filmin uyarlandığı kitabı yetişti. Kitabı okuyup, anlayıp, beğendikten sonra, filmi de izleyip takdir edebildim (izleme süreci bu şartlarda yaklaşık bir yıla yayılsa da). Stanislaw Lem'in yeri bu arada, her zaman için baş köşededir, yukarıda değinirken söyleyemedim, burada söyleyeyim.
Hollanda'da başka ne oldu? Filmine de, kendisine de hayran olduğum Miranda July'ın hikaye seçkisini ("Nobody Belongs Here More Than You Do") Hande'nin Edinburgh'ya gitmesini fırsat bilip, kitap fuarından getirttim, başucu kitabım oldu. Bir Türkiye ziyaretimiz sonrası bizimle gelen Fatih Özgüven'in "Bir Şey Oldu"su ile "Hiç Niyetim Yoktu" bizi heyecanlara boğdu (hele de ilk kitap)! Türk Edebiyatı'nda benim bildiğim bir ilk. Oğuz Atay'ın "Tehlikeli Oyunlar"daki Karagöz muhabbetini hikayede yapıyor özgünlüğüyle. Bengü Hugh Laurie'nin "The Gun Seller"ını almıştı, Yasemin'in "Laurie hiç Fry'sız olur mu!" deyişiyle, yanına Stephen Fry'ın ilk kitabı olan "The Liar"ını koyduk. "The Gun Seller" az beklentinize çok karşılık veriyordu, "The Liar" ise beklentinizin çok olduğunu düşünüp, bir sürü şey vermeye çalışıyor ve biraz da yüzüne gözüne bulaştırıyordu. Stephen Fry'a uzaktan saygı duymaya devam etme kararı aldım. Bu metnin iyice blog havasına girmiş olduğunu -biraz da yorgunlukla- görüyorum, o yüzden kısa tutacağım (zararın neresinden dönülse). Sevgili Neslihan "en" Briantje'den alıp okuduğum Susanna Clarke'nin "Jonathan Strange & Mr. Norrell"ı müthiş ve son derece eğlenceli bir kitaptı, yazarın diğer yapıtlarını ailecek dört gözle bekliyoruz. Sonra Thomas Mann okuyayım dedim, okudum ve öldüm. Ölmedim, ama neredeyse daha kötüsü oldu: bu sefer Schopenhauer'a yakalandım, hala etkisindeyim.
İspanya
Buraya geldikten sonra da bir şey okuyacaksam Schopenhauer okuyorum (onun dışındaki zamanlarda Proust'un "Kayıp Zamanın İzinde"sine başladığımdan (bu da -fkk'm Doğan'ın tavsiyesiyle- defalarca heveslenip bir türlü içine giremediğim kitaplardandı, kısmet Liliana'yaymış) bu döngüden kurtulacağıma da pek inancım yok açıkçası. Soran olursa "gündüzleri Proust, geceleri Schopenhauer okuyor" diyebilirsiniz, ne de olsa bu kısmın pek güncelleme göreceği yok.