üzüntü ve muz kabuğu ya da tv turpları (trupları – “tropes”) ve ben senin babanım

…koskoca galakside, galaksiyi geçin, galaksiler sisteminde kurtardığınız prenses aslında kızkardeşiniz ve o siyah başlığın altındaki kötü babanızdan başkası değil. Freudyen analizler bir yana, genelde maruz kaldığımız trup bu. Televizyonda/sinemada/kitaplarda daha bunun bin türlüsünü yiyoruz (bunun ve aklınıza gelen/gelmeyen her türlüsü için bkz. sonsuz bir memba olan tvtropes.org).

bıbıcım...
bıbıcım…

Aslında çok da çakılmayacak bir şey değil bu tesadüfler. Scalzi’nin Redshirts’ü tam da asıl (yan) oğlanın bunu çakması üzerine kurulu hoş bir okumalık, Lost’da da ben unutmuştum, geçen gün Adam Whitehead’in the Wertzone’unda Lost’un yeniden izlemesi üzerine aldığı notları okurken, orada da olduğunu görüp hatırladım: Jack, onların ada (“dizi”) için ne kadar önemli olduğunu, ölmelerinin mümkün olmadığını anladığında, küçük bir aydınlanma yaşar ama ne yazık ki diğerlerini buna ikna edemez…

For once, Jack has the right idea. And for once no-one listens to him, resulting in disaster.
For once, Jack has the right idea. And for once no-one listens to him, resulting in disaster.

Geçen sene keşfedip, çok çok sevdiğim, favori kitaplarımdan olan John Crowley’nin Little, Big’inde de karakterler sezer, şaşırmazlar pek. “Hikaye böyle istiyor” derler, başlarına çok da kötü bir şey gelmeyeceklerine inanırlar, başlarına kötü bir şey geldiğinde de Deus Ex Machina devreye girip, bir trenin tünele girip çıkmasına kadar olan zamanda hallediverir bütün dertlerini.

Peki bizler kimin yapıtındayız? Kim kolluyor bizleri, ne kadar ana karakteriz, ne kadar garantimiz var? Belli değil mi cevap (her birimizin inanışlarına göre illaki bir yanıtı var, herkesin her şeye bir yanıtı var…)

Biraz iç karartıcı bir akademik masal anlatayım: Bir zamanlar iyi bir üniversitede fizik okuyan üç, dört, beş altı yedi++ arkadaş varmış; bunlardan bir tanesi komikmiş, bir tanesi geekmiş, bir tanesi asosyal, bir tanesi parti canavarı filanmış, bildiğiniz grup dinamikleri işte, şöyle bir şeymiş (tangolar kendisiymiş, kim kime ne deseymiş…):

Cabin in the Woods ya da bizim fizikçiler kumpanyası
Cabin in the Woods ya da bizim fizikçiler kumpanyası

Hepsi de güzel okumuşlar, iyi dost olmuşlar, sky is the limit‘miş. Mezun olduklarında doktora sonrası araştırmacı olarak (bildiğiniz postdoc’luk) yurtdışı kapıları sonuna kadar açılmış, hepsi de süper yerlere gitmişler kolaylıkla.

Sıradaki trop’umuz: Geliştirme Cehennemi (Development Hell). İşte bir film fikri/sevdiğiniz kitap uyarlanmak üzere beğenilir, tamam denir, yönetmen, oyuncu arayışına girilir, sonrasında bir türlü tamamlanamaz, iki-üç senede bir reset yer, bekle bekle olsa bir türlü, olmasa bir türlü… grafiksel özetle:

Uzuuuuun!

İşte bu bahsettiğim fizikçi arkadaşların hepsi iki postdoc yapmışlar, hiçbiri iki sene sonrasında nerede olacaklarını bilmiyorlarmış, bu belirsizlik onları çok korkutuyormuş, sonuçta evli olanları varmış, çocuğu olan varmış… Bir tanesi yurda dönmüş, birkaç tanesi 3. postdoc’a başlamış, yurda dönen hakikaten de mucizevi bir şekilde pozisyon bulmuş, mutlu olmuş diyelim, diğerleri yurda dönene hem seviniyorlarmış, hem üzülüyorlarmış çünkü yurtta da durumlar biraz karışıkmış, mesela sokaklarda insanlar birbirlerini dövüyorlarmış, mesela bütün kurallara uyduğu halde 3 kere çok ciddi bir şekilde ezilmekten kılpayı kurtulmuş, mesela çok garip şeyler yaparak çok kolay şekilde para kazanan insanlar herkesten üstün olduklarını sanıyorlarmış (geçen hafta Ece’yi almak üzere çarşamba İstanbul’a gidip, perşembe döndüm ve bu nispeten kısa yolculuk zamanında şahit olduğum şeyler: molada arka koltuğa bir beyefendi ile oğlu eklendi: aslında yarım saat önceki otobüsle gidiyorlarmış ama “3 dakika” gecikmişler, döndüklerinde otobüsleri gitmiş, nasıl gidermiş? Sonrasında servisin kalkış saatini beklemek üzere servis alanına gittim, birbiri ardına servisler gelmeye başladı ama bir tanesinin yerine bir amca (o kadar da tabela ve şu kırmızı-beyaz hunilerden koymuşlar halbuki) arabasını park etmiş, plakasını anons ettiler, amca çıkıp bağırmaya başladı “5 dakika bilet alıp gideceğim, sen nasıl anons yaparsın!” diye (anons, da bildiğiniz, “bilmemne plakalı araç, servis bölgesindesiniz, lütfen aracınızı çekin” – yoksa aile bireylerine saydırma filan yok), kavga çıktı… evet, dışarıdaki gündelik hayatla hayatımdaki en büyük dertler bunlar, geç gelen yolcular ile yanlış yere park eden sürücüler, ne sanmıştınız!). Neyse ne diyordum, bu fizikçi arkadaşların akademik durumu ülkemize özgü değil, her yerde bu sıkıntı var, okumak başarılı olmak is overrated. Bizimki yine bir şey değil: bir arkadaşımız vardı, lisede süperdi, üniversite sınavında en yüksek puanla en yüksek tıp bölümüne girdi, sabahtan akşama deli gibi çalıştı, mahremiyet bölgesine zorunlu göreve gitti, döndü, biz yılbaşını kutlarken o nöbet tutuyordu, sosyal hayatı bildiğim kadarıyla sıfırlandı… “ama yaptığı işten aldığı tatmin duygusu…” evet. Hasta yakınları doktorları ne yapıyor biliyor musunuz? Evet, evet…

Sizinle bir iş ortaklığı kuralım, bir arkadaşımın kardeşi anlatmıştı: paraları kalmadığında doğal parkın girişinde durup, sahte bilet keserlermiş. Doğup büyüdüğünüz yazlık kasabada güzel bir sahil olsun, bir de iyi kalpli, “girişken ruhlu” arkadaşınız. Bu arkadaşınız plajın bir kenarına 3-5 şezlongu yığsın, isteyene günlük kiralıyor olsun. Siz daha akıllı olun, plajın en güzel yerine 20 tane şezlongu kurun, o bölgeyi kapatın, oturmak isteyenlerden arkadaşınızın istediği paranın 2 katını alın. So far, so good… Ertesi sene orayla hiç alakalı olmayan, denizi bir ihtimal hayatlarında ilk defa gören arkadaşlar gelsin, bütün plajı kapatsınlar şezlonglarıyla, Deli Dumrul misali oturandan x, oturmayandan y para alsınlar bu hizmetleriyle. Hala iyi zamanlardayız. Sonra, bir akşam, o bölgenin “abileri” gelsin, bu yeni arkadaşlara desinler ki, bize her gün için xx para vereceksiniz, yoksa burada barındırmayız sizi. İşte bu, girişimcilik 101! Adama kişi başına 20TL veriyoruz (pazarlık yapınca, bize de acırlarsa 15 aldıkları da oluyor), öyle bir tomar para çıkarıyor ki verdiğimiz parayı koymak için, ya diyorum, şu fizikçi arkadaşları çağırıp, gözümüzü karartıp biz de mi girsek acaba lokal mafya işine?

Tekrardan soralım: Hiç arada sırada sokakta yürüyor musunuz? Peki biz kimin hikayesinin karakterleriyiz?

JD’nin vaktiyle çok doğru tespit ettiği üzere:

JD & Turk, sidekick

idwtlotpam (bgdfyi) / “bitse de gitsek..”

idontwanttoliveonthisplanetanymoreÖzellikle yaşlı hocalarda beni hala şaşırtan bir idealizm var. Bir umut, her zaman için bir çözüm olabileceği inancı.

Bende ondan yok. Belki duymuşsunuzdur, Anthropocene diye bir terim çıktı: buzul, cilalı-taş gibi, bir çağı anlatmakta kullanılıyor. İnsanın dünya üzerinde epey derin izler bıraktığı bir çağı. Bir başka terim daha var (Schopi iyi bilir bunu) ama yazmıyorum. Buzullar eriyor, dünya batıyor — George Carlin diyor ki “dünya yine burada olacak, ama biz o dünyada olur muyuz, bilemem — hem belki de bizim burada bulunmamızın tek nedeni dünyanın plastiğe ihtiyacının olmasıydı.”. Bitsin de gidelim.

Bir sürü problem. Kalabalık, gürültü, kirlilik, yiyecek, kıtlık, fakirlik. Kafamda birtakım açıklamalar var ama çözümler yok (en azından şimdilik — geçen gün Elon Musk da “harbi harbi simülasyonda yaşıyor olabiliriz..” deyince yüreğime su serpildi.

Sonra diyorum ki, ne insanlar geldi geçti: tamam, sevmem etmem ama Sartre; bilmediğim, bir türlü öğrenemediğim Beckett, benden on bin kere daha zeki, daha duyarlı nice insan (İlhan İrem), ilk defa metroya binmişçesine birbirleriyle yüksek yüksek tepelerden konuşan bakımlı yaşlı teyzeler… Ben bir hissediyorsam, onlar yüzbin hissediyorlar, nasıl dayanıyorlar? Ben nasıl dayanıyorum? Teyzeleri ve İlhan İrem’i pas geçersek, onların da işlerin iyi olacağına dair zerre kadar bile umutları ya da inançları yok. Benim tuttuğum yol, haddim olmayarak Kurt Vonnegut’un yolu. Makroya takmayıp, mikroda elden geldiğince yaşamak. Bu yol zor – insan Hopper’a, Carver’a kayıyor; dudağının kenarındaki tebessüm bir anda siliniveriyor.

Bakın, size daha önce bahsettim mi bilmiyorum ama geçen sene harika bir kitap okudum: John Crowley’nin Little, Big‘ini. Şimdi konusuna bakarsanız “periler falan filan…” bir şeyler göreceksiniz, bir şey diyemem. Azıcık spoil geliyor. Kitap gayet güzel, dertsiz tasasız giderken, bir anda pat diye (tarihten) bir tiran çıkıveriyor, güçleniyor, eziyor… Kitap tatsızlaşıyor gibi oluyor (bu konuda bkz. Atilla Atalay’ın “Bid Bid Zelha” hikayesi) sonra bir anda… bir anda sorun çözülüyor. Deus ex Machina ama zaten HHGTTG’de de kedili yazarı ziyarete gitmiyorlar mıydı, daha ne gerek?

Bir gün oturacağım ve deneyeceğim, doğrusunu isterseniz hayatımdaki en büyük hedeflerden biri bu: hiçbir şeyin kötü gitmediği, okuru kötü gidecek diye endişelendirmediği bir hikaye yazmak. Adı “mutluluk” gibi bir şey olacak (herhalde bu, edebiyatta adı “mutluluk” olup da, gerçekten mutluluğa dair bir şeylerin olduğu ilk eser olur). Yapması çok zor da değil; rahmetli Iain M. Banks “Inversions”da örneğini verip, yolunu göstermişti. Belki o zaman gökten bir deus ex machina da bizim başımıza düşer.

O zamana kadar nasıl mı baş etmeli? O zaman dans! Renk! (enter Igor Moiseyev)