Internet Haftası

Yakın zamanda haberdar olduğum, takip etmeye başladığım siteler, bilgi yumakları.. Az evvel bir önceki girişi tamamlayabildim, o yüzden detaya girmeden hızlı hızlı yazacağım, yorgunum çok):


A.V. Club
– Şık sinema / kültür sitesi. Yalnız buraya ilk geldiğimde burası vesilesiyle öğrendim ki Haneke, Funny Games’i Amerikanca çekmiş (mot o mot), bunlar da aman pek bir bayılmışlar… Yalnız, Haneke’den o kadar nefret etmeme karşın, amcayı bir konuda takdir etmekten kaçamadım: Filmde oyuncu olarak Naomi Watts’ı seçmiş. Yani değil dünyayı, kainatı arasa, hatta uzay-zaman diyelim, en geneli olsun, daha iyi bir kurban oynayacak dişi bulamazdı. Hemen Janet Leigh (Psycho) gelse de akla, nein.

4chan – Beni aşıyor ama saygı duyulası bir kaynak.


Skepsisfera
: Bilimsel blog, kafa çocuk, benim konuya da yakın, daha ne?
(Bir de buradan söylemek isterim ki, 1 yıl içinde bu dünya Ising 3D’ye, GUT’a, Poincaré’ye ve N=NP?’ye cevap bulduğunu iddia edenleri gördü (bildiğim kadarı ile bir tek Perelman’ınki doğrulanmış durumda – GUT ile N=NP?’nin fena halde trişka olduklarından şüpheleniyorum ama okuyup anlayamıyorum, altyapı yok. 3D Ising’in sağlam olabileceğini de buradaki hocam söyledi, ben onun post-doc’uyum.

İç Mihrak
– Öyle böyle değil, çok sağlam, Böyle güçlü bir sesin Türkiye’den çıkması, göğsümü kabarttı, gurur duydum çok.

Kapanışı xkcd‘yle yapalım, her geçen gün kendini aşıyor bu arkadaş da:

http://xkcd.com/182/ Nash Feynman

Sinema Haftası

Önceden çok film seyrederdim. Ben. Sonra Bengü’yle -eskisi kadar çok olmasa da- yine de hayli film seyretmelerde bulunduk. Biz. Ondan sonra Ece doğdu, zaman doldu, bir filmin giriş-gelişme-sonuç kısmı uzun zamana yayılınca tadı kalmadı, her seferinde bu kim, bu ne yapıyor derdine girmemek için, kendimizi dizilere vurduk, öylece de kaldık. Biz, üçümüz.

Bildiğiniz -ya da ne mutlu ki bilmediğinizse eğer- üzere, Amerika’da emekçi dizi yazarları sınıfı ekmek kavgasında haklarını aramak üzere kahpe oligarşiye karşı grev ilan ettiler, o sırada dünya tabii ki sekteye uğradı, ne yapacağımızı bilemez olduk, birlik beraberlik yerine kaos ve anarşiye bıraktı.

Biz de (taze) dizisiz kalınca, bir müddet alternatiflerle idare ettik, işte bildiğiniz üzere, Psych’a geçiş yaptık, beğendik ama yedik onu bitirdik, aralarda Northern Exposure ilaç gibi geldi, benim Numb3rs’la bir takım çapkınlıklarım oldu, vesaire… Nihayetinde, diyeceğim odur ki, olan dizileri de tüketip, mecburen yüzümüzü sinemaya çevirdik.

MirrorMask – Darjeeling Limited ve No Country For Old Men’i yazmıştım zati, şimdi listeyi kronolojik olarak güncelleyelim: Juno; Interstate 60; Once; A Praire Home Company. Madde madde yazınca pratik oluyor, o halde buyurun bakalım:

  • Juno : Filmi ilk olarak birkaç ay önce, buradaki bir hocadan duydum. O sıralar Rotterdam Film Festivali vardı (ama sonradan anlaşıldı ki filmle Rotterdam Film Festivali arasında bir ilgi yoktu) ve bu sebepten dolayı ben bu filmi a) “sanat” filmi ve konusu itibarı ile de b) İngiliz filmi olarak algılamış idim. Hocanın söyledikleri arasında filme en ilgimi çeken şey, sömürüye hayli açık bir konunun hiç de öyle ağlak muhabbeti yapmadan, handiyse eğlenceli, güle oynaya bir şekilde çekilmiş olması oldu. Daha önce de kırk defa söyledim, bir filmdeki karakterler kendilerine acımıyorlarsa, başımın üzerinde yerleri var (bkz: Kaurismäki, ve “Slav”lar üzerine bu konuda yazdığım ibretlik yazım). Juno da hayli tatlı, normal şeyleri normal gelmeyecek kadar normal anlatan bir filmdi. Ayrıca Allison Janney adındaki bayanla da hayranlıkla tanışmış olduk bu sayede.
  • Interstate 60 : Gürer sayesinde haberim oldu. Bob Gale, Back to the future co-writer, bunda yazan yönetmen. Biraz geçkin bir WoZ(ardoz), hiç olmamış yol hikayesi, “fuck”lı naiflik. Ama Gary Oldman sürprizi var, film eğer Gaiman’ı bilmiyorsanız ve daha önemlisi Tim Burton’ın Big Fish’ini izlemediyseniz daha güzel olur. Güzel bir pazar sabahı seyirliği. JAmes Marsden Cyclops olmadan evvel ama yüzü çok güzel, daha eblek olasıymış (mesela Ted Mosby).
  • Once 2007Once : Once… Ah Once. Kekliğime veriniz, bu filmden bir şekilde haberim olmuştu epey önce ama zamandan beridir küçük bağımsız bir yapım zannedegeliyordum (ki öyle tabii biraz da). Neyse, işte bu dizi kıtlığında aklıma geldi tekrardan, gittik edindik, çok beğendik. Sonu itibarı ile – neyse spoiler olur ama işte amaaaan, olursa olsun Lost in Translation ile ilginç bir şekilde Duvara Karşı’yı getirdi benim aklıma. Film olarak da, kalbimizde apayrı bir yeri olan Before Sunrise’ın gölgesinde bir yere koyduk kendilerini. Bu film de, o film de karakterleri itibarıyla içinizin ısındığı, kanınızın kaynadığı filmler… Sanki oyuncuları arkadaşlık mertebesinde tanıyormuşsunuz da, şöyle bir film çekelim deyip, doğaçlama / belgesel tadında takılmışlar. Bize de keyiflice izlemek düşmüş. Ayrıca, şu Oscar törenindeki yarım kalıp sonrasında tamamlanan konuşma olayı da tuz biber. Maşallah diyelim. Zaten Hansard ile Irglová birliktelermiş filmden sonra gerçek hayatta, Allah tadlarını bozmasın.
  • A Praire Home Companion : Ummadık taş baş yardı. Robert Altman’a öyle büyük bir düşkünlüğümüz yoktur (M.A.S.H. onun muydu – bakayım… evet, onunmuş), Raymond Carver’ı ki, o kadar severiz ailecek, Short Cuts filmine iki-üç kere başladık, hiçbirinde tamamlayamadık (halbuki film kötü de değil ama bir de Voksne Mennesker’de başımıza geldi bu başlayıp başlayıp tamamlayamama durumu). A Home Praire, radyo kültürüne bunca uzak oluşumuza rağmen, bizi “ekran başına kilitledi”. Çok candan ve sıcak olmuş, işte yine Robert Altman’dan dengeli karakter dağılımı dersleri var, sonrasında araştırdım işte gerçek versiyonunu filan, filmden aldığım zevk bir kat daha arttı. Ve bir de not, Bengü’ye de söyledim, klasik müzikte nasıl ki, en “popüler” olanlar en usta, en iyi olanlarsa, arada sırada sinemada da böyle örneklere rastlıyorsunuz. Meryl Streep ya! Sırf bunca ünlü olduğu için kötü olacağını düşünüyorsunuz ama müthiş sayın seyirciler. Bir de Brad Pitt’te böyle bir yanılgıya kapılmıştım da, ilkin 12 Monkeys’de, ardından Fight Club’da ağzımın payını vermişti.
  • Yani diyeceğim odur ki sevgili okur, çok uzun bir aradan sonra epey bir film seyrettik, iyi de ettik.

    Ah, bir de şunu keşfettim: Independent Spirit Award; ilgili bağlantıdaki listelere bir göz atın derim.

Fatih Özgüven – Bir Şey Oldu

Fatih Özgüven’i severim, sinema yazılarını da yaşlı amcaların Hasan Pulur’u okuyuşu gibi onaylaya onaylaya okurum. Seneler seneler evvel (ahanda şlak 1995!) Kelepir’dendi sanırım, Esrarengiz Bay Kartaloğlu‘sunu almıştım da, bir türlü kitabın içine girememiştim. Aklımda kalan tek şey Commodore 64’te dizdiğini ek bilgi olarak belirtmiş olmasıydı. Tipini de -nedense- sevgili Yağmur’a benzetirim. Ah, bir de çevirileri iyidir. Özellikle de Jonathan Ames’in Gece Gibi Geçiyorum çevirisi, orijinalini aratmaz (baktım, oradan biliyorum, multilingual insanıyım ben, please..).

İşte, iki kitabını da çıkarınca, heyecanlanmadım, diyemem. Eki de beğenmiş hem. Ne duruyoruz? Bengü gelmeden almış idi kitapları, okumak Bengü’nün gidişine nasip oldu (Bir Şey Oldu’yu okudum henüz). Fatih Amca eleştiride iyidir ama insan kendi evladını görünce kusurlarını göremiyor anlaşılan. Ama öncelikle:

Hikayeler Batılı. İyi anlamda batılı. Turgut Özben’in Karagöz-Hacivatı istememesi kadar batılı. O şark işi ille de bir şey olacak kaygısı yok çoğu hikayede, onun yerine derin bir tını var, derin bir tını bırakıyor, derin bir tını kalıyor.

Şimdiiii:

Fatih Özgüven’in iyi bir editörü yok.

Fatih Özgüven’in kitabı Türkçe yazılmıştan çok Türkçe’ye çevrilmişe benziyor. Olgular batılı, çok normal, anlaşılır ama kardeşim gelip de bana : (arka kapaktan alıntılıyorum, kitaptan bulamadım şimdi bu kadar keskince söylemek istediğim şeyi veren bir kısmı) “genç bir adam yanında siyah deri taklidi bavullarıyla bir yabancının arabasına binip bir şehirden ötekine gidiyor” deme lütfen. Ben bunu demem, benim tanıdığım kimse bunu demez. Genç bir adam Türkiye’de yok, siyah deri taklidi bavullarıyla kimse bir yere gitmez, velev ki bir şehirden diğerine… (Bir de Michel Butor, Şadan Karadeniz(?) Dönüşüm vardır, oradaki “sıcaklık yayan metal zemin” vardır, olmasa idi daha iyi olacaktı ama… Halbuki ve eğer Ş. Karadeniz’se gerçekten ne iyi çevirmendir, o kitap da çok iyi çevrilmiştir, bu kitap (U. Eco Gülün Adı) da. Ama Gülün Adı’nda da İbn Bilmemkim’le İbn Bilmemkim’i ilk baskıda Latince isimleriyle vermişti, değil mi? Neyse, olar böyle vakalar..)

Fatih Özgüven sandığımdan daha yaşlı, ben bunu artık biliyorum ama o bunu bilmiyor: “Gürol (…) neredeyse parayla diploma veren üniversitelerden birinde işletme okumakta olan Selin’e tanışır tanışmaz ‘vermek’ istediğini annesine anlatmayacaktı. Annesi nasıl olsa anlayacaktı.”. Fatih Özgüven’in editörü de yaşlı. Fatih Amca, Fatih Amca! Hey! Bana bak! Editörünü değiştirsene! Sana, üç kelimesinde üç yanlış olan üç kelimeli cümle yaramaz! Bana bak! Hey! Sen! Dönek okur! Benzerim! Kardeşim benim! Kızlar oğlanlara verir, oğlanlar kızlara değil!

Roald Dahl’ın nefis bir hikayesi vardır, o hikayede bir oğlan vardır, vejateryen bir akraba tarafından yetiştirilir, harika vejateryen yemekler yapar, yeteneği, dehası vardır bu konuda, hangi ot neye iyi gider, bilir. Yaşlı akrabasıyla izole bir yaşam sürerler, diğer insanları bilmez. Derken günün birinde akrabası ölür. Oğlan şehre iner. Akrabası buna hayli para bırakmıştır, hilebaz avukat bütün parayı elinden alır ama. Sonra oğlan bir lokantaya gider, ilk defa et yer, çok etkilenir. Etlerin üretim yerini ziyaret etmek ister, tarifi alır, mezbahaya gider, ziyaretçi olarak girer, bir anda bir çengel yakalar bunu bacağından, alaşağı eder, bir el uzanır, boynunu keser. Bir gelincik sinsi sinsi kanar. Hikaye bittiğinde beyninizin bir parçası hala avukatın ofisinde “aaa çocuğu kazıkladı yazık yahu!” demektedir. Böyle de bir twist. Fatih Özgüven de hikayelerinde bunu yapıyor güzelce ve kayıtsızca. Başta dediğim tını etkisini buradan sağlıyor. Ama Roald Dahl’ın aksine o bunu bir olaydan başka bir olaya geçerek değil, bir olaysızlıktan bir olaya geçmeyerek yapıyor: beklentinizle (böyle biraz çocuk) kalakalıyorsunuz.

Gelelim hikayelere:

Penguen Masalı – Atilla Atalay öldü mü, ıssız acun kaldu mu? Ve başka bir takım yazarlara tribute, açılış hikayesi olarak çok iyi seçilmiş bu arada.

Akıllı Şey – Ben kafamda DJ Qualls diye canlandırdım hep. Sonu çok avam danone olmuş ama girişten sonra gelişme hikayesi bağlamında yeri epey güzel.

Büyük Yeşillik – Tam Mehmet Batur’un hayran olacağı bir hikaye. Çok çok sağlam. “Keşke,” dedirtiyor insana, “sinema ve bir şeyler bölümünde öğrenci olsaydım da, kısa filmini çekseydim.” 10 puan!

Arkasındaki Hayal – Çok alakasız ama doğal olarak W.B. amcanın Naked Lunch’ındaki o kısacık bölüm geliveriyor insanın aklına. Bir de Miranda July’ın Birthmark’ı tabii ki (bu alakalı olarak). Kitapta en beğendiğim iki hikayeden biri oldu (diğeri Öteki Adres).

Gürol’un Annesi – belgesel. Yaşlı amcalık olmasa çok daha iyi olacaktı. Gürol değil de annesi anlatsaydı mesela. Nur Çintay’a askeri hapishaneden(?) yazılan şu makarnalı mektup ile onun Nişantaşı’ndan yazdığı cevap, 25. saat belki? Anne çok iyi konuşturuluyor, keşke anlatan da o olsaydı.

Seyahatte ve Ölümde – Bırak allasen. İlle ki “gizlice” içerilecekse, bari daha iyi bir hikayeden paye verilsin değerli kişilere.

Öteki Adres – Okuduğum en iyi Türkçe hikayelerden biri. Hem göstermedikleriyle, hem anlattıklarıyla ve anlatımıyla, hem de diliyle. “Bir şey mi oldu?”.

Doğum – Kim sormuştu genç şaire ilk soru olarak “Türk Şiirindeki hangi boşluğu kapamak üzere sahne alıyorsunuz?” diye. Banu Takşüt – Bebeğim Öldü varken, gerçekten gerekli miydi böyle bir hikaye? Yine de “Bakkaldan birisi çıkıp ona baktı, sonra içeri girdi, elinde bir tabureyle yeniden dışarı çıkıp tabureyi işaret etti. Rabia görmedi.” için ölünmese de, pekala, bayılabilinir.

Kader Müziği – Reserved. (as in “Mmmmm”).

Asansördeki – Verdiğinden daha fazla şey vaat ediyor. Kesinlikle. O yüzden hak etmediği halde hayal kırıklığı vermişçesine karşılanıyor gelmişçesine şarkılanıyor.

Hayvanların Alemi – Hangi dergi basardı bunu? (Hiçbiri?)

Boğaziçi Cinayetleri – Sizin olsun.

Bir Şey Oldu – Muazzam bir kapanış.

Ayrıca – Bir Sarışın Melek – Şahane. (Vodafone reklamlarındaki gibi okunacak)

Bunu F.Ö. okuyacakmış gibi yazdım, yazmaya başlarken değil de, yazmanın ortalarındayken fark ettim böyle yazmakta olduğumu. O yüzden bir zahmet bir tanıyan sevabına iletirse kendisine (Gerek kalmadı, sağ olun, var olun, D.B. çok süper bir amca çıktı bu arada, bu vesileyle on bin tekzipler), belki hoşuna gider, belki hoşuna gitmez. Kendisi bana borçludur, vaktiyle ai no corrida’yı onun yüzünden seyretmişliğim vardır (ne kötü ne fena ne pis).

Sizi seven sururi, anne eleştirmenliğim geldi.

Son söz: İngiliz bir şey. Forster? Değil ama kesinlikle Bilge Karasu’nun sevdiği biri. Hemingway’e öykünen mi? Çok çok az, öyle olduğunu demenin haksızlık sayılacağı azlıkta. Salinger var mı? Çok şükür yok (Akıllı Şey’de olabilirmiş ama titreyip kendine gelmiş yazar).

The Darjeeling Limited / No Country for Old Men / Lost

ya da Sabun Köpüğü / TV Kafa!

Uzun uzadıya yazamayacağım ama:

  • The Darjeeling Limited: Wes Anderson’ı ailecek severiz çok. Geçen gün bir siteye bakıyordum da (Rotten Tomatoes’du sanırım), bu filmin reklamını gördüm, ancak öyle haberim oldu (çoluk çocuğa karışmak). Hemen ediniverdim bir yerlerden. Sonuç — İyi haber : Fena film değildi. Kötü haber : Wes Anderson’ın en kötü filmiydi. Ayrıca Owen Wilson ne kadar Robert Redford. Sonra Bengü’yle en beğendiğimiz Wes Anderson filmi hangisi ola ki konusunda istişarede bulunduk, o Rushmore ile The Royal Tennenbaums’u pek hatırlamadığını söyledi (e geriye kalıyor zaten bir bilmediğimiz bottle rocket ile bildiğimiz Life Aquatic With Steve Zissou) ben de Rushmore’un en favori Wes Anderson filmi olduğu kanaatinde olduğumu söyledim, konuyu kapattık. Ayrıca günün saptaması benden geldi: Müzikteki Cake’in sinemadaki karşılığı Wes Anderson filmleridir. Anahtar kelime: cool olmayan şeyleri cool bir biçimde yapma sanatı.
  • No Country For Old Men: Coen kardeşleri eskiden severdim. Eskiden olduk şimdi. Evet belki şaşıracaksınız ama Fargo’yu beğenmemiştim ben. O’ Brother Where Art Thou’dan öygh gelmişti, çok çok fena idi. Sonra Intolerable Crulety pofffff, Ladykillers’a gitmedim bile. Bu arada çıkanlardan bir tek The Man Who Wasn’t There idi, bir tek o. Halbuki Barton Fink – başyapıt! Hudsucker Proxy – deha işi! Big Lebowski – İlahi! (Blood Simple’ı pek hatırlamıyorum doğrusu ama Raising Arizona da tam olması gerektiği gibiydi). Neyse, ümidimi kesmiş idim ki, şu son filmleri aldı başına gidince merak ettik, etmez olaydık. Arkadaşlar, buradan duyuruyorum ki, bu Coen Biraderlerle her türlü dostane, ticari ilişkimi kesmiş bulunmaktayım, eğer olur da gelir benim adıma sizden para filan isterlerse vermeyiniz.
  • Lost: Kötü, daha da kötü oldu, bırak allasen. Bu kadar yazmam bile ona övgü. 8P (Ayrıca dünya bir yana, Sawyer bir yana, yiğidi öldür hakkını yemeyelim)

Yaslı gittik şen geldik, merhaba Fişek, biz geldik!

Deneme bir-ki!

Baba ve Kızı

Efendim, belki fark etmişsinizdir, birkaç gündür kepenkleri indirmiş idik. Sebebi de, ODTÜ bünyesinde varlığını sürdüren bu sayfaların, ODTÜ’den haklı olarak “vakit de geç oldu…” uyarısı alması ve akabinde kendisine yeni bir yuva bulma arayışına çıkması idi.

Sağolsun, Barış hemen kendi yerinden teklif etti, gönlümde tabii ki baba ocağı, nam-ı diğer Fişek Bilişim‘e konmak vardı ama şimdiye kadar her bilişimsel sorunumda yardımıma koştukları, bana mecazi ve literally kucak açtıkları için, bir sefer de onları rahatsız etmeden halledeyim şu işi diyordum. Dün akşam Barış’ın yerini ayarlarını filan kurcalarken sevgili cihan değer kraliçemin radarına yakalandık, o da heman patron’a pasladı bizi – hostinken sorunum da birkaç dakika içerisinde tarihin tozlu sayfaları arasında yerini aldı…

Duyduğum minnetle ısrarla www.emresururi.com yerine sururi.fisek.com.tr‘yi kullanmak istedim amma patron bu noktada da “kem küm”lerimi dinlemedi ve işte aynı kanalda, aynı saatte yerde karşınızdayım efendim.

Fişek Bilişim’e, baba ocağıma, Doruk ile Didem’e dijitalden analoğa mazimdeki katkıda bulundukları bütün o oylumlu yapıtaşları için: sağolun varolun!