-Geçen bölümün özeti: Bir ninja olan Gürer-san, Sururi’nin bir anlık gözlerini kaydırmasını fırsat bilerek dumanlar eşliğinde kaybolmuştur. Emre de, onu ilk seferde bulup çıkardığı Japonya’ya doğru yola koyulur.
Aktarmayı Heathrow’dan yaptım, vizem yok tabii İngiltere’ye, biraz paranoya yapmadım değil ama çok gerekli değilmiş paranoya. Terminallerin ayrı olmasına rağmen bizi otbüslerle aktardılar. Aa, ondan önce: Londra’ya BMI ile uçtum, bilmediğim bir şirket, ama İngiliz hostesleri var, pek de yoğun aksanlılar sağolsunlar. Buraya yazmadım, hep yazacaktım, biliyorum ama bir türlü yazamadım – bu seneki doğum günümü en çok damgalayanların başında üç kişi var idi : birincisi benim bir tanecik Ece Böceem, ilk defa olarak doğum günümü kutlayabildi, ikincisi İngriş kankam Andy bana Beatles’tan Happy Birthday’i söyledi (hayır, onun doğum günü too, değil, facebook’taki status update’ime bu şarkıyı yazdığımı görmüş), bir de Japonya’dan has be has bir Japon tarafından doğum günüm kutlandı, o da çok beklenmedik bir sürpriz oldu. Neyse, Andy geçen haftayı İngiltere’de geçirecekti de, konu siparişlere gelince, İngriş kızlarından mevzu bahis açıldı (artık nasıl oluyorsa!), Andy benim tarifimi dinledi, dinledi, sonra dedi ki -her zaman diyor- “Emre, biliyorsun, bizim oralarda kızlar genelde 100+ kilo oluyorlar..”. Hostesler de chubby olmakla birlikte, pek bir güleryüzlüydüler. İçecek olarak, Andy’nin kulakları çınlasın, klasik sütlü çay söyledim, ahanda bkz. şekil A, Lipton filan hikaye, Twinnings’ten başka hiçbir markanın esamesi okunmuyor:
as clean as a whistle…
(please use this bag to tidy any rubbish)
Çayı işte böyle hazır kupada veriyorlar, yanında da üç küçük kapta süt. Şimdi üç tane süt pakedi verince, normali ikidir herhalde deyip, ikisini ekledim çaya, üçüncüyü de doğrudan lüplettim, güzel süttü, yağı filan yerindeydi. Ve inanır mısınız çay, sütlü çaydan çok, başka çaya benziyordu, hiç sırıtmadı yani. Ama bunun sebebinin çay mı yoksa çayı içmekte olduğum coğrafya ve fauna/florası mı olduğu tartışılabilir, ona bir şey diyemem.
Uçak alçalırken önce Thames’i, sonra Millenium Eye’ı ve onun karşısında Big Ben’i gördüm. İngiltere’yi seviyorum ben yahu!
İşte oradan aktarma yaparken havaalanında sorun çıkmadı lakin, Japonya uçağına girerken biraz işlem yaptılar – malumunuz Japonya vize istemiyor ama ben de İngiltere’den öyle elimi kolumu sallaya sallaya geliyorum yani.
Japonlar nazikler. Japonlar inanılmaz derecede nazik ve güler yüzlüler. Şimdi diyeceksiniz ki doğal olarak, ben de hostes olsam ben de öyle olurum — nein davut, sadece hostesi değil, uçaktaki Japonları da güler yüzlü idi bu milletin. Yani 12 saat geçirdim o uçakta, az uyudum ama güzel geçti artık nasıl oluyorsa, öyle kakara kikiri de yapmadık kimseyle, memleket nire, yolculuk nereye muhabbeti de.. Sonuçta Japonları da seviyorum ben yahu! Bol bol yeşil çay içtim sıcağından da soğuğundan da (soğuğu / yani ice-tea kıvamında olanı pek bir şeye benzemiyor bu arada). İki bölüm Frasier vardı uçağın deposunda, onları lüplettim, bir de Fleetwood Mac dinledim, beğendim (Dreams), patronun da kulaklarını çınlattım Sibirya üzerinde bir yerlerde…
Narita Havaalanı’na indikten sonra bir müddet bürokratik kuvvetlerle görüştük, malum resim çekiyorlar, parmak izi alıyorlar. Bir de gümrükçü amca ile biraz oyalandık, sonra gelsin Japonya! Ben burasının elektrik / priz standartlarını Avrupa ile aynı sanıyordum, değilmiş, havaalanından adaptör aldık. Narita’dan Tsukuba’ya geçtik, yaklaşık 1.5 saat tuttu minibüs ile. Hava güzeldi bugün (şimdi saat 21.00), hava durumunda şimşek fırtına görünüyordu oysa ki.
İşte böyle arkadaşlar. Pek gezmeye fırsatım olmayacak – sunumlarım yarın değil, öbürsü gün (perşembe), onları tamamlamam gerekiyor ama gördüğüm, hissettiğim çok güzel. Yeşil memleket bir kere, elfler filan… Yemekleri de hakikaten lezzetli, samimi söylüyorum – untempered yedik damardan, tavuk, çorba, pilav güzeldi, hayli yenebilirdi.
Bunları yazarken Erasure dinleyegeldim, oh olsun, şimdi söyleyeyim de üzerinize bulaşsın!
Not: Gürer’i hala bulamadım, saptayamadım..