İnsan -niyeyse- 40 yaşa önem veriyor. Bu satırların yazarı yours truly bile bir güzelleme/değerlendirme/ahkam yazısı çekmişti vaktiyle (orada Gürer’e kapak olsun mahiyetinde attığım yorum DEVO’nun – Whip It’i çıktı bu arada, iyi mi! Hayatımız self referans, self reverans, reviendra…). Halbuki 40 geçip gitmişti pek öyle dramaya yer vermeden. 42 farklı çıktı. Bunda tabii ki soğuk, kayıpla geçen baharın (bahar demeye dil varmaz) etkisi var. 40 yaşımda yaptığımı sandığım muhasebeyi 42 yaşımın ertesinde yapar buldum kendimi. Okumaya devam et “Bir Hobbit’in Güncesi: Oradaydım… Hala buradayım.”
müzik, müzik, müzik… (ve onlarca bağlantı)
Bugün RHCP Anthony Kiedis’in 2002’de gerçekleşen Talking Heads’in Rock and Roll Hall of Fame’e kabul edilmelerinden önce yaptığı davet konuşmasını izledim. Konuşmasına o günün daha öncesinde yapılan Ramones’in takdimini gerçekleştiren Eddie Vedder’ı iğnemelerle başlıyor (ama hakikaten de Eddie, o da neydi öyle yahu! Biz seni hep Ramones’in 96’daki veda performansında pinhead olarak sahne alışınla hatırlayalım pls!). Bu videoya Tina Weymouth videolarını (çok güzel bir örnek olarak, bkz. Connecticut Women’s Hall of Fame – Tine Weymouth Tribute) izlerken ulaşmış idim. Kiedis, Talking Heads’den bahsederken, onların hayatında ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu, 77’de onları ilk defa Psycho Killer ile dinlediğinde nasıl da çarpıldığından yola çıkıyor. “Smart kind of cool”. David Byrne de bunu diyordu zaten: “dans edilebilir entel bir müzik yapma hedefimiz vardı” mealinde. (Ayrıca, ortalara dönersek, Dee Dee kırgın, John her zamanki bönlüğünde, Marky hemen her zaman olduğu gibi ortalığı toplamaya çalışıyor; Just Heads çok uzun bir zamandır David Byrne’e küsler).
John Strummer, Jarmusch’un Mystery Train’inde Elvis kılığında çıkıyor.
Okumaya devam et “müzik, müzik, müzik… (ve onlarca bağlantı)”
Arkadaşımın aşkısın. Arkadaşımsın aşığım. Aşığımın arkadaşısın.
Ece ile geçen senelerde eski Türk filmlerini (Hababam Sınıfı, Ertem Eğilmez filmleri filan) seyrettik güzelce; bu aralar da gençliğimizin filmlerine takılıyoruz. İşte geçen haftaydı sanırım, Jennifer Garner’lı “13 going on 30 (2014)“yi seyrederken (daha öncesinde birkaç teşebbüsümüz olmuştu ama Nergis Hanım kendi küçüklüğünde seyretmiş olduğu “Freaky Friday“in (1976, Jodi Foster oynuyor hem de!!) ayyyyyyyyynı tadını bulamadığından, biz de o zaman 13 going on 30’yi kapatıp, Freaky Friday’in Jamie Lee Curtis ve Lindsey Lohan’lı 2003 çevrimini izlemiştik). İşte geçen haftaydı sanırım, Jennifer Garner’lı “13 going on 30“yi seyrederken, onda sonlara doğru bir sahne var, işte Jennifer Garner Hulk’a diyor ki, bana ne bana ne beni al beni al onu alma, bir yandan da 13 yaşındaki bir kız gibi ağlıyor yazık yavrum (hazır Jennifer Garner demişken:
Okumaya devam et “Arkadaşımın aşkısın. Arkadaşımsın aşığım. Aşığımın arkadaşısın.”
Big in Japan (bigicepen)
Benim için: Japonya. Garip bir yer, garip adetler, stranger in a strange land. Bir arkadaşım var, “Spotify kendisini yanlış tanımasın” diye, bazen aklından geçen şarkıları çalmaktan çekiniyor. Ben ise geçen gün bu konuda nirvana’ya ulaştım: Sleater-Kinney, Jose Carreras, Iron Maiden’ın Eddie’si ve Zeki Müren el ele vermiş, “your daily mix” kısmında bana bakıyorlardı. Bu durum bir Youtube’un kafasını karıştırmamışa benziyor zira birkaç ay evvel bir tane hiphop/rapçi; geçen hafta da bir ska grubu önerdi (this and this):
Wednesday Campanella – Shakushain (İngilizce altyazılı olarak da takip edebilirsiniz)
Tokyo Ska Paradise Orchestra – Skaravan
Ben de hemen bayıldım tabii ki de. Neden önermiş olabileceğine dair birtakım teorilerim var elbet (şimdi hangisi olduğunu hatırlamadığım uçuk bir Japon reklamını tekrar bulabilmek için tekrar tekrar seyrettiğim onlarcası — bu arada, mekan Prag, sene evvelki sene, turistik bir yerde Ece ile poz veriyoruz, parmaklarımızı Caponlar gibi zafer işareti yapıp “konsume, konsume pançi!” diye reklam şarkısını söylüyoruz, sonra bizi afallamış bir şekilde uzaktan izleyen dumur Japonları görüp iyice neşeleniyoruz (bir düşünün: diyelim ki Bolivya’da Aztek Ziguratlarını huşu içinde gezerken, kenarda iki Japonun bombozuk bir Türkçe ile “akşama babacığım, unutma Ülker getir!” diye poz verişlerine şahit oluyorsunuz!) neyse, nereden nereye kadar geldik, işte bir ara da cazdan haz etmememe rağmen acaip sağlam davulcular tarafından “gelmiş geçmiş en iyi davulculardan biri” olarak tanımlanana Buddy Rich dinliyordum, işte onun Caravan‘ının yüzü suyu hürmetine bizi bu deli skacılarla (skacıların akıllısı olur mu zaten! 8) tanıştırdı demek. Ben elemanların birini Murakami’ye benzettim, Nergis Hanım, bunların gerçek Japon olamayacaklarını, zira yatağın üstünde ayakkabıyla zıpladığını söyledi, hak verdim (gerçi gitarist sonra çoraplarla çıkıyor).
Albümlerini dinlerken engin Japoncamla “Miyazaki, Totoro (Tororo)” filan dediklerini bizzat ayırt ettim, kendimle gurur duydum. Bir albümlerinin kapağı tam da Cowboy Bebop’a layık:
Cowboy Bebop’ı da live-action çekeceklermiş. Niye ki?
Aslında çok da fena değil gibi (/yaşam bir şekilde devam etmeli, saatler düşmeli hep bir sonraya…)
Şairin “nisan ey zalimidir ayların, gövertir!” dediğini ilk okuduğumda vurulmuştum (“şu ceset, bıldır diktiydin ya bahçene… yeşillendi mi bu sene? çiçek verdi mi?” – Suphi Aytimur’un çevirisi benliğime öyle işlemiş ki, ilk İngilizcesi’nden özümsediğim Çorak Ülke‘nin bendeki yansımasını Türkçe etti, gitti). Bu sene nisandan önce giderayak mart vurdu. Neyse, kapatalım şimdi (40 gün geçti — yaklaştım iyice, geliyorum.).
Halbuki güzel şeylerden bahsedecektim, bahsedeyim.
Dünden başlayalım, Adnanlarla kaç gündür görüşecektik. Cuma günü bu seneki futbol turnuvasını bitirmişler, aşağıdaki geçen seneden: