Patron’la gece vakti, bir başımıza..

ya da bu kadeh senin şerefine Bruce Springsteen..

Burada saat 01:09. Hanımlar uyuyorlar, benim biraz yapılacak işim vardı, o yüzden Patron’u aldım otomatiğe, ben işimi yaparken o bana eşlik etti, tam da tıpkı High Fidelity’nin film versiyonunda yaptığı gibi, öyle arka planda ve son derece harbi bir şekilde..

Rob: I want more, I wanna see the others on the big top-five. I want to see Penny and Charlie and Sarah, all of them. You know? Just see ’em and talk to ’em. You know, like a Bruce Springsteen song.
Bruce Springsteen: You call, you ask them how they are and see if they’ve forgiven you.
Rob: Yeah, and then I feel good. And they feel good.
Bruce Springsteen: They’d feel good, maybe. But you feel better.
Rob: I’d feel clean and calm.
Bruce Springsteen: That’s what you’re looking for, you know, get ready to start again. It’d be good for you.
Rob: Great, even.
Bruce Springsteen: Give that big final good luck and goodbye to your all time top-five and just move on down the road.
Rob: Good luck, Goodbye. Thanks, Boss.

Yahu, bir de ne çok severim ben Eki’yi! Az evvel last.fm profiline baktım da, bugün son olarak Fleetwod Mac’ten Dreams’i dinlemiş akşamın sekizinde, o da ne güzel şarkıdır, geç bulduğum, çabuk bağlandığım (Japonya’dan dönerken uçağın müzik arşivinde bulmuş ve anında da vurulmuş idim). High Fidelity deyince Eki ile Sui banko zaten oğlan tarafında. Kız tarafını saymayalım şimdi, eski listeler eski listelerde kalsınlar. 8P)

Neyse, Patron diyorduk, bir bakın hele.. üç şarkı üç kanser.

I come from down in the valley
where mister when you’re young
They bring you up to do like your daddy done
Me and Mary we met in high school
when she was just seventeen
We’d ride out of that valley down to where the fields were green

We’d go down to the river
And into the river we’d dive
Oh down to the river we’d ride

Then I got Mary pregnant
and man that was all she wrote
And for my nineteenth birthday I got a union card and a wedding coat
We went down to the courthouse
and the judge put it all to rest
No wedding day smiles no walk down the aisle
No flowers no wedding dress

That night we went down to the river
And into the river we’d dive
Oh down to the river we did ride

I got a job working construction for the Johnstown Company
But lately there ain’t been much work on account of the economy
Now all them things that seemed so important
Well mister they vanished right into the air
Now I just act like I don’t remember
Mary acts like she don’t care

But I remember us riding in my brother’s car
Her body tan and wet down at the reservoir
At night on them banks I’d lie awake
And pull her close just to feel each breath she’d take
Now those memories come back to haunt me
they haunt me like a curse
Is a dream a lie if it don’t come true
Or is it something worse
that sends me down to the river
though I know the river is dry
That sends me down to the river tonight
Down to the river
my baby and I
Oh down to the river we ride

The River

Ardından dan dan:

Now I been lookin’ for a job but it’s hard to find
Down here it’s just winners and losers and don’t get caught on the wrong side of that line
Well I’m tired of comin’ out on the losin’ end
So honey last night I met this guy and I’m gonna do a little favor for him
Well I guess everything dies baby that’s a fact
But maybe everything that dies someday comes back
Put your hair up nice and set up pretty
and meet me tonight in Atlantic City

Atlantic City

You and me we were the pretenders
We let it all slip away
In the end what you don’t surrender
Well the world just strips away

Human Touch

Bruce Springsteen, tabii ki Gürer-san’ın da kulaklarını çınlattırır (bunu yazınca jabber’ı açtım bakayım bulurum belki diye, saat burada 1.20, palpa yok orada / burası sami yen buradan çıkış yok!).

Artık birazdan yatarım, o yüzden dinleyeceğimden değil ama aynı tonlamada olduklarından anmadan geçemeyeceğim Muriel (Tom W) ve The Best of Everything (Tom P and the namussuzlar)

Muriel since you left town the clubs closed down
and there’s one more burned out lamppost down on the main street
down where we used to stroll
and Muriel i still hit all the same old haunts
and you follow me wherever i go
and Muriel i see you on a saturday night
in a penny arcade with your hair tied back
and the diamond twinkle in your eye
is the only wedding ring i’ll buy you
Muriel

Muriel

the best of everything…

geç oldu, yatmak gerek. herkesin yatacak bir yatağı var mı? herkesin görecek rüyası kaldı mı?..

[Eskişehirli bir tüccar vardı. Var mıydı?]

son dakika gelişmesi…

(AA) evet sayın okurlar, sevgili seyirciler, hiç olmayacak denen şey oldu ve bu satırların naçizane yazarı, dün itibarıyla yıllara uzanan Stalker izleme serüvenine son noktayı koydu!

Ne demişiz bakalım en son Stalker’dan bahsettiğimizde:

Beri yandan senelerdir gözümü korkutan, o yüzden arşivde öylece durmakta olan Tarkovsky’nin Stalker’ını, Barış’ın methedip durduğu S.T.A.L.K.E.R. – The Shadow of the Chernobyl’i oynadıktan sonra bu sefer hakikaten izlemeye karar verdim (Löker’e duyurulur! ((Löker’e duyurulur zira, o da bir türlü Stalker’ı izleyememekten muzdaripti de, bir gün bir araya gelip birbirimize destek olarak bitirmeye sözleşmiştik, buluştuğumuzda ise Stalker’ı değil de Kar-Wai Wong filmleri izlemiştik)) 8) Geçen gün Bengü’yle oturduk ekranın karşısına, Stalker’ı seyretmeye, dürüstçe bu filmle ilgili ne kadar heyecanlı olduğumu belirttim kendisine, hatta “senin en sıkıcı bulduğun yönetmenin kendi filminde bir karakteri sıkmak/baymak olarak kullandığı filmdir bu” dedim, Bengü, Nuri Bilge Ceylan’dan hiç haz etmez ve dahi filmlerini kendince daha doğru bulduğu adlarla sıralar: Kasaba Sıkıntısı, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak Sıkıntısı… Filmi koyduk, 5 dakika geçmedi, Bengü uyuyakaldı, sanırım başka bir bahara…

15 Ekim 2007

Bu alıntıladığım girişten bir hafta sonra Strugatsky’lerin Roadside Picnic’ini bitirimişim ama filme yeniden başlamam için buraya gelmem gerekti. Bir şekilde, parça pinçik yarısına ulaşmıştım ki, Bengü ile Ece güneş gibi doğdular Delft’e, Stalker mtalker kalmadı, uçtu gitti aklımdan.

Stalker

Artık havaların erken kararmasından mıdır, nedir, neredeyse günü gününe bir yıl sonrasında, Stalker yine beni çağırdı, bu sefer tamamladım. Film güzel ama hikayesi daha güzeldi (ve çok farklı, tıpkı Solyaris’de olduğu gibi, ama Solyaris’in filmi benim hassas bünyeme daha bir uygun gelmiş idi). Bunda amca çok entel takılmış.

Ben daha küçü-küçücükken (18-19) çok sevdiğim bir dergi vardıi “-yine- Hişt!” adında, onun kapağında görmüştüm ilk olarak şu alıntıyı:

Mikroskobu cop gibi kullanıyoruz.
– Tarkovsky

Bu kadar basit ve net ve keskin bir saptama beni benden almıştı. Yok, o sözler bunda değilmiş, son filmi “Fedakarlık”ta imiş, hatta alıntılamak gerekirse (in ingriş ver eveylıbl):

Man has constantly violated nature. The result is a civilisation built on force, fear, dependence. All our technical progress has only provided us with a comfort, a sort of standard. And instruments of violence to keep power. We use the microscope like a cudgel. As soon as we make a scientific breakthrough we put it to use in the service of evil. And as for our standard, a wise man said that sin is that which is unnecessary. If that is so, then our entire civilisation is built on sin from beginning to end. We have acquired a dreadful disharmony, an imbalance between our material and our spiritual development…Our culture is defective.

Ben de hep söyler dururum, elimde olsa teknolojik ilerlemeyi durdururum, teknolojik açıdan daha ileride olmamız kesinlikle daha mutlu olduğumuz anlamına gelmiyor. Bilakis, dünyanın içine ettik, literally yaşanmaz bir yer yaptık (what have they done to the earth, baby? what have they done to our fair sister? Ravaged and plundered and ripped her and bit her. Stuck her with knives in the side of the dawn and tied her with fences and dragged her down (I hear a very gentle sound)). Bir de şu hep söylenegelen klişe ama zannımca doğru bıybıy var: Eskiden 10 dökümanı yazmak 10 saat alıyordu, şimdi bilgisayarların yardımıyla 1 saat. Ama bu demek olmuyor ki 9 saat boş oturup, dinlenebiliyorum.. (bıybıybıy).

İlginç olan, amca ile (Tarkovsky) damardan görüşlerimiz örtüşüyor ama bu beni pek rahatlatmıyor ne yazık ki. Stalker’da iki kere net bir şekilde oldu bu. Birincisi :

– Ahanda, ömrüne yüz yıl daha eklendi! Ne mutlu sana!
– Evet ama neden sonsuz yaşam değil Ölümsüz Yahudi‘ninki gibi..

ama birebir için bkz:

A man writes because he’s tormented, because he doubts. He needs to constantly prove to himself and the others that he’s worth something. And if I know for sure that I’m a genius? Why write then? What the hell for?

ve dahi:

Salinger’dan (Seymour: An Introduction) tavsiye ile aldığım R.H. Blyth’in yazılarından derlenen Games Zen masters play rezaletinden sonra Razor’s Edge hala patlak vermedi, bakalım. Zen’ci insanlarda ve aşmış entellektüel insanlarda (bu insanlara hemen örnek olarak Roland Barthes’ı verebilirim) pek de tahammül edemediğim bir kusur çok konuşmak ve yazmak… Satoriye ulaşmış bir insan NEDEN diğerlerini de ulaştıracağım diye çırpınır durur ki? Her konuda engince, bütün entellektüelliğiyle, her açıdan yazmayı başarmış Roland Barthes’a tercih edeceğim yegane kişi her konuda engince, bütün entellektüelliğiyle, her açıdan düşünen ve yazmamayı başarabilmiş bir Roland Barthes olurdu şüphesiz. İnsanlardaki bu “bilgiyi paylaşma, coşma koşma lalala” isteğine asla anlam veremedim. İdeal düşünürüm hayatının %60’ına kadar konuşup yazmış, ardından aydınlanmış ve kalan %40’ını da sessiz bir şekilde geçirmiş bir kişi olacaktır nitekim, duyurulur (erkeklerde askerlik ile ilişiği olmaması, bayanlarda Q-klavye kullanımı ayrıca aranan nitelikler arasındadır).

2 Nisan 2007

Bir de karakterler itibarıyla Butor’un Boşluk‘unu, Boşluk deyince de Albert Camus’nün Düşüş’ünü hatırladım – daha doğrusu hatırlayamadım, üzüldüm. Bu aralar Kara Kitap’ı yeniden okuyorum ama ilk defa mı okuyorum yoksa, onu da çıkaramıyorum, bunu da şuradan hatırladım, Borges’in ve Celal Salik’in yolları çatallanan bahçelerinden derlenen gül destelerinden (ahanda kelime oyunu). Neyse, uzun uzun yazarım elbet Kara Kitap hakkında da. (Dayanamadım devam edeceğim : Sorsanız, “Düşüş’tür, Camus’nün en sevdiğim kitabı” derim, Veba ile Yabancı’yı okumuşluğum var onun yanı sıra. Ama yıllar aldı götürdü okuduklarımı, bir tek sıralamam kaldı yadigar. İyi bir şey aslında, mesela tam da bu yüzden yine okuyabilir Karamazov Biraderler‘i, The Sea, the Sea‘yi ve daha pek çok güzel şeyi. Ama yine de Dönüşüm dün gibi mesela…)

Bayram.

(Geç olsun, güç olmasın girişler serisi #292)

Şimdi, günah olmaz inşallah ama ne yalan söyleyeyim, ben bayramları oldum olası sevemedim. Akraba ziyaretleri en başta olmak üzere, yani akrabaları ziyaret iyi de, niye bu kadar mandatory, zaten ziyaret ediyorduk. Sonuçta, neyse, tamam, o kadar kötü bir şey değildi bayramlar belki ama o kadar iyi bir şey de değildi. İtalik bir insan olarak, itiraf etmeliyim ki, bu geride bıraktığımız son bayramda bayram ve bir takım dünya görüşlerim hakkındaki düşüncelerimde köklü değişiklikler oldu. Şöyle ki:

Şimdiye kadar bayramlar hep büyükler (bak gene geldi italikler!) için bir olaydı. Biz onları ziyaret eder, onları arar, onların bayramlarını tebrik edegelirdik (bu cümledeki “onları” zamirlerini italikleştirmemek için kendimi pek zor tuttum ama muvaffak oldum gördüğünüz üzere). Bu bayram, sevgili Ruzin’den bir bayram tebriği aldım, sağolsun, diğer arkadaşlardan da tebrikler aldım ama Ruzin’le epeydir görüşmüyorduk (küslük babında değil de, salt iletişimsizlik babında). Yani bayram, bir arkadaşımla tekrar iletişime geçmek için bir vesile oldu ki, tabii ki büyüklerimiz açısından da aslında bu hep böyle bir şeydi, onu anladım. Biz hep küçük olduğumuz için sadece küçük-büyük arası iletişimleri görüyorduk ama şimdi anladım ki, kendi aramızda da benzer bir bağ olabiliyor.

Hikayenin devamında, Ruzin’e, onun mesajına ne kadar sevindiğimi, en normal şeyi bile gözyaşları içinde kalarak anlatan aşırı duygusal ihtiyar modunda saydım saydım ve doğal olarak onu sanıyorum korkuttum. 8)

Ayrıca: Bu bayramda, ağabeyimler sağolsunlar, bizimleydiler, güzel bir bayram sabahı yapabildik sayelerinde, Ece de harçlıksız bir bayram yaşamadı. 8) İsmi lazım değil, Tassadar efendi de gene pişkinlik örneği gösterdi (yoksa o OBM miydi?) (Cevap: her ikisi de!) Sanal el öpmeye ancak World of Warcraft parası gönderilir, bilmez misiniz a gafiller!

Ah, bir de, bu bayramın en sevimli tebriği sevgili Brian’dan geldi, kızmayacağını ümit ederek, mesajının başını alıntılıyorum: “Enişte! Congrats with the Ramazan bayrami. Eet smakelijk, …”

Bir de bir de, sevgili Vadym’in monitörüme iliştirdiği tebrik var, şimdi bulamadım ama aklımda kaldığı kadarı ile: “You are sleeping too much, couldn’t find you in the office, mutlu Kurban Bairam”. (Ayrıca uyumuyordum, bayram münasebetiyle üç gün izin almıştım) Vadym süper, Türkçe’yi de bayağı söktü “Meraba Emre Efendi, Nasil-sin? Çok tişekkir edrim” (biraz abartılı yazdım zira bir Ukraynalı olarak hakikaten epey iyi bir telaffuzu var)

Neyse, Jack Skellington Efendi var sırada, az kaldı. Burada parti kıyafetleri satan bir yer manyak (as in korkunç) bir şey koydu vitrinine, yolumuzun da üstü, her seferinde Ece takılı kalıyor oradan geçerken, bir şey de demiyor ama gözünü ayıramıyor. Nergis Hanım’a rica etsek de, fotoğrafını çekip koysa yorum kısmına (siz resmini çekin efendim, ben gösteririm nasıl yapılacağını).

Sevgiler, sevgiler, sevgiler! Geçmiş bayramınız kutlu olsun, birlikte nice bayramlara!

Her bayram + özel günde bizleri hatırlayıp mutlu eden en sevdiğim öğrencim bu da zaruri peri
Winx Club

Sonbahar


Her şeyi süpürebilirsin;



Sonbaharı süpüremezsin.



Sen her şeyi süpürebilirsin;
Sonbaharı süpüremezsin.



Yalnızsa
Sürekli bir sonbaharı
Süpürür hep..



Düşünemezsin.

(Söylememe gerek var mı, bilmiyorum, o yüzden yazıyorum yine de: Özdemir Asaf, Yalnızın Durumları. Bir de, öyle aşırı bir sonbahar düşkünlüğüm yoktu eskiden, buraya gelince oldu.)