…Filmler
Bu sene seyrettiğim filmlerin arasında da, kitaplarda olduğu gibi, bariz bir birinci vardı. Ayrıca, faydalı bir işe başlayıp, seyrettiğim filmlerin de çetelesini tutmaya bu sene başladım. Gerçi liste haziran ayından başlasa da, zararın neresinden dönülse mantığı hüküm sürmekte benim açımdan.
Bu sene filmler açısından hayli zengin bir seneydi… Listenin öncesini şöyle bir tarayınca blogda hemen Juno, Once ve A Praire Home Companion‘ı gördüm, üçü de birbirinden güzeldi.
Şimdi listeyi karşıma aldım, yukarıdan aşağıya şöyle bir inelim… Otesanek epey ilginç bir yapımda, sürrealdi ama aynı zamanda hınzır bir masaldı, Doğu Avrupa pervasızlığı (bu konuda master çalışmam var, çok bilirim 8P) tam gücüyle hüküm sürüyor (film Çek filmiydi).
Sonrasında 2 Days in Paris izlemişiz.. Julie Delpy hakikaten hem Before Sunrise / Sunset‘in momentumundan beslenen hem de tam da bu nedenle kötü bir kopyası olma riskinden kurtulan güzel bir film hazırlamıştı. Benzer bir film var mı diye baktım da listeye, bulamadım.
Bu sene bir de Judd Apatow ve gibimsileri filmleri dalgasına tutulduk. 40 Year Old Virgin, Knocked Up, Dan in Real Life, Forgetting Sarah Marshall hep de büyümüş ama ana-babası gibi olmamış, tam da “bizim” gibi olmuş adamların hikayeleri minvalinde idi. Bir – iki benzer film sonrasında herhalde sıkılacağım ama yine de “hoş seyirliklerdi”. Birkaç sene öncesinde bir Jude Law dalgası yaşamıştık böyle buram buram, her filmde mutlaka görüyordunuz – geçen gün kontrol etmiştim, şimdi sayıyı unuttum bari bakayım da Wikipedia’dan, buraya alıntılayayım demek istediğim şeyi:
- I ♥ Huckabees
- Sky Captain and the World of Tomorrow
- Alfie
- Closer
- The Aviator
- Lemony Snicket’s A Series of Unfortunate Events
Sene 2004 ve ama öyle ama böyle 6 film imiş yani demek istediğim… Neyse, bunu niye anlattığıma gelince, bu sefer de Steve Carrell misafirimiz oldu görece epey (?). 40 Year Old Virgin (tamam bu eskiydi), Dan in Real Life ve Get Smart. Get Smart da komik bir filmdi ama o açıdan yılın en komik filmi Tropic Thunder idi. Ben Stiller hakikaten çok iyiydi, hem de yazan yöneten vesaire vesaire.. Iron Man‘de de acaip başarılı bulduğum Robert Downey Jr. ise Tropic Thunder’daki rolü ile gönlümün Yardımcı Erkek Oyuncu Oskarından bir dolu aldı bile (ona verdiğim YEO Oskarı ancak stoklarla sınırlıdır!).
Ryan Gosling’i de bu sene iki rolde izleme şerefine nail olduk, ondan zaten Amerikan Bağımsız/Bağımsız gibi yapabilen Sineması kuşağına geçiş yapacağım: Bu sene seyrettiğimiz baştan aşağa komple ciddi nadir filmlerden olan Half Nelson ile pek bir hoşumuza giden Lars and the Real Girl‘de sanatını konuşturdu, çok yolu açık olacak bu çocuğun. Edward Norton’ın bozulmayacak gibi olanı gibi duruyor (gibi gibi). Amerikan bağımsız ve gibileri/tadındakileri kuşağında ilerlemeye devam edelim, hatta takır takır sıralayalım: Wes Anderson’ın ne olduğunu bile bilmeden beklediğimiz yeni filmi The Darjeeling Limited mesela, açlığımızı bastırdı ama doyurmadı (ama o kadar da değil yani demek istediğim, iyiydi ama beklentimizin altındaydı). No Country for Old Men, çok korkunç ve kötü bir filmdi, üstüne geçenlerde Burn After Reading‘i izledik ki, Cohen kardeşler bir müddet gözüme görünmesinler (sürekli ama sürekli ve dahi istikrarlı bir düşüş içindeler benim nazarımda, yazık, çok yazık). Ghost World ve Crumb’dan tanıdığım, sevdiğim Terry Zwigoff’u unutmuştum ben ama canım kardeşim ve kayınçom sayesinde haberdar olduğum pek çok filmin arasında onun Bad Santa‘sı da vardı. Orada burada Before Sunrise/Sunset’in yönetmeni de olan Richard Linklater’ın School of Rock ile nasıl da janrın klişelerini kullanarak janrla dalga geçtiğini okuyagelirdim, bu sene bir ara film sıkıntısında onu da aradan çıkardık çıkarmasına ama asıl o dedikleri olayın dik alasını Zwigoff, Bad Santa ile yapıyor, allak bullak ediyor, ki Bad Santa sadece finali için bile seyredilir! Yeni film çıkarmasını sabırsızlıkla beklediğim bir diğer yönetmen ise The Station Agent’ına bayıldığımız Thomas McCarthy idi. McCarthy ikinci filmini 4 sene sonra çıkarınca hemen atladım yazıyordum ki, baktım şimdi, 2007’de çıkmış The Visitor, neyse neyse. İşte bu Visitor da, bu sene seyrettiğimiz bir diğer başından sonuna ciddiyetini koruyan film oldu. Bir yanlış anlama sonucu, Station Agent’dan ve pek çok diğer bağımsız (/gibimsi) filmden tanıyıp, sevdiğimiz Patricia Clarkson da bu filmde olacak zannetim (IMDB’nin sayfasında resmi olduğundan dolayı) ve filmin önemli bir kısmını “Patricia Clarkson şimdi çıktı çıkacak” beklentisiyle seyrettim, yoktu. Film iyiydi herhalde, bilmiyorum, öyle kör göze parmak mesac veren filmler beni pek açmıyor oldum olası (benzeri bir hayalkırıklığını da Richard Curtis’in The Girl in the Café‘sinde yaşamıştım). Neyse, Patricia Clarkson’ı Lars and the Real Girl’de izledik doktor olarak, Station Agent’in bir diğer oyuncusu olan Peter Dinklage’ı ise Frank Oz’un pek o kadar da parlak olmayan Death in a Funeral‘ında. The Visitor’ın Richard Jenkins’i ise Burn After Reading’deki güzel olan ender şeylerden biriydi… (Şimdi tekrar okurken bu girdiyi, Be Kind Rewind‘ı yazmayı unuttuğumu fark ettim, halbuki hiç de öyle unutulacak bir film değildi. Evet, olabilir, Eternal Sunshine of a Spotless Mind‘ı pek de beğenmemiş bir azınlığa mensup olabilirim, Michel Gondry’ye gösteriş meraklısı ucube gözüyle bakagelmiş de olabilirim ama Be Kind Rewind’ın güzelliği karşısında ben bile hakkını yiyemem… “Gösteriş meraklısı ucube” yazınca, bu sefer de aklıma Tarsem Singh geldi… The Cell ne kadar kötü bir film idiyse, The Fall da o derece iyi bir film idi. İyiydi işte, kolaylıkla seyrediyorsunuz, hem ille de konu mu gerekli? (peki üçüncü filminin adı ne olacak? The Call mu, yoksa The Well mi 8P)) Bu senenin en güzel cameo sürprizlerinden biri hayli çekici bir film olan The Wristcutters : A Love Story‘de (bu filmden de Neslihan een Brian sayesinde haberdar oldum) Tom Waits’i görmek oldu (hem cameo da değil, basbayağı rolü var, ve ilk defa oyunculuğu berbat değil, hatta çok kötü de değil, sadece kötü! 8)
Bu sene heyecanla beklediğimiz Futurama devam filmlerinin ikinci ve üçüncüsünü de seyrettik ama seyretmesek de olurmuş. Bender’s Big Score’a daha iyi olabilir demiştik ama The Beast with a Billion Backs ile Bender’s Game onu mumla arattılar. Bakalım Into the Wild Green Yonder nasıl çıkacak…
Levent’ler sayesinde In Bruges‘den haberimiz oldu, hatta önce Bruges’e gittik, ardından filmi seyrettik bizim aile olarak. Guy Ritchie’nin ilk iki filmini andırıyordu ve güzeldi. Normalde sevmediğim (kız meselesi 8P) Colin Farrell’i bile sevdim bu filmde. Ama Bruges filmdeki kadar güzel değil, aynı görüntü yönetmeni demek güzel Delft’imizde film çekecek olsa, gözyaşından izlenmez.
Bu senenin en güzel sürprizlerinden biri de nasıl olduysa şimdiye kadar adını bile duymadığım Princess Bride oldu. Seyredin seyrettirin. Hiç beklenmedik diyaloglar, davranışlar, karakterler! Hele de karakterler!
El Orfanato son 15 dakikasında 90 derece janr değiştiren bir filmdi ama bu kadarı bile etkisini 4-5 katına çıkartmaya yetiyordu. Sonra Låt den rätte komma in (ya da anlayacağımız adıyla Let the right one in) bizi bizden aldı. Bu yılın en güzel filmlerinden biriydi, başından sonuna kadar da samimiyetini korudu, öyle şaşırtmasız da janr geçişini/karıştırmasını yapabileceğini gösterdi.
İsveç yapımı olan Låt den rätte komma in ile listemizin İskandinav ayağına geçiş kapısını oluşturmuş bulunuyoruz ey kari! Bu sene Kuzey diyarlara adımımızı yanlış hatırlamıyorsam favori yönetmenlerimizden olan Aki Kaurismäki’nin Gün Batımında Işıklar’ı (Laitakaupungin valot) ile Finlandiya’dan attık. Bu sene pek çok tavsiyelerin sahibi olan kayınçom Brian’dan haberdar olduğum Danimarka’dan Adams æbler (Adam’s Apples) hayranlıktan gözlerimizi yaşarttı, oradaki ironiyi anlatmaya kelimeler yetmez (hence, here is this year’s winner!). Filmin yönetmeni ve yazarı olan Anders Thomas Jensen hakkında bilgiye bakınca, sevilesi Wilbur Wants to Kill Himself (ki yönetmeni olan Lone Scherfig Hanımefendi Dogma olmasına rağmen seyredilebilir bir film olan Yeni Başlayanlar için İtalyanca‘yı da yönetmişti) filmini de yazmış. Yıl bitmeden bir diğer izlediğimiz, kendisinin yazıp, yönettiği filmi olan De Grønne slagtere (Green Butchers) Caro & Jeunet’nin Delicatessen‘i tadında ve dahası Adam’s Apples’ın o harika mizah duygusunu ve tabii ki muhteşem Mads Mikkelsen’ini içermekte. Geçen seneye yetiştiremedik ama bugün yarın Blinkende Iygter’ı (Flickering Lights) seyredeceğiz inşallah. Ayrıca High Fidelity‘de gönlümü kaptırdığım Iben Hjejle de oynuyormuş o filmde! Ece’nin deyimiyle: Yupppiiii! İsveç, Finlandiya ve Danimarka’dan sonra bir de Norveç’e uğrayıp geçtiğimiz sene -bayıla bayıla- izlediğim İskandinav filmlerine veda edelim. Reprise konusu ve kurgusu ile yepyeni bir soluktu, yönetmeni olan Joachim Trier’in sonraki filmlerini büyük bir heyecanla bekliyorum. Diğer Norveç filmini ise yıllardır seyretmek istiyordum, bir festival vasıtasıyla haberim olmuştu ve o gün bugündür bir türlü bulamıyordum. Filmimizin adı Salmer fra Kjøkkenet (Kitchen Stories) biraz un-entel olacak ama sanırım işin içinde aşk olmayışı o kadar ilginç bir konuyu birazcık yavan bulmama sebep oldu. Belki bir de Norveçli olmadığımdandır. Asla kötü filmdi demiyorum ama potansiyelinin altında kalan bir filmdi ne yazık ki.
Bu listeyi yazdım yazdım yazarken bir de fark ettim ki hali hazırda stokta Kaurismäki’nin Leningrad Cowboys Go America‘sı da izlenmek üzere hazır, bekliyor! Bu sene inşallah! Böyle deyince Tarkovsky’nin Stalker‘ına da 2008’de nokta koyabildiğimi gururla söylemek isterim!