Yılın Listesi! Ta-ta-ta-ta! Filmler

…Filmler
Bu sene seyrettiğim filmlerin arasında da, kitaplarda olduğu gibi, bariz bir birinci vardı. Ayrıca, faydalı bir işe başlayıp, seyrettiğim filmlerin de çetelesini tutmaya bu sene başladım. Gerçi liste haziran ayından başlasa da, zararın neresinden dönülse mantığı hüküm sürmekte benim açımdan.

Bu sene filmler açısından hayli zengin bir seneydi… Listenin öncesini şöyle bir tarayınca blogda hemen Juno, Once ve A Praire Home Companion‘ı gördüm, üçü de birbirinden güzeldi.

Şimdi listeyi karşıma aldım, yukarıdan aşağıya şöyle bir inelim… Otesanek epey ilginç bir yapımda, sürrealdi ama aynı zamanda hınzır bir masaldı, Doğu Avrupa pervasızlığı (bu konuda master çalışmam var, çok bilirim 8P) tam gücüyle hüküm sürüyor (film Çek filmiydi).

Sonrasında 2 Days in Paris izlemişiz.. Julie Delpy hakikaten hem Before Sunrise / Sunset‘in momentumundan beslenen hem de tam da bu nedenle kötü bir kopyası olma riskinden kurtulan güzel bir film hazırlamıştı. Benzer bir film var mı diye baktım da listeye, bulamadım.

Bu sene bir de Judd Apatow ve gibimsileri filmleri dalgasına tutulduk. 40 Year Old Virgin, Knocked Up, Dan in Real Life, Forgetting Sarah Marshall hep de büyümüş ama ana-babası gibi olmamış, tam da “bizim” gibi olmuş adamların hikayeleri minvalinde idi. Bir – iki benzer film sonrasında herhalde sıkılacağım ama yine de “hoş seyirliklerdi”. Birkaç sene öncesinde bir Jude Law dalgası yaşamıştık böyle buram buram, her filmde mutlaka görüyordunuz – geçen gün kontrol etmiştim, şimdi sayıyı unuttum bari bakayım da Wikipedia’dan, buraya alıntılayayım demek istediğim şeyi:

  1. I ♥ Huckabees
  2. Sky Captain and the World of Tomorrow
  3. Alfie
  4. Closer
  5. The Aviator
  6. Lemony Snicket’s A Series of Unfortunate Events

Sene 2004 ve ama öyle ama böyle 6 film imiş yani demek istediğim… Neyse, bunu niye anlattığıma gelince, bu sefer de Steve Carrell misafirimiz oldu görece epey (?). 40 Year Old Virgin (tamam bu eskiydi), Dan in Real Life ve Get Smart. Get Smart da komik bir filmdi ama o açıdan yılın en komik filmi Tropic Thunder idi. Ben Stiller hakikaten çok iyiydi, hem de yazan yöneten vesaire vesaire.. Iron Man‘de de acaip başarılı bulduğum Robert Downey Jr. ise Tropic Thunder’daki rolü ile gönlümün Yardımcı Erkek Oyuncu Oskarından bir dolu aldı bile (ona verdiğim YEO Oskarı ancak stoklarla sınırlıdır!).

Ryan Gosling’i de bu sene iki rolde izleme şerefine nail olduk, ondan zaten Amerikan Bağımsız/Bağımsız gibi yapabilen Sineması kuşağına geçiş yapacağım: Bu sene seyrettiğimiz baştan aşağa komple ciddi nadir filmlerden olan Half Nelson ile pek bir hoşumuza giden Lars and the Real Girl‘de sanatını konuşturdu, çok yolu açık olacak bu çocuğun. Edward Norton’ın bozulmayacak gibi olanı gibi duruyor (gibi gibi). Amerikan bağımsız ve gibileri/tadındakileri kuşağında ilerlemeye devam edelim, hatta takır takır sıralayalım: Wes Anderson’ın ne olduğunu bile bilmeden beklediğimiz yeni filmi The Darjeeling Limited mesela, açlığımızı bastırdı ama doyurmadı (ama o kadar da değil yani demek istediğim, iyiydi ama beklentimizin altındaydı). No Country for Old Men, çok korkunç ve kötü bir filmdi, üstüne geçenlerde Burn After Reading‘i izledik ki, Cohen kardeşler bir müddet gözüme görünmesinler (sürekli ama sürekli ve dahi istikrarlı bir düşüş içindeler benim nazarımda, yazık, çok yazık). Ghost World ve Crumb’dan tanıdığım, sevdiğim Terry Zwigoff’u unutmuştum ben ama canım kardeşim ve kayınçom sayesinde haberdar olduğum pek çok filmin arasında onun Bad Santa‘sı da vardı. Orada burada Before Sunrise/Sunset’in yönetmeni de olan Richard Linklater’ın School of Rock ile nasıl da janrın klişelerini kullanarak janrla dalga geçtiğini okuyagelirdim, bu sene bir ara film sıkıntısında onu da aradan çıkardık çıkarmasına ama asıl o dedikleri olayın dik alasını Zwigoff, Bad Santa ile yapıyor, allak bullak ediyor, ki Bad Santa sadece finali için bile seyredilir! Yeni film çıkarmasını sabırsızlıkla beklediğim bir diğer yönetmen ise The Station Agent’ına bayıldığımız Thomas McCarthy idi. McCarthy ikinci filmini 4 sene sonra çıkarınca hemen atladım yazıyordum ki, baktım şimdi, 2007’de çıkmış The Visitor, neyse neyse. İşte bu Visitor da, bu sene seyrettiğimiz bir diğer başından sonuna ciddiyetini koruyan film oldu. Bir yanlış anlama sonucu, Station Agent’dan ve pek çok diğer bağımsız (/gibimsi) filmden tanıyıp, sevdiğimiz Patricia Clarkson da bu filmde olacak zannetim (IMDB’nin sayfasında resmi olduğundan dolayı) ve filmin önemli bir kısmını “Patricia Clarkson şimdi çıktı çıkacak” beklentisiyle seyrettim, yoktu. Film iyiydi herhalde, bilmiyorum, öyle kör göze parmak mesac veren filmler beni pek açmıyor oldum olası (benzeri bir hayalkırıklığını da Richard Curtis’in The Girl in the Café‘sinde yaşamıştım). Neyse, Patricia Clarkson’ı Lars and the Real Girl’de izledik doktor olarak, Station Agent’in bir diğer oyuncusu olan Peter Dinklage’ı ise Frank Oz’un pek o kadar da parlak olmayan Death in a Funeral‘ında. The Visitor’ın Richard Jenkins’i ise Burn After Reading’deki güzel olan ender şeylerden biriydi… (Şimdi tekrar okurken bu girdiyi, Be Kind Rewind‘ı yazmayı unuttuğumu fark ettim, halbuki hiç de öyle unutulacak bir film değildi. Evet, olabilir, Eternal Sunshine of a Spotless Mind‘ı pek de beğenmemiş bir azınlığa mensup olabilirim, Michel Gondry’ye gösteriş meraklısı ucube gözüyle bakagelmiş de olabilirim ama Be Kind Rewind’ın güzelliği karşısında ben bile hakkını yiyemem… “Gösteriş meraklısı ucube” yazınca, bu sefer de aklıma Tarsem Singh geldi… The Cell ne kadar kötü bir film idiyse, The Fall da o derece iyi bir film idi. İyiydi işte, kolaylıkla seyrediyorsunuz, hem ille de konu mu gerekli? (peki üçüncü filminin adı ne olacak? The Call mu, yoksa The Well mi 8P)) Bu senenin en güzel cameo sürprizlerinden biri hayli çekici bir film olan The Wristcutters : A Love Story‘de (bu filmden de Neslihan een Brian sayesinde haberdar oldum) Tom Waits’i görmek oldu (hem cameo da değil, basbayağı rolü var, ve ilk defa oyunculuğu berbat değil, hatta çok kötü de değil, sadece kötü! 8)

Bu sene heyecanla beklediğimiz Futurama devam filmlerinin ikinci ve üçüncüsünü de seyrettik ama seyretmesek de olurmuş. Bender’s Big Score’a daha iyi olabilir demiştik ama The Beast with a Billion Backs ile Bender’s Game onu mumla arattılar. Bakalım Into the Wild Green Yonder nasıl çıkacak…

Levent’ler sayesinde In Bruges‘den haberimiz oldu, hatta önce Bruges’e gittik, ardından filmi seyrettik bizim aile olarak. Guy Ritchie’nin ilk iki filmini andırıyordu ve güzeldi. Normalde sevmediğim (kız meselesi 8P) Colin Farrell’i bile sevdim bu filmde. Ama Bruges filmdeki kadar güzel değil, aynı görüntü yönetmeni demek güzel Delft’imizde film çekecek olsa, gözyaşından izlenmez.

Bu senenin en güzel sürprizlerinden biri de nasıl olduysa şimdiye kadar adını bile duymadığım Princess Bride oldu. Seyredin seyrettirin. Hiç beklenmedik diyaloglar, davranışlar, karakterler! Hele de karakterler!

El Orfanato son 15 dakikasında 90 derece janr değiştiren bir filmdi ama bu kadarı bile etkisini 4-5 katına çıkartmaya yetiyordu. Sonra Låt den rätte komma in (ya da anlayacağımız adıyla Let the right one in) bizi bizden aldı. Bu yılın en güzel filmlerinden biriydi, başından sonuna kadar da samimiyetini korudu, öyle şaşırtmasız da janr geçişini/karıştırmasını yapabileceğini gösterdi.

İsveç yapımı olan Låt den rätte komma in ile listemizin İskandinav ayağına geçiş kapısını oluşturmuş bulunuyoruz ey kari! Bu sene Kuzey diyarlara adımımızı yanlış hatırlamıyorsam favori yönetmenlerimizden olan Aki Kaurismäki’nin Gün Batımında Işıklar’ı (Laitakaupungin valot) ile Finlandiya’dan attık. Bu sene pek çok tavsiyelerin sahibi olan kayınçom Brian’dan haberdar olduğum Danimarka’dan Adams æbler (Adam’s Apples) hayranlıktan gözlerimizi yaşarttı, oradaki ironiyi anlatmaya kelimeler yetmez (hence, here is this year’s winner!). Filmin yönetmeni ve yazarı olan Anders Thomas Jensen hakkında bilgiye bakınca, sevilesi Wilbur Wants to Kill Himself (ki yönetmeni olan Lone Scherfig Hanımefendi Dogma olmasına rağmen seyredilebilir bir film olan Yeni Başlayanlar için İtalyanca‘yı da yönetmişti) filmini de yazmış. Yıl bitmeden bir diğer izlediğimiz, kendisinin yazıp, yönettiği filmi olan De Grønne slagtere (Green Butchers) Caro & Jeunet’nin Delicatessen‘i tadında ve dahası Adam’s Apples’ın o harika mizah duygusunu ve tabii ki muhteşem Mads Mikkelsen’ini içermekte. Geçen seneye yetiştiremedik ama bugün yarın Blinkende Iygter’ı (Flickering Lights) seyredeceğiz inşallah. Ayrıca High Fidelity‘de gönlümü kaptırdığım Iben Hjejle de oynuyormuş o filmde! Ece’nin deyimiyle: Yupppiiii! İsveç, Finlandiya ve Danimarka’dan sonra bir de Norveç’e uğrayıp geçtiğimiz sene -bayıla bayıla- izlediğim İskandinav filmlerine veda edelim. Reprise konusu ve kurgusu ile yepyeni bir soluktu, yönetmeni olan Joachim Trier’in sonraki filmlerini büyük bir heyecanla bekliyorum. Diğer Norveç filmini ise yıllardır seyretmek istiyordum, bir festival vasıtasıyla haberim olmuştu ve o gün bugündür bir türlü bulamıyordum. Filmimizin adı Salmer fra Kjøkkenet (Kitchen Stories) biraz un-entel olacak ama sanırım işin içinde aşk olmayışı o kadar ilginç bir konuyu birazcık yavan bulmama sebep oldu. Belki bir de Norveçli olmadığımdandır. Asla kötü filmdi demiyorum ama potansiyelinin altında kalan bir filmdi ne yazık ki.

Bu listeyi yazdım yazdım yazarken bir de fark ettim ki hali hazırda stokta Kaurismäki’nin Leningrad Cowboys Go America‘sı da izlenmek üzere hazır, bekliyor! Bu sene inşallah! Böyle deyince Tarkovsky’nin Stalker‘ına da 2008’de nokta koyabildiğimi gururla söylemek isterim!

Yılın Listesi! Ta-ta-ta-ta! Kitaplar

Bu girişe başlamadan blogu incik cincik ettim, tahminimin aksine, sadece evvelki sene “yıllık liste” hazırlamaya başlamışım (2006, 2007). Bu sene biraz teferruata gireyim bari dedim, şöyle bir “genel mülahazalar” kısmı da olsun, shortlisterları da ihtiva etsin, yüzkaralarını da. İşte böyle böyle ey sevgili kari; ben buradayım, sen neredesin?..

2008 yılında
(Roll the drums..)

…Kitaplar
Okulla ev arası bisikletle 6 dakika çektiğinden, Türkiye’deki en önemli kitap okuma zamanım olan toplu taşım aktivitelerinden -şükür ki- mahrum kaldım. Hal böyle olunca da kitap okumalarım %94.6’sı bir malum yerde gerçekleşmede (along with other things… off çok kötüydü, özür..).

Blogla birlikte okuma listesi tuttuğumdan ötürü, yılın kitabını, adayları, kaybedenleri rahatlıkla saptayabiliyorum. Öncelikle kazananı açıklayayım – gayet net, tereddüte yer vermeyecek bir şekilde:

Susanna Clarke, Jonathan Strange & Mr. Norrell
JS&MN, Susanna Clarke’nin şimdilik tek kitabı. Taa Ankara’da iken, Hugo kazananlarını incelerken herhalde haberim olmuştu da, o zaman niyetlenmiştim lakin bir türlü dijital versiyonunu bulamadığımdan kelli, başka kitaplara yelken açmış idim. Sevgili kızkardeşim ve kayınço sayesinde yaptığımız bir Utrecht Boekenfestijn sayesinde -ki müthiş bir event idi bu festival olayı- €4.5 gibi cüzi bir fiyata aldım (hardcover’ı da €5.5 muydu neydi, taşıması daha kolay diye paperback’i tercih ettim – HHGTTG’nin seti mesela €10 gibi bir fiyattı). Tabii bir kitabın (kipatın) yılın listesine girmesi genelde fiyatına bağlı değil. Kitap Dickens’ın çağından çıkıp gelmiş gibi (2004 kitabı, btw). Olağanüstü olayları gayet normal bir şekilde anlatmasıyla sizi kendine bağlıyor. Öyle büyük bir olayın peşinde koşturmaca da yok pek. Anlatması zor, ne desem yetersiz kalıyor. Sayfaları gayet keyifle birbiri ardına çeviredururken “şu son 50 sayfada hiç de kayda değer bir olay olmadı ama ne garip, ne kadar keyif aldım okurken” diyorsunuz gibi bir şey… Bir de the most peculiar comments and/or narrator olayı tabii ki (belirsiz fakat mevcut bir anlatıcı var).

Tadımlık olarak şunları buyrun:

Poor Mr Norrell! He had not heard Drawlight’s story of how the fairies had washed the people’s clothes and it came as a great shock to him. He assured Sir Walter that he had never in his life washed linen — not by magic nor by any other means and he told Sir Walter what he had really done. But, curiously, though Mr Norrell was able to work feats of the most breath-taking wonder, he was only able to describe them in his usual dry manner, so that Sir Walter was left with the impression that the spectacle of half a thousand stone figures in York Cathedral all speaking together had been rather a dull affair and that he had been fortunate in being elsewhere at the time.

6th Chapter

“I should like to do magic,” said the fox-haired, fox-faced gentleman at the other end of the table. “I should have a ball every night with fairy music and fairy fireworks and I would summon all the most beautiful women out of history to attend. Helen of Troy, Cleopatra, Lucrezia Borgia, Maid Marian and Madame Pompadour. I should bring them all here to dance with you fellows. And when the French appeared on the horizon, I would just,” he waved his arm vaguely, “do something, you know, and they would all fall down dead.”

“Can a magician kill a man by magic?” Lord Wellington asked Strange.

Strange frowned. He seemed to dislike the question. “I suppose a magician might,” he admitted, “but a gentleman never could.”

Lord Wellington nodded as if this was just as he would have expected.

29th Chapter

Bir de şunu buldum Wikipedia’daki makale sayesinde, kitap hakkında nefis bir biçimde bilgilendiriyor:

Charles Palliser, author of the similarly grand-scale, Victorian-set The Quincunx, who praised the book’s depth of invented background; “I almost began to believe that there really was a tradition of ‘English magic’ that I had not heard about.”

Kitaplar hakkındaki notlara devam edecek olursak, bu sene anladım ki, meğerse 95’te (94? 95.) okuduğuma emin olduğum Kara Kitap‘ı asla tam olarak okumamışım: kremalı bisküviyi açıp da sadece ortasını yiyen çocuklar gibi, anlaşılan Celal Salik’in köşe yazılarını ve dahi Galip’in maceralarının bir kısmını okumuşum sadece, bu da hoş ve aynı zamanda bir bakıma nahoş bir sürpriz oldu. Kara Kitap’ı bitirdikten sonra bir sürü şeyini eleştirdim ama gerekli bir kitap, olmazsa olmaz imiş. Fatih Özgüven’in Bir Şey Oldu‘suyla, Hiç Niyetim Yoktu‘su okumaya değen kitaplardı, ayrıca hayranlığımın artmasına da vesile oldular.

Gelelim yılın hayalkırıklığı ve vakit israflarına : Gregory Maguire’ın Wicked‘ı kelimenin tam anlamı ile affedilemeyecek, umutsuz bir vakaydı ama onun özrü yazarının yeteneksizin teki oluşu. Peki biricik Iain M. Banks’imizin hem de Culture serisinde bizi uğrattığı Matter hezimetine ne demeli? (Ekim’de bahsetmişim şöyle bir, kızgınlığım hala geçmedi.) Serinin bir önceki kitabı olan Look to the Windward hayli yetkin bir kitaptı, sonsözü de kendisinden sonra gelecek kitap hakkında hayli iddialı vaatlerde bulunuyordu (sonradan anlaşıldı ki, bana öyle gelmiş 8P ). Matter başlıyor, güzel başlıyor, gayet yüksek bir potansiyel barındırıyor, giriş iyi, gelişme iyi. Ama o kadar. Yüzlerce sayfa geçiyor (serinin en oylumlu kitabı olmakta kendileri), bir şeyler ha oldu ha olacak, ortadaki kozlar büyüyor büyüyor, laflar büyüyor, olaylar büyüyor, her şey aslında “o” bir tek şeye çalışıyor, farkındasınız, heyecanla bekliyorsunuz kırılma noktasını ve bir anda inanılmaz acemice bir şekilde pof! Gazmış meğerse, peki, gerçek olay/kitap nerede? Aaa, kitap bitti, üzgünüz buydu, yerseniz. Ne yazık ki S. King ve masa lambası olayı bir nevi. Çok çok feci bir vakit israfıydı Matter. Hele de Banks’in kitabın yayınlanmasından önce söylediği o sözlerle birlikte tekrar ele alındığında:

Banks tells me that he has spent the past three months writing another Culture novel. It will be called Matter and is to be published next February. “It’s a real shelf-breaker,” he says enthusiastically. “It’s 204,000 words long and the last 4,000 consist of appendices and glossaries. It’s so complicated that even in its complexity it’s complex. I’m not sure the publishers will go for the appendices, but readers will need them. It’s filled with neologisms and characters who disappear for 150 pages and come back, with lots of flashbacks and -forwards. And the story involves different civilisations at different stages of technological evolution. There’s even one group who have disappeared up their own fundaments into non-matter-based societies.”

Stuart Jeffries’in Banks ile röportajı, The Guardian, 25/06/2007

Bu, Banks’in dediği, benimse buna diyecek üç kısaltmam var: B.S., M.S. ve Ph.D. (bilen bilsin).

Şu günlerde Stephen Fry’ın The Liar‘ını okumaktayım. Kitap bir anda canlandı (Dickens’ın Peter Flowerbuck mevzuu). Fena bir kitap değil yalnız şunu da itiraf etmek lazım: Stephen Fry’ın zekasıyla biraz zedelenmiş. Demek ki neymiş? Zeka gösterisi zorlama olunca (wave after wave) sıkıcı olabiliyor (benzer bir durumu Fry’ın kankası Hugh Laurie’nin The Gun Seller‘ında sarkazm ve hazırcevaplılık ve aymazlık hususunda taze yaşadım). Okurken yarıda bıraktığım Robert Shea ile Robert Anton Wilson’ın The Illuminatus! üçlemesi de gelecek okuma projelerim arasında ve Fry’ı bitirir bitirmez -büyük ihtimalle de herhalde bitirmeden- sevgili eşimin yılbaşı armağanlarından biri olan Haruki Murakami’nin The Elephant Vanishes adı altında yayınladığı hikaye seçkisi de var daha…

Listemizin kitap kısmı bitmiştir, come back again for sinema een anderen…

–Sonradan edit: Sinema kısmını hala yazmaktayım ama o kadar uzun oldu ki, ayrı olarak ekleyeceğim ve en sonda da gene eski usul derli toplu bir “kazananlar” listesi koyacağım…

Uzunca bir süredir buradaydım. Yıldız günceleri, dünya.

Jennifer Grey DD 1987Bir gün A-Ha’nın Manhattan Skyline‘ını anlayacağım ve seveceğim, keza bir zamanlar adıyla var olan sanatçının sign of the times‘ını da. Jennifer Grey DD’de 17 yaşındayken gerçek hayatta 27 yaşındaymış meğer.

Me & You vs. the World mesela, 64 değil 94 imiş, onu öğrendim ama neyse ki Leavin’ On a Jet Plane de 90lar değil, 60lar imiş (ve Jefferson Airplane değil John Denver’mış). Ne yazacaktım ki bir sürü şey.

( Ben bir jet uçağında gideceğim
Ne zaman döneceğim bilmeyeceğim ) LM, JD

Nicedir ve kısa bir süredir izlemek istediğim birtakım filmlere kavuştum nihayet: Kitchen Stories (2003) (Salmer fra Kjøkkenet), Music from Another Room (1998), Green Butchers (2003) (De grønne slagtere) and finally, Leningrad Coybows Go America (1989). Sabah okula giderken bisikletimle bir başıma, aklıma önce Fatboy Slim – Weapon of Choice (you can kill with this / you can kill with that) ve dahi Chritopher Walken’lı Shining klibi, ardından da başka birtakım şeyler geldi, bir de bunu yazarken (2. defa), “birtakım”ın sahiden de şekilA’daki gibi bitişikti, değil mi diye merak ettim, gittik baktım sevgili vvvvvv.tdk.org.tr’mize, bana onun hakikaten öyle olduğunu söylemekle kalmadı bir de, inanır mısınız pek sayın seyirciler, üzerine bir de İhsan Oktay Anar’dan alıntı yaptı:

birtakım
sıfat

Kimi, bazı:
“Bu adam birtakım nazari meseleleri çözmek için önceki geceden rüyaya yatmıştı.”- İ. O. Anar.

Bana gelince, iyiyim güzelim, ne bileyim, bilmiyorum işte, New York yılın bu zamanı soğuk, Clinton Caddesi’nde de müzik var. Jennifer Grey’den daha yaşlıyım halbuki 80’lerde çocuktum daha. Bir de bugün günlerden Cuma. (tekrar et).

son olarak demeliyiz ki daha önceden denmiş şeyleri, şöyle ki:

Terziler geldiler. Bu güneşler odaların dışındaydı artık.
Herkes titrek ve sabırsız, titrek ve sabırsız evlerinde
Gazeteler yazmadı, dükkânlar dönemindeydik
Yüzlerce odalarda yüzlerce terziler, pencerelerini kapadılar
Parmakları uzun, kurusolgun yüzleri sararmış, eskimiş durmaktan
Yitik saat köstekleri, titrek ve sabırsız yorgun bacakları
Her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler
Beğenip gülümsediler.

TU, Terziler Geldiler’den detay..

Me and You versus the World

Godard, A Bout de Souffle (1960)

I first met you hanging knickers on the line.
From that moment on.
I knew that there could only be one outcome.
Me and you against the world forever.
You had no folks and I’m just a joke.
But we made a vow.
That we would never sell each other out.
A lie detector wouldn’t make me doubt you.

Now we know that it’s us versus the world now.
Me and you against the world now.
Look up there in the sky now.
See those stars well they’re shining just for us.
Hey now, me and you against the world now
Look up there in the sky now.
See those stars well they’re shining just for us

We hitched a ride that would turn out suicide
I had my ’45 replica gun.
I didn’t think we’d ever need it.
Didn’t know he had a real one loaded.
You went in first, took the worst.
Couldn’t hear me shouting you.
To stop above the busy traffic passing by
We promised that together we would die.

Now we know that it’s us versus the world now.
Me and you against the world now.
Look up there in the sky now.
See those stars well they’re shining just for us.
Hey now, me and you against the world now
Look up there in the sky now.
See those stars well they’re shining just for us


I went in next
Took a bullet in the chest.
So I hit him with the only thing that was anywhere near me.
A tin of baked beans and a woman’s weekly.
I grabbed the cash
Picked you up and made a dash.
Didn’t get too far
Made it to the parking lot.
40 cops in front of us.
Guess who got shot…

Lying there dying in each others arms.
Oh you said to me.
Don’t worry about a thing my little sweetheart.
We’re together we shall never be apart.
You took a chance on a loser like me.
But you never let me down.
And whether we’re in Heaven or Hell
I know it’s better than separate cells.

Now we know that it’s us versus the world now.
Me and you against the world now.
Look up there in the sky now.
See those stars well they’re shining just for us.
Hey now, me and you against the world now
Look up there in the sky now.
See those stars well they’re shining just for us

Space – Me and You Versus the World (1996)

IT’s alive!!!

ITCrowdS03E01 oder happiness is a warm gun

– I’ll see you later, Douglas.
– Not if I see you first.

Dünyanın bütün simültane çevirmenlerine sevgiyle.

(Yani diyor ki (içinden) “Eğer ben seni senin beni gördüğünden önce görürsem, o zaman hemen yolumu değiştirir, vizörünün menzilinden çıkarım; yok eğer sen beni benim seni görmemden evvel görürsen, o zaman yapacak bir şey yok, görüşürüz mecburen..”)