come on pilgrim, you know he loves you – ya da ahir zamanlar

Üç kişilik bir aileyiz. Yurtdışı maceralarımız dolayısıyla birlikteliğimiz iki kere ciddi kesintiye uğradı ve tabii ki başımıza gelebilecek çok daha kötü şeyleri düşünebiliyor olsak da, dayanması çok zordu bu ayrılıklarda. Üçümüz birlikteyken kötü şeyler olmaması tercihimiz ama diyelim ki, bir uçakta koltuklarda yan yana oturuyorken noktalanmak, “dünyanın sonu değil”. Dünyanın sonunun gelmesi dahi “dünyanın sonu değil” kategorisinde, if you know what I mean. Birlikteysek her şeyi atlatabiliriz, atlatmasak bile atlatmış sayılabiliriz.

Dün, yüzümü yıkarken aklıma bu minvalde ilginç bir şeyler gelmişti: yin/yang’tan yola çıkarken türetilmiş geyikler, üzerine bolca diyalektik sosu eklenmiş şekilde… neydi ki acaba? Böyle milyonlarca klonunuz olduğunda, benliğinizi, bireyselliğinizi yitirdiğinizde, ancak o zaman ölümün anlamını yitireceği gibi bir şeydi sanırım. Galiba hatırladım: bir şeyin üstesinden gelmenin tek yolunun, o şeyi problem olmaktan çıkarmak olduğu satorisiydi. Çok zor bir şey uygulamada, kötülüğe kötülükle karşılık vermemek gibi, buram buram enayilik kokan bir şey ama tek yol bu. “Do not feed the troll.” düsturunda özetleniyor. Ama ne kadar zor, imkansız belki de çünkü bir yandan taviz/tolerans meselesi var, diğer yandan kendiniz için katlanabileceğiniz şeylere sevdikleriniz için dayanamayacağınız gerçeği.

-yine- Nereden nereye (sayın seyirciler). Şimdi bildiğiniz/bilmediğiniz üzere, Amerika’da, evanjelistler başta olmak üzere bir “rapture” gündemi var. Adamlar hesaplarını yapmışlar, 21 Mayıs’ı, yani bugünü, inananların (müminlerin) Tanrı tarafından cennete alınacağı gün olarak belirlemişler. Geride kalanlar 21 Ekim’e kadar kendi aralarında top çevirecekler, 21 Ekim’de de kıyamet kopacak. Benzer bir inanış, bildiğim kadarı ile İslam’da da var: önce Deccal (anti-christ) gelecek, insanlar hatta onu Mesih (Hz. İsa) sanacak, fakat sonra gerçek Mesih gelecek, haçlar kırılacak hatta, insanlar “ya biz ne büyük bir hata etmişiz” diye pişman olup ağlarken, kıyamet kopacak.

Dünyanın sonunu olumlu bir eylem olarak görüyorum. Mümkünse hep beraber gidelim. İnsanları (homo sapiens familyası bünyesinde) pek sevmiyorum, hayvanları uzaktan sevsem de, onlar da aşağı yukarı aynı haltlar bizimle. Popüler olan şeylere gıcık olan entelektüel ukala tiplere “hipster” deniyor İngilizce’de. İşte paşazade dinlediği grup meşhur oldu diye artık onları dinlemiyor; ilk kitabıyla birlikte okumaya başladığı yazarı artık herkes tanıyor diye beyzade artık yeni kitaplarından zevk almıyor, hıh! İşte o hipster benim. Marifet değil ama öyle. Bir şeyi herkes beğeniyorsa iki ihtimal vardır: ya o şey genel zevke aittir, yani başka bir deyişle hayli yüzeyseldir, sabun köpüğüdür; veya sembolik/kapalı bir anlatıma/anlama sahiptir, herkes kendince bir şeylere yorar, kişiselleştirir, ya da Joyce’un Ulysses’idir (farkındayım, ihtimaller üç oldu). Bir keresinde Andy ile  Stephen Fry hakkında konuşuyorduk, malum, memleketlisi, benden daha iyi bilir, işte o zaman demişti ki Andy (Stephen Fry için) “psikolojik bir takıntısı var, asla kendi yaptıklarını tatmin edici bulmuyor..” – bunu teşhisi koyan bir doktor edasıyla, bilimsel bir bulguymuşçasına söylemişti. Bende de malesef kendim hakkında olmasa da, hatta şimdi fark ettiğim üzere pek de alakalı olmasa da, benzer (?) bir rahatsızlık var: ait olduğum kategorilere karşı bir yabancılık çekiyorum. Bunun -şimdiki uygulanabilirlikle- en tepedeki klasmanı olan insanlar için, işte “keşke uzaylılar gelse de bize hak ettiğimiz müdahalede bulunsa” diyorum, hatta bunun hikayesini yazmışlığım bile var (EST, “The Day The Aliens Took Over The World”), ama çok mu uzaylı-dostuyum? Yok canım, daha neler, elbette onlarda da var bizdekiler gibi pislikler. Mesela savaş suçları iki taraftaki işte böyle pislikler tarafından işlenir. Önemli olan eylem sonucunda mazlum olanlara üzülüp, eylemleri sonucunda zalim olanlara hiddetlenmek değil, yani, o da önemli ama kritik olan, koşullar elverse bile zalim olmayanlardan bir toplum oluşturmak. Öbür türlü, fil, insan, köpek, kedi, fare döngüsüne mahkumuz, hayır, bilgisayarda etkileşim koşulları tanımlayıp, (atomlar üzerinde) simülasyonlar yapan biriyim, oradan biliyorum, atomlarımız bile bu işe bu kadar batmış durumdayken, bireyleri siz düşünün.

Nerede kalmıştık? Sene 1954, Sicilya… Rapture. Herkesin kendi inancıdır, adam benim bunları yazdığım şu sırada, evinde ailesiyle oturup, ışığın onu almasını bekliyorsa, onun inancıdır, hem “kek” damgasını vurmadan önce, düşününce o kadar da dalga geçilecek bir şey olmadığı da görülebiliyor. Bu bilgisini kendine de saklayabilirdi, zira şimdi yarın sabah şayet yine yatağında uyanmış bulursa kendini, bütün dünya onunla dalga geçiyor olacak (bu arada, bahsettiğim kişi: Harold Camping) – ama eğer haklıysa, dünyada geride kalacak olanların ne dediği de umrunda olmayacak, böyle bir şey. İlla ki akla Arthur C. Clarke’nin “Tanrının 9 Milyar İsmi (The Nine Billion Names of God)” hikayesi geliyor. Orada asıl muhabbetin yanında, beklenen kıyamet gerçekleşmediğinde inananların inançlarının sarsılması bir yana, daha da güçlendiğinden dem vurulur, ki mantıksız olsa da, mantıklıdır aslında. Bir de şu ortaokul öyküsü vardır, hani kuraklık olmuş da, yağmur duası için köyün imamına / delisine gitmişler, o da “eğer gerçekten inanırsanız sağanak  yağmur yağdırırım, benimle öğlen şu tepede buluşun” demiş, ama yanına gittiklerinde “siz inanmıyorsunuz” demiş, “inanıyoruz, bla bla bla” diye cevap vermişler, bunun üzerine o da “inansaydınız yanınızda şemsiye getirirdiniz” demiş, vs. vs. Bengü geçen gün Steinbeck’in “The Winter of Our Discontent”ini bitirdi, orada da alakalı bir muhabbet vamış, ben hatırlamamıştım, işte oradaki karakterin teyzesi(giller) “rapture” (Hande, Türkçesi ney? Elflerin de başına gelen bu mu LOTR’da?) geliyor diye her şeylerini dağıtmış, dağa çıkmış beklemeye başlamışlar ama beklenen olmayınca, ertesi gün koşa koşa dönüp, giden eşyalardan kurtarabildiklerini toplamaya çalışmışlar.

Bugün pazar değil ama iyi pazarlar. Hani yarın olmazsa diye şimdiden diyeyim dedim (wishful thinking, ama hakikaten hak ediyoruz). En son CERN’deki lokal karadeliklerden ümitlenmiştim, şimdi bu var, seneye Aztek 2012 gribi, ümit fakirin ekmeği…

Ahir zamanlar, bu arada sevdiğim bir deyiş, kıyametten önceki son günlere verilen isim.


o sırada bizim kültürde anahtar kelimeler: Mevlana, Şeb-i Aruz, Vuslat

mesut bahtiyar simulasyon ya da işte öyle bir şey…

(Hani bir yıldız kayar da insan / Hani bir telaş duyar ya birden / İşte öyle bir şey)

-hala otoparkta beklemekte olan Marvin’e-

Birkaç şey, 1: (geek special). Evdeki bilgisayarınızdan açın terminali, okuldaki bilgisayarınıza SSH çekin, o terminalden de evdeki bilgisayarınıza girin, bir şeyler yapın, dosyaları kurcalayın, ‘touch’ this, touch that. Eve geri döndüğünüzde bir şeylerin kurcalanmış olduğunu görün, kendinizi sobeleyin. (Philip K. Dick – A Scanner Darkly)

2. Sims’i açın, oradaki karakter bilgisayarda oyun oynasın, oyunun detaylarını çok da net göremeyin, neye benziyor bilemeyin ama aslında o oyun da Sims olsun, o oyundaki küçük adam da oyun içinde oyun açsın, ama oynadığı oyun siz olun. (Neil Gaiman – A Game of You (başlıktan sadece), Zaphod de hhgttg)

3. Elinizi arkası yere değecek şekilde yere koyun. Üzerine sadece parmaklar dışarıda kalana değin toprak dökün, öyle ki sanki parmaklar aynı yere bağlı değillermiş gibi bir etki olsun, parmaklar birbirlerinden bağımsızlarmış gibi düşünsünler mesela, ayrı benliklere sahip olduklarını da, bir gezegende birey olduklarını da. (Half Life’da sizi bile bırakıp birbirleriyle dalaşmaya başlayan timsahımsı ve ötekimsi yaratıklar).

4. Elinizde hakiki olduğuna emin olduğunuz bir tablo olsun. (Çok sevdiğiniz) bir arkadaşınız o tabloyu çok seviyor; normalde derhal, sevgiyle hediye ederdiniz ama öte yandan tablonun sizin için manevi değeri var. Nihayet bir gün aklınıza bir çözüm geliyor – çok yetenekli bir ressama tablonun röprodüksiyonunu yaptırıyorsunuz, niyetiniz sizdeki aslı bir yere saklayıp, arkadaşınızı “birazcık” kandırarak olsa da, mutlu etmek. Aslı ile kopyasını almaya gittiğinizde, ressam sağ elinize aslını, sol elinize de resmin röprodüksiyonunu (TDK’dan baktım bu arada yazımına) veriyor. Tam arabanıza koyacakken resimleri ayağınız takılıyor, resimler düşüyor, karışıyor, hangisinin asıl olduğunu anlayamıyorsunuz. Sonra aklınıza bir ihtimal daha geliyor (ressamın yiyebileceği bir herze). Elinizde hakiki olduğuna emin olduğunuz bir yaşam olsun. Sonra bir gün bir simulasyon bunun eşdeğerini sunuyor. (Zhuangzi, Milattan Önce 3. yüzyıl).

Geçmişte şu andaki teknoloji, onun getirdiği rahatlıklar olmadan paşa paşa yaşadık çünkü böylesi bir şeyin varlığından haberdar değildik. Bir şeyin olabileceğini, olduğunu bilmek, onun olmadığı durumun kayıtsızlığını imkansız kılıyor. Şu anda bir gerçeğimiz varsa, bunu sanalın gerçekle -henüz- boy ölçüşecek duruma gelmemiş olmasına borçluyuz.

5. Bir simülatör insanlara istedikleri her şeyi veriyormuş ve bunu da yoğun-zaman denilen bir hızda yapıyormuş, öyle ki, simülatörde 1 hafta “yaşandığında”, gerçek hayatta sadece bir gün geçmiş oluyormuş. Simülatöre (“gerçek” zamanda) 2 yıl bağlı kalmak için, (“gerçek” zamanla) 1 yıl boyunca simülatör için ağır işlerde çalışmak gerekiyormuş. Ama 14 yıllık cennet vizesi için 1 yıl çalışmanın sonuçta lafı mı olur! Bir süre sonra insanlar simülatördeki dünyanın gerçek olduğunu, ağır çalıştıkları öbür dünyanın ise asıl simülasyon olduğunu çakmışlar (çünkü zorlukla geçirdikleri alem sayesinde cennet gibi gerçeğin değerini kavrayabiliyorlarmış). Bazıları ise hala tersini savunmaya devam ediyormuş. (EST, Jack and the Bean Stalk 3000)

İhtiyacımız olan: kişi başına (bu galaksi ölçeğinde bir sistemi simüle edebilecek seviyede) bir bilgisayar; yeterince yüksek bir sanal zaman / gerçek zaman oranı. İşte o zaman hiçbir şeyden emin olamadığımız o (mutlak?) nihai anarşinin hükmüne gireceğizdir.

Geçen Bölümün Özeti: Olay, A gerçeğinin içindeki B simülasyonunun içindeki C simülasyonu değil; olay, B simülasyonunun içindeki C simülasyonunun içindeki A simülasyonun içindeki B simülasyonu. Olay barizin kabulünden ibaret, kendine yeter, kendi içine sınırlı, hayli ekonomik ve pratik bir çözüm. Çok mu bilim kurgu, zorlama? Mandelbrot’la Koch’un selamı var, lolo lala bla.

Son nokta: “Simülasyon olduğunu anladığında rahat bir nefes aldı..”

A ile B

A ile B aynı dizide oynuyorlar. Dizi 20 dakika, çekimleri haftada 3.5 – 4 gün sürse de, A’nın rolü çok fazla olmadığından, A genelde yarım günlüğüne çağrılıyor. B, dizinin başrol oyuncusu, A da onun eski sevgilisi. Senaryo icabı B, A’ya hala aşık ama A artık B’yi sevmiyor. Birlikte oynadıkları bütün sahnelerde B, A’ya yalvarıyor geri dönmesi için, A kabul etmiyor ama bir türlü. Gerçek hayatta A, B’ye delicesine aşık, B’nin haberi yok, zaten haberi olsa da pek umrunda olmazdı. Birlikte oldukları her sahnede A sesli olarak B’ye gitmesini söylerken, içinden kalması, rol icabı bile olsa bir araya gelmeleri için dua ediyor. A’nın dizi dışında pek bir yaşamı yok, hayattaki tek gayesi B ile dizide tekrar birbirlerine aşık olmak. A yakında bir başkasıyla evlenecek, ya da bir kaza geçirecek ya da sözgelimi Japonya’ya gidecek, B çok üzülecek. Terk eden A olacak, giden de o. B’yi aklına bile getirmeyecek hiç.

$izoSuru No:4 – Mutlu Sonlar

$izoSuru #4 — Mutlu Sonlar

  • Feist – My Moon, My Man (2007)
  • The Chordettes – Lollipop (1958)
  • Eisley – Marsh King’s Daughter (2007)
  • Maia Hirasawa – And I Found This Boy (2007)
  • Imogen Heap – Glittering Clouds (Locusts) (2006)
  • Bjork – Earth Intruders (2007)
  • The New Pornographers – Myriad Harbour (2007)
  • Camera Obscura – French Navy (2009)
  • Do Wacka Do – Roger Miller (1965)
  • Slow Club – When I Go (2009)
  • Nick Cave – Disco 2000 (2006)
  • Kate Nash – Merry Happy (2007)
  • The 88 – At Least It Was Here (2009)
  • The Bird & The Bee – Polite Dance Song (2007)
  • + Emre Sururi’den yorumlar, ahkamlar, karalamalar….

İndirmek için bu bağlantıyı takip ediniz / Please follow this link to proceed with download.

Feist – My Moon, My Man (2007) Take it slow /  Take it easy on me / And shed some light /  Shed some light on me please

The Chordettes – Lollipop (1958) I call him / Lollipop lollipop /  Oh lolli lolli lolli

Eisley – Marsh King’s Daughter (2007) Stealing to your window /  “Well, you know”, I say, “We could fall in love” /  Sighing in exasperation /  “No”, you say again, “This simply is not love” / And I just know that we could work out

Maia Hirasawa – And I Found This Boy (2007)
And we talked about life,  we talked about time / We talked about me, while he was looking around / He was searching for something new and exciting, / while I was standing there right in front of him / (HELLOOOO!!!!)

Imogen Heap – Glittering Clouds (Locusts) (2006) I’m not always like this /  It’s something I’ve become, /  A terrible weakness /  In my nature, in my blood. /   Save me, oh save me, save me from myself / Before I hurt somebody else again.

Bjork – Earth Intruders (2007)
We are the earth intruders  / We are the earth intruders /  Muddy with twigs and branches  /  Turmoil! Carnage!

The New Pornographers – Myriad Harbour (2007)
Someone somewhere asked me, / “Is there anything in particular / I can help you with?”  / All I ever wanted help with was you.

Camera Obscura – French Navy (2009)
I’ll be criticized for lending out my art /  I was criticized for letting you break my heart /  Why would I stand disappoint for looks? /  I’m fully grown, but I’m on tender hooks  / Ooh with the looks, on tender hooks  / Ooh with the looks, the looks, the looks…

Do Wacka Do – Roger Miller (1965)
Yeah, I see you’re goin’ down the street in your big Cadillac, / You got girls in the front, you got girls in the back, / Yeah, way in back, you got money in a sack, / Both hands on the wheel and your shoulders rared back / root-doot-doot-doot-doot, do-wah

Slow Club – When I Go (2009)
If I get to sixty will you let me slip away  / Into an armchair for the rest of my days / Cos you’ve got your family and I’ve got mine  / The love that we share is for another time

Nick Cave – Disco 2000 (2006)
Oh, what are you doing Sunday, baby? /  Would you like to come and meet me, maybe?  / You can even bring your baby. / Ooh ooh-ooh-ooh-ooh..

Kate Nash – Merry Happy (2007)
So I learnt from you /  Do do do da do do do do do do da do do do do do do da do /  Do do do da do do do do do do da do do do do do do da do /  I can be alone /  Yeah /  I can watch a sunset  / On my own / I can be alone /  Yeah / I can watch a sunset / On my own / I can be alone / I can watch a sunset / On my own / I can be alone / Yeah /  I can watch a sunset / On my own / I can be alone / Yeah /  I can watch a sunset /  On my own  / I can be alone /  I can watch a sunset /  On my own

The 88 – At Least It Was Here (2009)
Give me some rope / Tie me to dream / Give me the hope / To run out of steam / Somebody said / It could be here / We could be roped up, tied up / Dead in a year / I can’t count the reasons I should stay / One by one they all just fade away

The Bird & The Bee – Polite Dance Song (2007)
Pardon me /The music is moving / Moving from left to right / Apologies / For losing my cooling / Losing the day to night.

İlgili bağlantılar, aklıma getirilenler:

Scrubs / Lollipop : http://www.youtube.com/watch?v=KGaL3gMsEHY

SW Mos Eisley Edit : http://forgng.blogspot.com/2010/09/star-wars-mos-eisley-edit.html

xkcd playlist shuffle : http://xkcd.com/668/

The New Pornographers’in bahsettigim “diger” sarkisi All the Things that Go to Make Heaven and Earth imis bu arada, hakikaten de guzel sarki. Ayrıca bahsettiğim sağcı moronun adı Jimmy Swaggart imiş ve dahi o bu lafı rock müzik için söylemiş ve dahi sene 1986 imiş ama fekat grup meğer adlarını oradan değil, bir capon filminden alıyormuş (this sentence is wrong on so many levels).

“La Même Histoire”yı bu sefer de doğru telaffuz edemedim. (Heyhat!) Ayrıca program boyunca sürekli aksi yönde çaba sarf ettiysem de, tahriklere kapılmayınız, Eisley’nin şarkısının adı “Marsh King’s Daughter”, Björk’ünkü “Earth Intruders”, Kate Nash’in son albümünün adı da “My Best Friend is You”.

Yanlış hesap Bağdat’tan döndü, Camera Obscura için boşu boşuna içeri gidip ağlamışım, matematiğim kuvvetli değil sadece (2011’in evvelki senesi: 2009, hesap tamam ama 3 sene değil, 2 sene öncesi, gerçi aslına bakarsanız 3 senedir dinliyorum, evet, yine kafam karıştı, matematik zor, iyi ki sözeli seçmişim (karşılaştırmalı edebiyat).

Programın listesi hazır olduktan sonra Selma, Zappa ve Sabun’la paylaşmıştım, sağolsunlar görüşlerini esirgemediler, bu vesileyle onlara programda bir kedi selamı çakacaktım ammavelakin program telaşesi içinde yandı bitti kül oldu gitti aklımdan, bir selam borcum olsun. Benzer minvalde, bu program için Ece en favori şarkılarından olan She&Him’in “In the sun”ını söylemişti, ama Audacity dayanamadı, kilitlendi, göçerken yanında bilgisayarı da götürdü, o da başka bir sefere artık. Ayrıca bu, bunları ikinci yazışım çünkü 20 dakika öncesinde, xkcd’nin şu literary criticisim’le ilgili olan strip’ini ararken firefox’un o tab’i göçtü, o da yanında benim epeydir yazdığım şeyleri götürdü, sinir oldum, kalktım Chrome yükledim, o da editörü Javasız açınca, firefox 4’ü indirip yükledim çaresiz.

Bugün Bengü’yle konuştuk, ne kadar çok kız+oğlan, hepi topu o kadar grup var diye. The Bird & The Bee’den başladık saymaya, Pomplamoose, Eats Tapes, Stereophonic, She & Him, Slow Club, var da varrrr… (Kızlar süper, oğlanlar da geek gibin yalnız niyeyse).

Slow Club, Çetin Beyciğim (biraz Meren havasi da mi var sanki yoksa sakaldan mi) :

Bu da Raising Hope’taki Do-Wacka-Do sahnesi:

 

Geçen programda (80ler) arka planda çalınan müziklerin dizileri (bir son dakika karışıklığı olmadıysa sıralı olarak):
Dallas, McGyver, The A-Team, Air Wolf, P.I. Magnum, Knight Rider, Twin Peaks, Quantum Leap, Mission Impossible. Yarışmayı 3 doğruyla sevgili Bilgehan Demir kazandı (yaşının verdiği avantajla diyeceğim ama bu diziler için biraz büyük kalıyor gibi gelmiyor da değil!). Bir gün şayet 80ler devam programı olursa, 3 şarkıyı kendisinden isteyeceğiz, vermezse de küsüp bozulacağız (aka küs boz burnun iki karış yaptırımı / cips kola kilit blöf (cımbız) yaptırımından sonraki en sağlam yaptırımdır, “ayna demek yok” korumasını da baştan sallıyorum ortaya (+2/-1, vurdum mu?).

Imogen Heap’in Glittering Clouds (Locusts)u zor bulunan bir parçadır, benim radyoODTÜ olsa gerek, radyo vesilesi ile haberim olmuştu, geçen sene de Spotify’dan para verip aldım (internetten satın almış olduğum tek mp3’tür kendileri bu arada). Bu program için listeyi toparlarken, The 88’in “At least it was here”ını çok alasım vardı ama ne Spotify’ın şeysinde, ne ubuntu one’da ne de amazon ve diğer arkadaşlarda bulamadım — bir tek Apple’ın iTunes’unda vardı, ondan da indirdikten sonra ya taşıyamazsam kaygısıyla alamadım.

(Yeni gelin mode on) yerim olsaydı bunları da çalacaktım kategorisindeki şarkılar:

Sia – Buttons
/ Şarkının özellikle orijinal klibini tercih etmedim link verirken çünkü Sia “Ben kliplerimde bilgisayar kullanmadan özel efekt yapabilirim” düsturunu kendine ilke edinmiş bir nom nom yönetmen ile çalışmış, üç şarkının üç klibi de bu kadar mı kötü olur yahu! (Total eclipse of the heart’a laf ettik ya geçen programda, beterin beteri geldi).

Kate Nash – Do-Wah-Do
/ Süper – ama bunu yerim dar diye değil de, zaten halihazırda Merry Happy’sini çalıyorum diye alamadım.

Pogues – Rocky Road to Dublin
/ Bunu başta almıştım, sonra niye aldığımı anlayamadım, çok güzel şarkıdır ama mutlu son ne alaka? olsun, dinleyelim coşalım, Shane McGowan için içmeyelim bu gece.

Feist – My Moon, My Man (Boys Noize remix)
/ ohar.

Pulp – Disco 2000
/ Bu da orjınali. Ya bana bir bu adamı, bir Suede’in Brett Anderson’ını, bir de Love Actually’de Billy Nighy’nin canlandırdığı Billy Mack’i versinler, dans edeyim onlarla (garip danslar kategorisi, katakullisi).

The Dresden Dolls – Coin Operated Boy
/ yok, bunu da çalmayacaktım, Maia Hirasawa’nın And I found this boy’u vesilesiyle kulaklarını çınlatıyorum da, oradan şey ettim.

Hayatımın filminin (metaforik bir anlam yüklenmemektedir, cenazemde çalınması için değil, bizzat eğer bir gün hayatım filme çekilirse o filmi kast etmekteyim) sonunda çalınmasını isteyeceğim iki şarkı var, biri The Cardigans’ın In the Round’u, diğeri de Rage Against the Machine’den Sleep now in the fire. (biri perhiz, diğeri lahana turşusu). [cenazemde çalınacak şarkı olarak vaktiyle Danzel – Pump it up‘ı istemişliğim vardır, fakat bu isteği yaparken ciddi değildim, ciddi değilim hala, ama yine de, aklımın bir köşesinde cenazemde sevgili dostunun bu son isteğini gerçekleştirmeye teşebbüs ederken linç edilip, yanımda gömülecek sevgili arkadaşım OBM ile ilgili böyle bir fantazim de yok değildir 8]

GürerSan için Roger Miller – Do Wacka Do‘daki amcadan (Thumbs Carlisle – nasıl bir insandır o ya!) Batman şeysi giymesini rica etmiştim, o da beni kırmadı. Ayrıca Roger Miller’ın Erol Evgin’in biyolojik babası olduğu yönünde söylentiler de yok değil (değil).