Sururi ve kaliteli sucuk. ya da kulak göz ve boğaz.

Hint asıllı yazar, Orhan Pamuk’un sevgilisi Kiran Desai’nin The Inheritance of Loss‘unda, para biriktirmek üzere Amerika’da kaçak çalışan bir Hintli karakter vardır. En ucuzundan aldığı pilavı yerken, pirincin Hindistan’ın en pahalı pirinci olduğunu görüp, “şu feleğin işine bak”ımsı bir şeyler düşünür: neticede Hindistan’ın en zenginlerinin yiyebildiği işbu pirince, Amerika’nın en fakirleri bile burun kıvırabilmektedirler.

Pipo içerken, pipoyu içerdim. Bir pipoyu içtikten sonra en az 2 gün dinlendiren, aralarda düzenli olarak bakımını yapan bir insan olamadım hiç. Ha bunun sonucunda kaç pipoyu haşat ettim, dumandan çok kurum çektim orası ayrı ama pipoyu pipo içmek için içtim. Şimdi bana piposever bir arkadaş diyecek ki “ah bir bilsen neler kaçırdın o bakımı yapmamakla, bilmemne tütününü denememiş olmakla, bak ben sana hazırlayayım kendi en seçkin bilmemne ağacından yapılma pipom ve dahi bilmem nereden gelme tütünümle, bir bak, bir daha başka bir şey içemeyeceksin…”, ben de ona diyeceğim ki “pipoyu bırakalı yıllar oldu ama içiyor olsam bile teklifini kabul etmezdim sanırım çünkü: 1. Farkı anlamayacağım, böyle bir hassasiyet ayarım yok; ve 2. Bana samimiyetle iyilik yapıyor olduğuna inansam bile yine de artistlik yapma, sinir olurum (ülen) gibi bir şey. Sonuçta, detaylara girmek gerekirse, o yıllardaki tercihim Captain Black Gold idi ama kaçak tütün piyasası sağolsun, küflü tütünden üzerine en adi viski dökülmüş ucuz tütünlere kadar geniş bir yelpazede patlaklık skalamı geliştirmişliğim vardır. Bu dediğim uç örnekleri tüket(e)memiş olsam da, yine de çıtayı hayli aşağılara çekmiş bir durumda idim.

Ekin anlatmıştı: onların bir arkadaşı gazoz konusunda uzman olduğunu söyleyip dururmuş, en sevdiği gazoz da -diyelim ki- Sprite olsun (bir aralar ben de kolanın kutudan mı ya da (tabii ki yeni açılmış) şişeden mi konduğunu anlayabildiğimi düşünürdüm mesela), işte bir gün bunlar da bıkmışlar, “haydi,” demişler, “seni bir test edelim: bak bu bardaklardan birindeki sprite, diğerindeki 7up” (ki onların örneğinde ikisi de birbirine yakın tatlar içeren ve şimdi hatırlayamadığım markalardı). Kızcağız bir ondan bir bundan birer yudum almış, düşünmüş taşınmış ve birini gösterip, “sprite işte bu” deyince ona müjdeli haberi vermişler: ikisi de aslında uludağ imiş.

Hep şükrederim: kendimi bildim bileli, hiç de öyle rafine bir zevkim olmadı, pek çok zevkim olsa da. Çay tiryakisi olmama rağmen (günde en az 1.5 litre çay içmekteyim), gerek Lipton (Hollanda’da), gerekse Twinnings (İspanya’da) uzunca bir zamandır her işime koşuyorlar. Hollanda’da yarı-artistik birkaç çay dükkanı vardı Simon Levelt diye, oradan oraya özgü “Delftse Blauw” alırdık, Earl Grey alırdık, bir de bir keresinde beyaz çay almıştım Gökhan’ın tavsiyesiyle ama İspanyalılar çay diye bir şeyi bilmediklerinden, buradaki hepi topu iki adet çay dükkanına girdiğinizde -hele de The Tea Shop’a- aman Allahım! sanırsınız ki İngiltere’den bizzat kral ve kraliçe gelmişler, tezgahtar önlüklerini üstlerine geçirmişler, lütufta bulunuyorlar. Bizim Türkiye’de bir “kaçak çay”ımız vardı, bir de Çay-Kur’un Rize çayı (sonradan bir de tomurcuk’un earl grey’i çıkmış idi), alemin kralından çok çay keyfi yapardık, kime bu artistlik be bezirgan? (Bezirganın ne demek olduğunu bu cümleyi okurkene bilen var mıdır bu arada? Ben değil (“not me” özentiliği – kimin amerikan ingriş özentiliği ve iki baş parmağı var? 8P) ).

Geçen hafta misafirliklerine gittiğim iki profesör de çay tiryakisi idiler. Her biri abartacak olursam benim maaşıma denk çeşit çeşit poşetlerde çeşit çeşit çaylar vardı, her çay pakedinin üzerinde Hindistan’ın hangi bölgesinden geldiği, kaçıncı flush (artık her ne demekse) olduğu ve annesinin kızlık soyadı bilgileri yer alıyordu. STGFOP filan neymiş, ilk onlardan öğrendim (aman hemen gidip bakın wiki‘den, siz de eksik kalmayın, ben satoriye ulaştım sanki öğrenince!). O kadar rafine, o kadar süper çayları içtim de ne oldu? Hiç. Akşam pansiyona döndüğümde keyifle salladım Twinnings Earl Grey’leri, üç mum yaktım, seyrine baktım.

Müzik deseniz, onda da durum çok farklı değil, gururla kulaklarımın 64kbps olduğunu söylerim. Öyle işte, anlamıyorum, bana yetiyor. hi-fi’ci arkadaşların yanında gaza geldim mi, gelmedim ama farkı biraz anlar gibi oldum ama o kadar. Görüntü deseniz, 600×300 küsür(ish), 15″ laptop’ın monitorü hiç sorun çıkarmıyor. Bir süredir (televizyon aldığımızdan beridir 8) televizyona gönderip (32″) oradan izlesek de, 720p olayına girmiyorum. Bir keresinde, (22 dakikalık standard) bir dizinin (Modern Family) standard çözünürlükte (175MB yapacak şekilde olan) bir bölümünü bulamamıştım da, mecburen 500 küsür MB’lık yüksek çözünürlükteki halini indirmek durumunda kalmıştım. Bengü’yle bakmış bakmış bakmıştık, bir fark görememiştik (“o derece”). E ben bunu sonuçta birtakım arkadaşlar (OBM) gibi projektörle seyretmeyeceğim arkadaşım, hem öyle olsa ne olacak? Ya, bir keresinde Raising Hope’un 1 GB boyunda bir versiyonunu gördüm — kim ne yapar o diziyi o çözünürlükte? Yapımcısı Greg Garcia görse, bilse hüznünden ağlardı herhalde, açık söylüyorum… Fotoğrafta da öyle: Barış geçen yılbaşı Ece’nin bir resmini çekmişti, geçen gün bakarken fark ettik, resmin arka planında (ve epey arkada) kitaplık da çıkmış – 1:1 oranında bakınca, 1 santimden az kalınlığa sahip kitabın sırtını okuyabiliyorsunuz, ya bu kadar da olmaz ki arkadaşım…

Youtube’den müzik dinleyebiliyorum, herhangi bir süpermarketten çay ve tabloların röprodüksiyonlarından (internet baskısı) da keyif alabiliyorum. Buyum ben!(*)

Aslında bütün bunları yazmaya iten, dürten asıl olay, uçağın kataloğunda gördüğüm şu ürün oldu:

Bu bir kurşun kalem ve 395 dolar! Tamam, kronik mülkiyet düşmanlığım vardır, her zaman oldu, ama bu onu bile aşıyor… Bu kalemi alanları bir şey yapmalı…. ama nasıl bir şey, öyle böyle değil! Bunu yazarken, bir de şu kilosu 1000 dolardan başlayan çikolatalar geldi aklıma, baktım internetten, işte Noka, Knipschildt, Delafee filan. Ayıp şeyler yazacaktım, yazmadım. Sokrates’la konuşuyorduk geçen gün, “Soki,” dedim, “bizim Devlete böyle kalemlerle çikolataları alan zenginleri yakalayıp getirelim, önlerine bir pahalısını, bir de normalini koyalım, pahalısını bulamazlarsa da eşek Kudüs’ten gelinceye kadar kalın damarlı odun sopayla dövelim…” Sokrates güldü, “hakkın var Emre,” dedi, “yalnız, Ekinlerin yaptığı gibi yapıp, bütün seçenekleri normal mallardan toparlayalım…” çok güldük hakikaten o gün… Orijinaliyle kopyasını ayırt edemeyen adama kopyasını vermek mübah olmalı. Roald Dahl’ın galiba böyle bir hikayesi vardı, sonradan görme adam hayat tarzını değiştirmek için çok bilmiş uşak tutuyor, uşak da ona pahalı şaraplar aldırıyor, sonunda da ahçıyla evleniyordu (bilenler hatırladı, bilmeyenlere de spoiler olmadı).

—————————————————————————
(*)Yalan adam hamişi: Eh, bir yere kadar zira kokkola yoksa pepsi içmem, puroların kötüsünü içebilsem de (ki gençliğim güzel marmara’nın puro karşılığı olan “Marmara” ile geçti) içmem, burun kıvırırım (sentetik tütüne sarılmışları es geçerim mesela ama kuruluğa o kadar fit olmam, neticede onların direkt çarpacağını bilirim mesela).

Yaylalar…

Bildiğiniz üzere, şayet yurtdışında en az 3 yıldır çalışıyorsanız, belli bir ücret (5112 Euro) karşılığında, 21 günlük bir eğitimin ardından askerlik vazifenizi yapmış sayılıyorsunuz. Sayılıyordunuz. Yeni yasa ile 21 günlük eğitim kaldırıldı, ödenmesi gereken tutarsa 10000 Euro’ya çıkartıldı. Çıkarılacak. Zira, salı akşamı meclisten geçirilen yasa tasarısı, yürürlüğe girmek üzere Cumhurbaşkanı’nın onayını bekliyor.

Akademisyen olmanın getirdiği bir faktör de, askerliğin siz üniversitede okuduğunuz müddetçe erteleniyor olması idi (yine de bir yaş sınırı vardı: 30’unuzdan sonra daha fazla erteleyemiyordunuz). O sıralar bu imtiyaz hayli cazip gelse de, doktoradan sonra büyük ihtimalle evli ve çocuklu oluyor, dahası doktora dereceniz, kısa dönem er olmanızın da önünü kapayan bir olguya dönüşüyor.

İşte ben de, doktoradan sonra yurtdışında araştırmacı olarak çalışmaya başlayınca, dövizle askerlikten faydalanmaya karar vermiştim. 2 yıl Hollanda, ondan sonrasında da 2 yıl İspanya’da (buradaki ikinci yılımı dün doldurdum bu arada) çalışmışlığım olduğundan, konsoloslukla da görüşmelerde bulunuyordum (yurtdışındaki çalışmalarımı iki ülkeye bölmüş olmam ve Hollanda’da (iç meselelerde) bürokrasinin olmayışı işlerimi biraz zorlaştırdıysa da, en nihayet bu temmuz ayında Hollanda’dan gerekli belgeler geldi. Başvuruyu tamamlamak için şahsen Madrid’e gitmem gerekiyordu ama Ağustos’ta burada her yer tatildi ve gitmem ve hazırlamam gereken konferanslar vardı (aka “Salı sallanır”), Eylül’de Türkiye ziyaretimiz oldu (aka “Çarşamba çarşafa dolanır”), Ekim’de üniversitedeki çalışmalar yoğunlaştı (aka “Perşembe ???”), Kasım’da gidecektim Madrid’e ama Prag işi vardı. Prag’tan dönünce Aralık ayında mutlakaydı ama.

Ben Prag’dayken, salı günü (22 Kasım) yasa tasarısından haberim oldu. Başbakan, detaylarıyla tasarıyı anlattıktan sonra o gün TBMM başkanlığına teslim edeceğini bildiriyordu. Önce tabii çok kötü oldum – 5000 Euro az buz bir rakam değilken, bir anda 10000 Euro sözkonusu olmuş idi. Sonra, çok şükür hemen her zaman yapabildiğim üzere, sağlığımızın ve birlikteliğimizin yerinde olduğunun bir kez daha ayırdına varıp, “sağlık problemi değilse, problem değildir” şeklindeki mottoma bağladım (yapabilecek pek bir şey olmayınca, daha fazla düşünmenin de bir faydası olmuyor — entelce söylemek gerekirse, Wittgenstein’dan tüm sevenler için geliyor: “insan konuşamayacağı şey hakkında susmalıdır.”). Surat asıldı tabii ama dediğim gibi… Hayırlısı olsun dedik, konuyu kapattık.

Prag’dan cumartesi günü döndüm, pazar günü de, tasarının halen görüşülmediğini öğrendim. Pazartesi günü konsoloslukla yazıştım, onlardan da olumlu cevap alınca, o gece Madrid’e yola çıktım (Bilbao – Madrid ~== İstanbul – Ankara). Sabah 6.30’da Madrid’de otobüsten indim, konsolosluk 10.00’da açılıyordu. Beni o kadar iyi karşıladılar, sağolsunlar o kadar yardım ettiler ki, yıllardır konsolosluklardan feleğin çemberinden geçer gibi geçen ben şaşkınlıktan kalakaldım (tabii Rotterdam’da 4 günde 1000 adet benim gibi son dakika dövizle askerlik başvurusu yapan kişinin olması da farklı coğrafyaların yoğunluğunu gözler önüne seren bir kriter).

çok yazdım, ciddi gibi yazmış oldum, olmadı. Sonuçta, sonuç olarak, sonuç tarafından (M. Luther King) diyeceğim odur ki, tekrar sağolsunlar, Madrid’deki arkadaşların ilgisi, yardımı ve çabasıyla o gün başvurumu neticelendirebildim. Buraya (Bilbao’ya) salı gecesi döndüm, çarşamba doktora, perşembe check-up’a, cuma önce check-up’ın sonuçlarını almaya, ardından tekrardan doktora gittim, sağlıklı olduğumu onaylattım, akşam 4 gibi kuryeyle sağlık yoklama formumu da konsolosluğa gönderdim, artık hayırlı haberi bekliyorum (hayırlı haber: eski hesaptan (5000 küsür euro) ödeme yapıp, 21 günlük eğitimden de muaf olmak. Gerçi 21 günlük eğitim işin ikincil bir boyutuydu, beni asıl korkutan o fazladan 5000 euroya takılmaktı… Haberler geldikçe haberdar ederim tabii. Şu bir haftanın, bankalar olsun, doktor olsun daha bir sürü detayı vardı ama dediğim gibi, mesajın yazbenisi pek olmadı. Hayırlısı artık.

vice, not versa.

(ya da: shaken, not stirred)

“A Beautiful Mind” filminin bonus malzemelerinden birinde, filmde kullanılan özel efektlerden bahsediliyor. İlgili videonun, 5. dakikasından itibaren de, “güvercin ve kız” sahnesine yer veriliyor. Filmde, özel efektlerin kullanımı kendi başına epey ilginç – vaktiyle okuduğum Star Wars kitaplarından birinde (Heir to the Empire – Timothy Zahn) “General” Han Solo, tehlikeli bir adamla buluşmaya bir bara gider, adamla konuşurlar ederler, kalkarken adam Han Solo’ya der ki “sivil korumaların çok bariz idi, daha dikkatli olmalısın..”, Han da, “haklısın kardeş, ne yapalım, idare etmeye çalışıyoruz…” mealinde bir şey söyler, o “gizli” korumalara işaret eder, onlar da oturdukları masadan kalkarlar, hep birlikte mekanı terk ederler. Onlardan çok sonra, “asıl” gizli korumalar da masalarından kalkıp giderler. Filmdeki özel efektler de bu minvaldeydi, iki üç tane kör gözüme parmak efekti görünce insan burun kıvırıyor ama işte, bu girişte -konudan sapmamayı becerebilirsem- paylaşacağım örnekte olduğu gibi, esas oğlanların farkına bile varmıyoruz (eskiden, ben ilkokuldayken, “Balance of Power” diye bir oyun vardı, onun yazarı demişti: “Oyunun gerçek dünyadan eksikliklerini fark etmeye başladığınızda, oyun amacına ulaşmış olacaktır” deyu. Bir de klişe “Tanrının mükemmeliyetinin en büyük kanıtı ateistlerin varlığıdır.” hedesi).

İşte geçen gün tramvayda giderken (Prag tramvaylar şehri), aklıma geldi o sahne. Hani bu nacizane yazarınız (yours truly) kafayı pek bir takmış durumda ya şu “sanal ne, gerçek ne?” muhabbetine, ondan kelli, hoş bir farkına varış oldu, anlatayım, şöyle ki: (artık gerçek bir adamın hayatından aktarılan film ne derece spoil edilir, bilemem ama) şimdi John Nash şizofreniden muzdarip ya, buna bağlı olarak gerçekte olmayan kişilerle haşır neşir oluyor, işte bu kişilerden biri de Marcee adında, bir arkadaşının yeğeni olan küçük bir kız (ki aslında yok öyle biri). Filmi seyrederkden insan (ben) farkına varamıyor, Marcee’nin ilk göründüğü sahnede, Marcee bir parkta, güvercinlerin arasında neşe içinde koşuyor ama güvercinler ürküp koşmuyor (çünkü aslında yok öyle bir kız). Gayet ince, gayet de güzel bir detay (ama gelin görün ki, benim takdirim için visual effects for dummies takdimine ihtiyaç duyuluyor). Peki, görsel efekt, güzel, hoş ama işte bu noktada -benim için en azından- bir güzellik daha vuku buluyor: Filmde kız sanal, güvercinler gerçek. Halbuki gerçek dünyada (i.e. filmin çekildiği ortamda) kız gerçek, güvercinler sanal. Film, gerçekliği tersine çeviren bir aynaya dönüşüyor.

Yazmak istediğim diğer şeyin bunlarla hiç alakası yok ama kısa bir şey olduğundan onu da bu girişe dahil edeyim: Vaktiyle (2005’te) NTV’de Can Kozanoğlu ile Kanat Atkaya’nın hazırlayıp sunduğu, “Arka Sayfa” adında leziz bir program vardı. Hele de bir önceki cümlenin bağlantısında bahsettiğim Perihan Mağden’li olan bölüm nasıl keyif doluydu! Enternete baktım, birileri belki bir ihtimal bir yerlere koymuştur kaydını diye, yok, birileri koymamış ne yazık ki (belki -çok düşük ihtimal- bizde duruyordur kopyası, eve dönünce bakayım ama çok çok düşük ihtimal). Neyse, arada aklıma gelir “X ne yapıyordur acaba şimdi?” diye düşünürüm; bugünkü o X, Can Kozanoğlu idi işte. Ne yapıyordur acaba şimdi? Hayır, internete sormayacağım, böyle birinin ne yaptığını merak etmek vesilesiyle onu yad ediyor olmak da başlı başına güzel bir duygu/olgu.

İyi geceler, Emre Sururi ve 40 Haramiler.

Almanca öğreniyoruz ile the winter of our discontent…

Barış, dündü herhalde, favori filmlerimizden olan “Up in the air”den bir alıntı yaptı, ben hatırlayamadım ama şöyle bir şeydi:

“I stereotype. It’s faster.”

(ilgili kısma dair videoyu ve diyaloğun yazılı halini de buldum)

İşbu girişte de Almanlar hakkında konuşacağız arkadaşlar, kitabınızın 29. sayfasını açın lütfen. Evet, hazırsanız devam edebiliriz.

Almanlar, mühendis doğarlar, optimizasyona inanırlar ve buna bağlı olarak da verimliliğe çalışırlar. Her ne kadar aşırı duygulardan acı acı inlemiyor olsalar da, bu “vasıfları” sayesinde eşsiz bir özelliğe sahiptirler: kalplerini masanın üzerine koyup, biyopsi yapabilirler (aklımdaki terim otopsi idi lakin, otopsi ölülere yapılan oluyor, o yüzden biyopsiye boyun eğdim), duyguları analiz edip, habislikleri kolayca, hayli nesnel bir biçimde tespit edebilirler. Kim yapar bunu (hangi Alman evlatları?) tabii ki mahserin uc dulgeri, Schopenhauer, comezi Mann ve babaları Goethe (yine de Goethe’nin çok da hakkını yememek lazım, o, herhalde yaşlı oluşundan ötürü, arada duygulara teslim oluyor, bkz. Werther).

İki Almanca kelime var: Weltschmerz ve Sehnsucht. İsteyene, bir üçüncü olarak Schadenfreude’yi verebilirim ama yine de onun konuyla pek alakası yok (Pollyanna’nın ta kendisi desem, yeterli olacaktır). Ama eğer, Almanca olmasına gerek yok, yabancı kelime olsun‘a razı iseniz, ilk ikisinin kategorisinde, aslanlar gibi bir İngilizce kelimem var: Maudlin.

Weltschmerz, yapı itibarı ile dünya anlamına gelen “Welt” ile, acı anlamındaki “Schmerz”in birlikteliğinden peyda olmuş bir terim. Kafka gibi bir şey olmak, dünyadan bir hayır gelmeyeceğinin ayırdına varmak, geniş anlamda bir ümitsizliğe kapılmak. Bu noktada Sehnsucht’u (ki “Sehn” özlem çekmek, “Sucht” da müptela olmak anlamlarına yakın imiş) da yanına koyunca, buyrun buradan yakın (sehnsucht’ta nesne belirsiz bu arada, önemli bir detay olaraktan). Maudlin ise kendine acımak – diğer ikisi ile ilk nerede karşılaştım, bilemiyorum, büyük ihtimalle Şopi vesilesiyledir ama maudlin’i ilk olarak Camera Obscura’nin “My Maudlin Career”le duymuş oldum, peşinden de, aynı takibin sonucunda, C.S. Lewis’in kitabında (“A Grief Observed”) tekrar bir araya geldik.

İki sene olmadı daha, işte John Steinbeck’in “The Winter of Our Discontent“ini okuyup, beğenmiştim. Geçen gün, şöyle bir karıştırıyordum, rasgele açtığım sayfada şu girişi buldum, çok hoşuma gitti, detayları da hatırlamayınca, “haydin bir daha okuyayım” dedim:

(…) “Oh, come on! Live big. The personal friend of Mr. Baker can afford time for a cup of coffee.” He didn’t say it meanly the way it looks in print. He could make anything sound innocent and well-intentioned.

Yine kitabın sonlarına geldim, yine koklaya koklaya okuyorum. İkinci okuyuşta çok daha güçlü geldi kitap (yüzeyde olup biten olayları bildiğinizden, altlarında yatan kıssalara daha rahat dikkat edebiliyorsunuz). İşte, sondan birkaç önceki bölümde karakter “Weltschmerz”den dem vurunca (hatta daha da ileri gidip, “Welsh rats” esprisi bile yapıyor – zaten Ethan Hawley’i gözümde hep Capra’nın “It’s a Wonderful Life”ındaki Cary Grant olarak canlandırıyorum. Kitap, hafif ve hayli yerinde mistisizmiyle Iris Murdoch’ın “The Sea, The Sea”siyle kol temasında, ondan farklı olarak ahlak ve göreliliği ama daha da önemlisi, kötülüğü bilen tanıyan iyinin durumu ve kötülükle, kötülüğün zoruyla baş etmeye kalkınca, iyiliğin nasıl da ister istemez kirleneceği üzerine kafa yoruyor (ben sonunu umutla bitirdiysem de, Bengü daha karamsar bir yorumu tercih etmişti bu arada, ilginç bir detay olarak belirtmek istedim).

Bir de şöyle bir duygu/olgu/insan var: bir yere gezmeye gideceği zaman gidiyor oluşundan hoşlanmadığı için, surat asarak giden ama gittiği zaman da orada iyi vakit geçiren ve döndüğü zaman da “iyi ki gitmişim!” diyebilen bir insan/ın duyguları/bu olgu. Benzer şekilde, telefonu çaldığı zaman konuşacak oluşundan dolayı canı sıkılan, genellikle telefonu açmayan (“sonra, kendimi konuşmaya hazırladıktan sonra ararım…”) ama sonrasında, nihayet telefonu cevapladığında da, konuşmuş olduğuna memnun olan bir insan. Düşümde bir adam var. Benim mi, bilemediğim… Bir adam var diyorum, düşünüp düşümden ayrı kaldığım… Bir adam… [tabii ki sibelalaş, pıffft! yani.]

Ek: Üç filmden üç resim, konuyla uzaktan alakalı olaraktan.

Şimdi o ek resimleri koyunca da aklıma şöyle bir alternatif tanım geldi: düşünün ki, bir kabusun içinde bulmuşsunuz kendinizi ama öyle canavarlı, exploiter bir kabus değil de, gerilimli, suspense bir kabus, hayli de mantıklı, zaten bu mantıklı oluşundan ötürüdür ki, daha bir eziliyor hissediyorsunuz kendinizi. Sonra uyanıyorsunuz ama aslında uyanmıyorsunuz ve bu da bir kabus değil. (Richard Cheese söyleyişi ile okunacak:) Weltschmerz, ladies and gentlemen! (klavye solo başlar).

Sevgili Bahar’ın tumblr‘ından arakladım (orada daha bir sürüsü var: Beckett, TomWaits, ohhooo!)

Bir de umut: Ey Aztekliler, bugün bir kez daha ayırdına vardım ki, 2012 için en büyük umudum sizsiniz.

Milly, Molly and May -ya da- Florence, Beth ile Eleanor

Duymuşsunuzdur, duymamışsınızdır ama öyle ama böyle, Florence+the Machine’in ikinci albümü çıktı sonunda. Heyecanla bekliyordum, sonra beklerken uyuyakalmışım, hemşirem Anda’nım sağolsun, vaziyete uyandırdı beni, bir heves edindim, dinledim hemen.

Sonrasında “Yok,” dedim, “ilk defa dinledim ya, garipsiyorumdur, o yüzdendir…” Bir daha, bir daha. Olmadı sonra. İyi şarkılar var var olmasına ama Lungs’tan eser yok. Onun gibi ama onun altında, yeni bir şey yok, ya da ben bulamadım ne yazık ki. Sanırım bende böyle bir uğursuzluk var, nazar mı değdiriyorum, nedir. Böyle bir sürü vaka var. Imogen Heap – Eclipse, Dido – Safe Trip Home, başka?..

Mesela Zooey Deschanel, “She & Him” ikilisini vücuda getirdiği grubuyla 2 sene aralıkla, birbirine çok benzeyen iki albüm çıkardı, ilkinin adını “Volume 1”, diğerinin adını da “Volume 2” koydu, bütünlük sağladı, biz de aferin dedik, zevkle dinledik (yılları kontrol etmek için Wikiciğime gittiğimde az evvel (24 Ekim 2011) bir noel (neol) albümü çıkardıklarını da öğrendim, şimdi onu dinlemeye başladım sayenizde, sağolun, varolun.

Bu girişte şimdiye dek okuduklarınızı evvelsi gün yazmış idim, sonra daha da yazacağım şeyler var ama zamanım yok diye, beklemeye koymuştum, şimdi az evvel açtım, düşündüm düşündüm bulamadım — yazıyordum ki başlığı gördüm.

Beth Orton ile şimdi hatırlamadığım bir şekilde tanıştık. Kendisi orta yaştan hallice, çok tatlı bir hanım. Şimdi tam benim tipim yazıp da başımı belaya sokacak değilim ama sonuçta minyon, kızıl, çilli ve de yeşil gözlü, wispish, impish, elvish hanımlar da daha bir (pek!) sevimli oluyor, yalan mı? İşte ben de Beth Orton’u kliplerinde zevkle izliyorum izlemesine de, pek de dinlediğimi söyleyemeyeceğim, hatta genelde sesi kapatıyorum (sesi kötü olduğundan değil ama şarkıları beni pek açmıyor). Yine de, ucundan azıcık azıcık dinleyerek başladığım son dönem şarkılarından “Conceived“i mesela artık baştan sona dinleyebiliyorum, hatta çalma listeme bile aldığım oluyor (bendeki bu Beth Orton olgusunu Bengü’ye anlatmak üzere klibini açtığımda, daha fazla açıklama yapmama gerek kalmamıştı çünkü o klip, benim karşısında olup da dalga geçtiğim neredeyse bütün iyi kalpli insanlıkları bünyesinde barındırıyor — kuklalar dahil! 8) Seyfettin’in kulakları çınlasın, onun “dinleye dinleye sevdiği şarkılar” kategorisine aday.. 8)

$izoSuru vesilesiyle bu indie dalgasına karıştığımda, Fierry Furnaces adında bir gruptan da haberdar olmuş, ammavelakin açık söyleyeyim, pek beğenmemiştim. Sonra Georgina (ki canı çok sıkkın değilse her gün bir şarkı yollar facebook’a / benim twitter hesabına) Eleanor Friedberger diye birinin “My Mistakes” adlı bir şarkısını gönderdi, dinledim, ilginç/güzel geldi, bir bakayım dedim, bir baktım “Last Summer” adlı albümüne bu hanım kızımızın, gayet güzel, tipi de uygun (eh artık buraya kadar anlayamadıysanız bu Sururi şahsiyetinin ne menem bir müzik dinleyicisi olduğunu), dinlemeye koyuldum, dinledim de dinledim, benim favorim “I Won’t Fall Apart On You Tonight” oldu. İşte sonrasında öğrendim ki, Eleanor Friedberger meğer Fierry Furnaces’da kardeşi ile birlikte imiş, tekrar dinleyeyim bari dedim ben de bu grubu, tekrar beğenmedim (ama video klipleri (ki iki tanesini seyrettim, biri buzul tatil gibi bir temaya, diğeri de Easy Rider hakkında bir temaya sahipler) ilginç, dediğim gibi, kız da hoş).

Florence ile başladık, onun ile kapatalım… Albüm çıktığından beri arka planda, F+M sever arkadaşlarımdan olan H (Hande’nin H’si) ile G (Georgina’nın G’si) ile arka planda paslaşıyorduk, onlar da benim gibi, bu ikinci albümün, ilkinin ağırlığının altında fena ezildiğinde hem fikirdiler ama doğrusu ilk albümün hayatıma getirdiği güzellikler yüzünden bir türlü resmi medyada (i.e., bu blog) bu üzücü gerçeği ifşa etmeye yanaşmıyordum ama artık Seyfettin de albüm hakkındaki benzer izlenimlerini paylaşınca, araştırmacı magazin gazeteciliğinin kutsal ilkeleri doğrultusunda, kendimi daha fazla tutamazdım. Yine de: albümü aralarda baştan sona dinliyorum (daha çok ne bu albümden, ne de diğer albümden olan “Heavy in your arms“ı dinlesem de), kötü bir albüm değil tabii ki ama keşke ilk albümün üzerine bir şeyler katabilmiş olabilseydi, aynı terennümlerle bizi baş başa bırakmasaydı. Yoksa dinledikçe sevilmez mi? Elbette sevilir, fakat bizim dileğimiz, “Happiness, hit her like a train on its tracks” gibi dakika bir, gol bir atışıyla vurulup, serseme dönmekti (sen ne diyorsun bu konuda Selma? Bir F+M sever de sensin).

Bir de, bir de bu ikinci kısmın başından beri çaktırmıyorum ama yaklaşık 3 saat kadar evvel, bir haftalık iş ziyaretimi gerçekleştirmek üzere Prag’a geldim, şirin mi şirin bir pansiyondaki odamdan yazıyorum bunları. Prag’a ilk ve son olarak bundan 7 yıl önce (2004), doktora yeterlilikten geçişimi kutlamak vesilesiyle Bengü’yle gelmiştik, bayılmıştık şehre, bu sefer çok istememize rağmen ailecek gelemedik, kısmet, ama inşallah bir dahaki sefere yapabiliriz. Before the Sunrise, Viyana’da geçer ya hani, ben onu hep Prag sanır, hep Prag diye düşünürüm. Çekleri çok severim bir de: Çekleri, Polonyalıları, Macarları, eski askerlere

Şarkıcılara ve şarkılara dair resim, link filan koyacaktım ama şimdi yorulmuşum biraz, beni mazur görün, sonra koyarım, olur mu?
Bibi lala,
EST

Hamiş: Albümler kötü diye, bütün şarkılar toptan kötü olacak diye bir kural yok… Mesela Dido’nun Safe Trip Home albümündeki Don’t Believe in Love, sonra F+M’in Ceromonials’ından (Seyfettin’in de favorisi olan) What the Water Gave Me, bir de Only if for a night (bu da Don’t Believe in Love gibi, aynı zamanda albümün açılış parçası, açılışları birkaç kere denediğimden, daha bir tutunuyorlar mıdır, nedir… 8P)