ben, sen, xkcd

Ne zaman bir kitap listesi görsem, okurum. Bugün de (uzaktan) bir arkadaş, bir arkadaşının sevdiği kitaplarının listesini yayınlamış, okudum. İlk sıradaki giriş, adından dolayı dikkatimi çekti: "A Good Man is Hard to Find", biraz karıştırınca interneti kısa bir hikaye olduğunu, 50’lerde yazıldığını (1953) öğrendim, "okunabilir, okuyayım o halde" deyip, okumaya giriştim. Keşke okumasaydım. Slavlarda hüzün, güneylilerde hakikaten bir çiğ kötülük var (southern gothic diyorlar sorunca). Faulkner tabii ki, kimden bahsedecektim ya? Hikaye Faulkner’ın değil bir de, Flannery O’Connor adında, genç yaşta ölmüş, çok tatlı bir bayanın, öyle de güzel aksanıyla konuşuyor ki (alakasız olsa da Holling Vincoeur’u getiriyor akla), dilimin ucunda sevdiğim bir dizi oyuncusuna benziyor diyecektim ki buldum sanırım… Yasemin Çonka (adını hiç bilememişim bu zamana kadar). — ben O’Connor’ın wikipedia’daki şu rüzgarlı havadaki güleç fotoğrafını görmüş, onu benzetmiş idim lakin, şimdi bağlantı ararken diğer resimlerini de görünce, Yasemin Çonka’yla artık pek bir benzerliği kalmadı, neyse.

Hikayeyi kendi sesinden okuyor şurada, yoğun güneyli aksanıyla. Cormac da böyle ("No Country For Old Men"in yazarı). En son Alice Munro tattırmıştı bu kötülüğü bana da elim yanmış, bırakmıştım kitabını (Munro, Kanadalı bu arada, biliyorum, biliyorum).

Ne zamandır kaynak bulup yazacağım, aklımda, bari şimdi bakayım, bu vesileyle… ha ha ha! Nietzsche’ymiş, kim olacaktı ya! "when you gaze long into an abyss the abyss also gazes into you." / "Bir uçurumun içine baktığınızda, uçurum da sizin içinize bakar." ‘İyiliğin ve kötülüğün ötesinde’denmiş. Benim de vardı iyiliğin ve kötülüğün şeysinde bir yazım.

Ne çok bağlantı verip ne kadar az şey yazdım. Diyeceğim şeyler azdı, iki taneydi zaten, biri Flannery O’Connor’dan bahsetmek idi (hikayesinin içeriğine değinmeden, ki başardım); diğeri ise Randall Munroe’dan. Hikayeyi okuduktan sonra işaretlemek için okuma listemi açtığımda karşıma önceki girişlerin birinden Randall Munroe çıktı, ne kadar da tanıdık geldi isim: bir hikayesini okumuşum, o da "The Machine of Death" seçkisindeymiş, hani pek de beğenmemişim. Kimdi bakayım diye internete sorduğumda koskoca xkcd‘nin Randall Munroe’su çıktı.

Sözlü olarak birkaç söylemişliğim vardır, baktım şimdi, yazıya dökmemişim. Faulkner da, O’Connor da, şu da, bu da, Picasso’nun Guernica’sı gibiler: çok, çok acı bir olayı çok büyük ustalıkla anlatıyorlar, bu da anlattıkları şeyin etkisini kat be kat arttırıyor. Bakmak istemeseniz de gözünüzü kaçıramadığınız bir şey gibi, sonunu çok iyi bildiğiniz fakat çaresiz kalakaldığınız bir şeyler gibi. Bugün güzel bir gündü oysa.

Bugün güzel bir gün.

Bugün güzel bir gündü, niyesini uzun uzun yazmıştım, utandım (kendimi övmüşüm gibi bir mana çıkıp duruyordu nasıl yazarsam yazayım), rafa kaldırdım yazdıklarımı. Oradaki laf kalabalığını şöyle özetlemeye çalışayım: çünkü çok şanslı bir hocayım ve harika öğrencilerle arkadaş oldum verdiğim ders(*) vesilesiyle.

Bir tane öğrencim bana hediye olarak onu mutlu eden bir şarkının bağlantısını göndermişti, ben de sizlerle (ey kâri!) beni her zaman çok mutlu eden bir şey paylaşayım:


 

Boogie-Woogie (Hızlı varyantı) Dans Yarışması Finali. Amelie filmi gibi, Steampunk, Marty McFly’ın kovboy kıyafetleri gibi, bambaşka, bir zamanlar olmuş gibi olan ama aslında varolmayan bir dünyaya dair bir şey…

 

bugün. (ya da erasure’dan sometimes)

 Bugün Barış çok güzel haberlerle geldi, biz de çok mutlu olduk. Bugün, son birkaç gündür aklımda "şu bloga şunları yazsam" dediğim şeyler vardı (80’lerde gazetelerde bu tür demeçler şu şekilde verilirdi: Bugün, son birkaç gündür aklımda (şu bloga şunları yazsam) dediğim şeyler vardı), ama hatırlayamadım şimdi bilgisayarın başına oturunca. O yüzden her zamanki sistematik yaklaşımımı bir kenara bırakıp, aklıma gelen havadisleri ve havadis olmayan şeyleri yazayım (ben bir ara, ama çok önce, 96’da filan, "şey" yerine "nen" derdim, meğer Nurullah Ataç yaygınlaştırmaya çalışmış vaktiyle).

Akşamleyin, Tömbeki’de Emre ve Serkan’la buluştuk, Cesim biraz daha geç gelecekti, onunla da ben veda edip Kızılay’a giderken yol üstünde karşılaştık. Bugün derste yine kendimi tebeşir tozuna buladım (evet, fırınlara un çuvalı taşıyorum yan uğraş olarak). İspanya’dan döneli hemen hemen bir yıl oldu; önümüzdeki haftalardan birinde, bir haftalığına Getxo’muzu ziyaret edeceğiz, dostlarla hasret gidereceğiz… sonra döneceğiz….. 

Hande’den de güzel bir haber geldi bugün, keman çalmayı öğreniyor! Ben bu aralar onun tavsiyelediği Eleanor Catton’ın "The Luminaries"ini okuyorum, Ece Temelkuran’ın tabiriyle "(Eee,) So what?" şeklinde ilerliyor kipat, gün be gün elimde kipat değil de bir çuval keçiboynuzu (Ahmet Uğurlu, keboy) tutmakta olduğum hissi yoğunlaşıyor.

Biz yokken favori gruplarımızdan Delafe y los Flores Azules yeni bir albüm çıkarmışlar, kapak şarkıları olan "De Ti Sin Mi"yi de çok beğendik, klibi acıklı, zaten benim şarkının sözlerinden anladığım "Söyle bana, benim yokluğumda sana ne olacak…".

Böyle bir şey işte… xkcd’nin normalde dinlediğiniz müzikler ile biri yanınıza geldiğinde o sırada çalmakta olan şarkıların tersliği hakkında çok hoşuma giden bir karikatürü vardır (http://xkcd.com/668/), onun gibi ben de ne zaman böyle "sabun köpüğünden" girişler yazsam bloga, içimden bir ses hemen ve illaki beni merak edip de internetten aratan olası bir kişinin işte o girişlerle karşısına çıkacağımı söylemeye başlıyor. Bunun bir nebze önüne geçeyim diye entel dantel girişlerimi içeren bir "Entel EST 101" sayfası hazırlayayım dedim, ben bile sıkıldım kendimden, yarıda bıraktım.

Fransız Teğmenin Kadını’nı geçen haftaydı, bitirdim, duvardan duvara öyle vulgar display of power bir şekilde vurmasa da, hakikaten dipten, derinden fethetti beni (merak ediyorsanız, kipat listemde 5* alan tek giriş oldu), aralarda düşünüp durgunlaşıyorum işte öyle bir şey (hani bir yıldız kayar ya bazen).

3 haftadır X-Com: Enemy Unknown’un Firaxis eliyle hazırlanmış yeni versiyonunu oynuyordum, ben buna (MicroProse’unkine) en son 1994’te üniversiteye hazırlanırken sarmış idim. Neyse, geçen gün bitirdim de bir mola aldım. Bir yandan da makaleler yazıyoruz (iyi bir şey).

Hande vesilesiyle, önce süper bir (teknik) terimden, sonra da süper bir siteden ve oradaki birçok süper terimden haberim oldu – terim: "ters ninja kanunu", site: http://tvtropes.org/pmwiki/pmwiki.php/Main/HomePage, birçok süper terimden örneğin bir tanesi: "The Worf Effect".

Daha yazacaktım ama mürekkebim bitti. (bunu yazınca da şunu hatırladım: çok sevdiğim bir Pilot kalemim var – Pilot G-2 0.7 imiş ama aslında içinde rotring uç var; zaten en başından, Bilbao’dayken bu kalemi elimdeki bir kutuda bulduğum 2-3 kalem içiyle uyumlu diye almıştım, sonra içler bitti ama George Washington’ın baltası misali kalemin değeri azalmadı, bu sefer ona uygun iç aradım Türkiye’de de, en sonunda Office 1 Superstore’da buldum. Geçen gün ise kalemimi kaybettiğimi düşünüp karalar bağladım ama neyse ki çıktı bir yerlerden yine, o günlerde yaptığım aramalar ışığında, Türkiye’de de satılmakta olduğunu öğrenmiş oldum hem.

Yeter sanırım bu kadar. Bunları yazarken Hooverphonic dinliyordum, güzel bir gruba benziyorlar (mesela Portishead 8). İyi geceler, iyi geceler (motoru ısıt oğlum… bir saniye….

Bana bir resmini ver arkadaş
Ve söyle
Neresinden bulurum şu İstanbul’u
Bulamam
Senin bakışın düzgün
Bizimki çatık
Ama anlaştık ya sen ona bak
Yolun düşerse gene uğra
Bizim gönlümüz kanmaz
Aşımız bitmez senin gibi konuğa
Üstelik daha bir pekişiriz
İşleriz yan yanyanayken başkalarına da
Tükenmez olur sevgimiz
İyi yolculuklar sana.

İyi geceler sana da
Oğlum motoru ısıt
İyi geceler Van
Yolumuz bir başka Van’a, Kars’a.

(E.C., "Su altında kanat çırpan üveyik"ten detay)