Shakespeare, Picasso, Jeff Koons

Geçen gün (evvelsi), çok boş vaktim vardı, ben de nihayet sevdiğimiz bir ağabeyimiz olan Joss Whedon’ın tayfasıyla çektiği Shakespeare "uyarlaması" Much Ado About Nothing‘i izleyebildim. Tıpkı -bir ihtimal adını yanlış yazmakta olduğum fakat bunun da pek umurumda olmadığı- Baz Luhrmann’ın Romeo+Juliet‘i (bağlantıyı vermek üzere ilgili wikipedia sayfasına gittiğimde doğru yazmış olduğumu görüp şaşırdım bu arada) gibi, orijinal diyaloglar ve modern zaman ustalıkla birleştirilmiş, hatta bu ikisinin kesişmesinden doğan birkaç keyifli ilginçlik de monte edilmiş.

Shakespeare, Shakespeare, işte biliyoruz, Romeo ve Juliet, Hamlet, Macbeth falan filan, illa ki bir ya da birkaç oyununu izlemişliğimiz, koleje gittiysek iki-üç sonesini oku(tul)muşluğumuz vardır, atla deve değil yani. Halbuki öyle!

Bundan epey yıllar önce (yine de ODTÜ’deyken, o kadar da eski değil hani), kütüphaneden A Midsummer Night’s Dream’i (Sandman’in ilgili fasikülünden heveslenmiş olmalıyım) almıştım; epey de güzel bir edizhun’du (don edizyon), bir sayfada orijinali, yan sayfasında da günümüz İngilizce meali yer alıyordu: bir oraya bir buraya baka baka ve çoğu yerde "seslice gülerek" keyifle okumuştum. Ve çok şaşırmıştım. Bu kadar ciddi adamın "Şekspir efendim, bir hayattt!" nidalarıyla yere göre sığdıramadığı bu adam hayli mütevazi şekilde, hakikaten de müthiş kelime oyunları ve hani neredeyse avamsal (şimdi şuradaki arkadaşımızdan rica etsem ayağa kalkıp "e tabii, zira Shakespeare kumpanyasıyla sadece saraylarda değil, kasabalarda da oyunlarını sergiledi, halka hitap etmesi çok normal" diyebilir mi? Teşekkür ederim, biz bilmiyorduk sanki! 8P) laf sokmalarıyla beni hem şaşırtmış hem de epey takdirimi toplamıştı.

Much ado about nothing’in Kenneth Brannagh, Emma Thompson, Keanu Reeves ve Denzel Washington’lı (evet, Denzel Washington yazdım, bir şey mi diyecektin birader?), ah bir de Claudio’yu Ölü Ozanlar Derneği ve House’un Wilson’ı oynuyor, işte o versiyonunu izlemiştim yıllar önce, onu da çok iyi olarak hatırlıyorum ama bu daha bir yakın geldi bana (Buffy, Angel, Firefly kadrosu desem? – Benedickt’i de Alyson Hannigan’ın gerçek hayattaki kocası oynuyor imiş, Angel kadrosundan, görseniz tanırsınız. Düşes’le şaşırdık, maşallah dedik bir de.).

Sonuç itibarıyla: Shakespeare’i takdir edip kanımca anlayabiliyorum, zevk alabiliyorum, kafa bir ağabeyimiz imiş.

Gelelim diğer arkadaşlara: şimdi biliyorsunuz, sanat dünyamız, epey göreli bir dünya, kral çıplak vakaları sürekli karşımıza çıkıyor — hele de resimde: ya nasıl bir sanat dalıdır ki bu, bir şeyin orijinal olması milyor dolarlar fark ettirir, sen beğendin mi? E daha ne? Onu Picasso yapmışsa "olala!", pikaçu yapmışsa "aaaa!" Bu olaya karşıyım. Ha, Picasso’yu çok mu anlıyorum, hayır, hiç anlamıyorum, ama resimden anladığına inandığım insanlar "ow, Picasso!" deyince, ben de "vardır bir bildikleri" diyorum. Edebiyatta da böyle değil mi? Benim zevk aldığım bir dolu adamı bir başkası (diyelim ki şu arkadaş) okusa, bir şey anlamasa haksız mı? Belki on bin gönderme, ince tesbih (tezbik) filan var, anlamayabilir, bak ben de Picasso’yu anlamıyorum. Ama sokakta bulunan bir tabloyu kimin yaptığını bilmeden değerlendiremiyorsan, o zaman pardon arkadaş (şiirlerde de var bu, haaaaa, soyut oluşundan dolayı yoruma açık, o yüzden kimin yaptığı önemli — bak bunu ben de söylerdim, eylemlerin yanında kimin yaptığı, niyeti de önemli, o muydu yani… tamam o zaman…)

Ama yine de Jeff Koons (ve yanına da şu öbür zibidiyi koyalım, adını hep unuttuğum Daniel miydi, şu mücevherli kurukafa, kesik koyun/köpek balığı Hearst müydü — bakıyorum, bir saniye… evet, ikisi de imiş: Damien Hirst (bugün formumdayım)) yahu! Puppy’si ne güzel ama bir yere kadar. Buradan bir kere daha "sanatçılar ölümlerinden önce ünlü olmamalı, değerleri bilinmemeli savımı yinelemek isterim – çok isteyen yapsın, bir depoya koysun, ölünce bakarız, gerekirse överiz.

Bana ne!

Hamiş: Yazı, ahkamlarım, karalamalarım giderek vaktiyle çevirdiğim bir muhabbete dönüşegeldiğinden ötürü yayınımıza burada ara veriyoruz, iyi geceler sevgilerler emrelerler…

Hamiş #2: Neredeyse unutuyordum! Filmi seyredecek olursanız mutlaka şu (http://nfs.sparknotes.com/muchado/) siteden faydalanmanızı tavsiye ederim, yoksa özellikle de Dogberry’nin (Nathan Fillion bütün bönlüğüyle şaheser yorumluyor) enfes muhabbetlerini kaçırabilirsiniz! But masters, remember that I am an ass, though it be not written down, yet forget not that I am an ass… | Benedick’in Margaret’ten sone için yardım istediği sahnede de meğerse bel altı muhabbet gırla gidiyormuş, o kısmı da gözden geçirin izlerseniz.

Hamiş #3: Birmingham’dan sevgili YM yazmış: "Ben bütün Shakespearleri okuyup, izledim, şimdi ne yapmalıyım?" diye soruyor, ki cevabı çok basit efendim: Rosencratz & Guldenstern are Dead (çok entelseniz, kipatını da okuyun, biz filmini görüp beğendik. Tarlakuşuydu Jülyet mi, hayır.)

İlhan İrem’le kalın.. (ben yatıyorum)

Şarkılar seni söyler, dillerde nağme adın…

Pazartesi günü (6 gün önce), aklıma bir şarkı takıldı, ama ne takılmak! Shazaam, şu ıslıkla, mırıldanarak şarkıyı bulmaya çalıştığınız bütün programlar/siteler de hak getire. Sözleri biraz biraz hatırlıyordum — hiç hatırlamasam daha iyi olacakmış ya! Google’da saatler geçti ("all ever I wanted, all the things I ever needed, it was you…" falan filan ve hayır sevgili Prof. Google, Depeche Mode – It’s understood değil, rica ederim, o kadarını ben de biliyorum). Bengü’ye sordum, bilemediler, bulutlara yalvardım söylemediler, böyle iki gün geçti…

Sonra nasıl oldu, tam olarak hatırlayamıyorum şimdi (bilinçaltımdan gelen yardımları da yadsıyamam şimdi), kafamdaki vokalden yola çıkarak, Heart, Bonnie Tyler, onlara da uğradım, "Best of…"larını birer birer dinledim. "Kansas" diyordu bilinçaltım, ya da öyle bir şey ama vokal uymuyordu, neyse işte bir anda Kansas değil de Texas (İspanyolca’da buradaki, Mexico’daki ve Don Quixote’deki ‘x’ eski okunuşu olan "h" ile söyleniyor bu arada) yazdım ve voila: Texas – I’ll see it through. Youtube’den açtım, karşıma Jean Reno çıktı ama sanki vokalistle photoshop’ın video karşılığı ne ise işte onunla "montajlanmıştı", değilmiş, hakikaten Jean Reno oynamış klipte, filmlerinden apartma değil imiş (ayrıca Jean Reno da gerçekte Fransız değil, Franco döneminde İspanya’dan Fas’a kaçmış İspanyol bir ana-babanın Juan Moreno y Herrera-Jiménez adındaki evlatlarıymış – insan belli bir şey aramadan bir şeyler aradığında ne çok şey buluyor (bu da meşrebimizde güzel bir film olan Zero Effect‘in bize öğrettiği bir olgudur, bu arada). Şarkı öyle çok büyük bir hit olmamış, benim bilişim de ailemizin yılbaşı filmi olan Love Actually’den imiş (ve Liam Neeson’ın eşi hakikaten de vefat etmiş 2009’da (Love Actually’nin yılı 2003) / geçenlerde arkadaşlara "ya bu adam niye böyle bir anda asan kesen boyun kıran saçma sapan film oyuncusu oldu?" diye dert yanıyordum da, onlar söylediler "karısı öldükten sonra ancak böyle başa çıkabiliyor sanırız" diye, oradan öğrendim).

Neyse, ne diyordum, ben bu şarkıyı ("I’ll see it through") arayadorarkene, aklıma çok da lazımmış gibi bir başka şarkı takıldı ama o kolay gibiydi çünkü gerek ritm, gerekse kafamdaki vokal favori grubum bariz şekilde Lucky Soul’u işaret ediyordu. Zaten hepi topu iki albümleri olduğu, hem de dinlemeyi sevdiğim için baştan sona tadını çıkardım ama yoktu işte aradığım şarkı. Sonra, "yoksa…" diyerek bir de the Cardigans’a danışayım dedim ve ikinci amiral gemimi de bu sayede vurabildim (The Cardigans – Godspell / "you can hear it in the beat they march to / you can feel the earth shake when they start to dance / you can tell by the way they move you / its not murder its an act of faith baby" kısmı).

E ben daha ne isteyeyim? Hallelujah! (tam da bu noktada Jake geriye doğru parendeler atmaya başlar)


Dizi dizi inciyim..(bu başlığı vaktiyle kullanmamış mıydım?)

Evet kullanmışım, 8 sene önce. Filmlerle aramız bozuk (geçen gün "Albino Noi" ve "Voksne Mennesker"in yönetmeni Dagur Kari’nin "The Good Heart"ını izledik, o güzeldi bak) ama dizi derseniz, ohoooo memur bey.

Çoktandır böyle derli toplu bir dizisi yazmamıştım ama sevgili kraliçemin son posket‘ini de seyredince, iyice motive oldum. Oradan öğrendim ki, Community ile Growing Up Fisher iptal olmuş: Growing Up Fisher, acemiliklerine karşın, dengeli bir diziydi, birkaç damla yaş düştü, çok ağlamadık; Community, evvelden hastası olduğumuz bir diziydi, ama muhterem therapy? elemanlarının da dediği gibi "there’s nothing darker than love that’s gone sour" (Bowels of Love). Futuruma’da da, Arrested Development’da da böyle olmadı mı! Yıllardır (yakında 15. zafer senesine gireceğiz, bu vesileyle) söyledim, söylüyorum, söylerim: giden sevgililer asla ve de asla ve asla geri dönmemelidirler, "giden sevgili" oldukları gerçeğini o güzelim gözlerinden, güzelim endamlarından ve güzelim her şeylerinden asla çıkarmamalıdırlar. İki taraf için de üzücü oluyor öbür türlüsü.

Parks and Recreation (ki gönlümüzde tahtı vardır) seneye veda edecekmiş, zaten sezon finalinin son 5 dakikasında epey uçtular, vedaları muhteşem olacaktır, eminim. Psych da veda sezonuyla ilerliyor, onunla da tadında ayrılacağız. Castle da bitebilir artık, halen izlemekte olsak da yokluğunu çekmeyecek bir noktaya geldik. Bu kulvarda (Psych, Castle, etc..) ele alageldiğimiz bir diğer dizi olan Person of Interest büyük plot’a kilitlendiğinden beridir, tadından azaldı, olsun. Sherlock’u ilk sezondan sonra bırakmıştım, ocak ayında THY’de yer bulamadığımdan Lufthansa ile uçunca gidiş-gelişlerdeki 5 ve 7 saat Münih aktarmalarında 2. ve 3. sezonları aradan çıkarmış idim (hele de 3’ün ilk bölümü!), şimdi Bengü’yle çok ama çooooook zamanımız olduğunda izliyoruz. Bir ara da Lucy Liu’lu Elemental’a başlamıştık, gittik birkaç bölüm ama orada kaldı (kötü olduğundan değil de uzun olduğundan, bir de nerede coşku kardeşim? Lucy Liu’ya sakinlik hiç yaramıyor (Manavım ben manaaaaav!)).

Geride bıraktığımız dizileri buraya alalım, sahnenin önünde toplanıp "Samanyolu"nu söyleyelim, el ele tutuşalım (geçenlerde favori gruplarımdan Mecano’nun (80’ler İspanyasının 80’ler Türkiyesinin Sezen Aksu’su gibiymişler) 2000’lerde bir TV programında bir araya gelişinin görüntülerini izledim, üzüldüm de üzüldüm (ABBA neden bir araya gelmiyor? Çünkü akıllılar, İsveçli onlar!)): Threesome, Dirk Gently, Breaking In…  Threesome‘ı hala arıyoruz, bambaşka bir şeydi o. Bir karakterini Sherlock’un "The Dog of the Baskerville" bölümünde, bir diğerini Moone Boy’da yeni resim öğretmeni olarak gördük de, hasretimiz depreşti, ne deli komşumuzdun sen Fahriye Abla!.. Dirk Gently’nin devamı gelir belki – Stephan Mangan elindeki on bin karpuzun bir kısmını (biz Episodes kalsın deriz, düşes Jeeves & Wooster’ı tutmak ister, Mangan’ın da işi zor şimdi Allah için…) yere koyarsa (şimdi baktım Wiki’ye, "ncık" imiş, yok yani devamı filan).. Geçen Veep’i seyrederken tanıdık bir oyuncu çıktı da, nereden, nereden, aradık bulduk: Dirk Gently’deki ciddi, vakur sidekick değil miymiş meğer! (Darren Boyd) Veep de güzel gidiyor, Web Therapy’yi severek izlerken bırakmıştık artık oradaki "kötülüklere" dayanamayarak, aynı gerilim -farklı bağlamda olsa da- Veep’de de bolca var (Bengü cumhurbaşkanlığına adaylığını koymayı düşünüyordu nicedir, çok şükür bu dizi onu bu fikrinden vazgeçirdi 8P). Breaking In, Sui’ciğimin bana tavsiyesi idi, bayıla bayıla izledik, gidişine de, hem de öyle zamansız gidişine yandık, yanarız (hele de ikinci sezonda Megan Mullally kadroya eklenince daha da süper olmuştu!).

Kışın açıkta kalmamak için (aslında diziler söz konusu olunca yazın demek daha doğru oluyor), arada depreşir, dizi avına çıkarız. Geçen haftalardan birinde Bengü’yle Breaking In’in rasgele açtığımız bir bölümünü seyrederken (bu aralar bir de Pushing Daisies’i yeniden seyretmeye başladık, ah bütün o witty kelime oyunları! / siz "puns" diye okuyuverin), dizide iki kere görünen, esas oğlana lisedeyken aşık olup, şimdi aynı okulda müzik(?) öğretmeni olan kızcağızın ne kadar da sağlam bir minör (do) karakter olduğunu takdir etmiştim ki, işte, ne diyordum, hah, arada, kışı geçirmek için dizi falan, işte onları cevizlerin yanına koyarız, bir yandan cevizleri yerken (sincap!) bir yandan da dizi izleriz (sincap!), dizi avına çıktım: Ground Floor, Jennifer Falls, Uncle, Dag, Sirens, Neighbors.

Ground Floor, Scrubs’ın amcası Bill Lawrence’ın son projesi, Scrubs’dan sevgili John C. McGinley (Dr. Cox) burada abartılı bir oyunculuk sergiliyor (Scrubs’dan o gelince, belki Christa Miller (Scrubs’da Jordan, gerçek hayatta Mrs. Bill Lawrence) da gelir diye boşuna umutlandık), asıl oğlan da fena halde Bizimkiler’in Ali’sine (Atılay Uluışık) benziyor (halbuki bu rolü hazır HIMYM da bitmişken Josh Radnor’a vermeliydiler (Ted Mosby) [peki ya gönlümüzün sultanı Greta Gerwig‘in HIMYF‘da oynamasına ne diyoruz? Oyyy oyy oy!..] nokta / Jennifer Falls da My Name is Earl ve çoktandır selamı sabahı kestiğimiz, bu sene de bu diyarlardan taşınacaklarının haberini aldığımız (sağolsun kraliçem bir kez daha) Raising Hope‘u yapan amcanın olmalı, ne diyordum, ne diyordum, evet, işte onu denemek için açtığımızda hızlı hoşbeş’ten sonra bir anda karşımıza satırlar satırlar önce bahsettiğim Breaking In‘deki minör, tatlı, kocaman, sevimli kızcağız kötü kadın rolüyle çıkmadı mı! Hem de bu olay bizim Breaking In‘i seyredip de kendisini andığımız günün hemen ertesi akşamı olmadı mı! Yaaa, ürktüm telopotik güçlerimizden, ben önceden sevmişliğim olduğumdan da Jennifer’dan (Joyce) çok onu haklı buldum. Bir de Missi Pyle niye/nasıl hiç yaşlanmıyor? Uncle, bu senenin açık ara muhteşem girişi oldu, çok tavsiye ederim, Daisy Haggard da oynuyor, daha ne olsun? (onunla daha evvelden birkaç bölüm izleyip vazgeçtiğimiz meh bir komedi olan Parents‘da da karşılamıştık; dizinin en komik şeyiydi diyebilirim – bu arada bağlantı vermek için gittiğim wiki’de birinci sezonunun ardından iptal edilmiş olduğunu öğrendim, İngiliz sezonu dediğin zaten epitopu 6 bölüm olduğundan, belki de yarıda bırakmamışızdır ama kim takar..) Uncle yani, izleyin mutlaka, şarkılı türkülü, kötü mizah, altın kalp. Dag bizi hiç açmayan bir Norveç komedisi idi, denedik, hemen bıraktık, Norveç komedisi diye bir şey olmadığını ayırdsadık (ayırdsamak?). Sirens’i de AV Club çok övmüştü, açtık baktık, Scrubs’ın son (+1) sezonunda asıl oğlan, Castle’ın da Nemesis’i olan oğlan oynuyor, iki üç sene kalırsa toparlanır zannederim. Neighbors, konusu itibarıyla (insan kılığındaki uzaylılarla komşu olan bir Amerikan ailesinin başından geçen, güldürürken düşündüren, farklılıkların değerini ve uyum içinde yaşamayı anlatan….) pek vasat olmasını beklediğimiz bir diziydi ama süper bir dizi olmamakla birlikte, boş geçtikleri bölümleri de yok (şimdilik, geriden takip ediyoruz – Dick Butkins’in Halloween’de yaptığı anne/baba taklidi mesela, öte anlarındandı).

Happy Endings de sonlanmış; o da dizi arayışında, elde dizi kalmayınca cevizlerin yanında birkaç tane çıtlattığımız meh dizilerdendi.

Gelelim yılın dizisine: Brooklyn Nine Nine. Parks and Rec tadında, misler gibi bir dizi, ailecek hastasıyız, karnımıza ağrı giriyor her bölümden sonra: hem entelektüel, hem -siz nasıl diyor?- "avam". 8) Heyecanla bekliyoruz yeniden başlayacağı günleri (28 Eylül / yaşama sebebi 8P).

Yılın dizi bölümü:
Moone Boy: Babaların dayanışma yaptıkları bölüm

Ne çok yazdım, bu kadar yeter!

demiştim ki, kraliçe’nin posket‘inden not aldığım denenecek dizileri hatırladım: Crossbones, Hannibal, Reign.

Ha, bir de Louie’yi bıraktık nicedir, borç isterse bizim adımıza filan vermeyin sakın, ilişkimiz yoktur.

(Şimdi fark ettim ki hiç resim koymamışım, Kraliçemin resmini koyayım, değil mi ki kalplerin yanında, dizilerin de kraliçesi a!)


(Breaking Bad’i hiç seyretmedik, 22dakika’yı ilgili yerlerden takip etmedik;
o yüzden birisi bana "Özür dilerim merbabu" ne demek, açıklayabilir mi?)
— sonradan not: e, açıklamış ya Dee zaten yorumlarda!
8P oku adam oku! (Kraliçe zaten benim aklımı okumuş 8)

Issız bir adaya düşersem yanıma alacağım(?) n şey

 Değerli yolcumuz,

Sebebiyet verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. Eşyalarınızı en kısa sürede bulup size ulaştırmak için elimizden geleni yaptığımızdan emin olabilirsiniz. Bu arada, lütfen size vereceğimiz gecelik ihtiyaç çantasını kabul ediniz. Bu çantanın içeriğinin sizin için faydalı olacağını umuyoruz.

Bilgi için:
Tel: xxx
E-mail: bat@thy.com [email adresini ben uydurmadım, ama sizin de aklınıza Turgut Özben gelmiyor mu? 8P]

THY Survival Kit
From Bilbao, with love… 8)

Leylek, leylekler ya da Bizim Büyük Çaresizliğimiz

leylekGeçen hafta çok sevdiğim bir hocama, hediye olarak Bilge Karasu’nun ilk kitabı olan "Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı"nı almıştım. Bilge Karasu’yu da çok severim; sohbet gibi yazdığındandır mıdır, o kadar kipatını okudum, hepsi uçup gitmiş. Hediye alışımı vesile sayıp, yıllardan sonra bir kez daha okumaya başladım. Dingin, acelesi olmayan, her kelimenin tadını çıkarırcasına, tek tek tartarcasına, neredeyse temkinli bir anlatış. Bezginlik de sezdim sanki bu okuyuşumda. Yeni bir başlangıcı anlatan bir hikayede bezginlik tabii ki olmalı. Sonlara doğru, yorucu gününün akşamında, Andronikos başını kumsalın taşlarına yorgunlukla dayar, gökyüzüne bakmaktadır:

Başını geriye atıyor, kayaya dayıyor. Uyumak istemiyor. Güneşin batmasına en az üç saat vardır daha. Gözünü yumarken gökten bir şey geçiyor. Açıyor yeniden gözünü.

O zaman, ilk leyleği görüyor. Çirkin, oranları bozulmuş bir haç gibi. Uzun gaganın ucundan küçücük başa, uzun, eğri büğrü boyundan tulum gibi şişkin gövdeye, uzun, çöp gibi, sırık gibi, biribirinden ayrı, her an gövdeden ayrılıverecek, kopuverecek, yere düşüverecek gibi duran iki bacaktan çocukların duvarlara çizdikleri resimlerdeki parmaklara benzeyen uzun, çöp parmakların ucuna doğru sürüp giden biçimsiz bir çizgi; bu çizgiyi gövde üzerinde kesen enli, kırık kırık, gevşek, yeli kesilmiş yelkenler gibi kanatlar…

Bu leylek, havada, dikine yükselirken, sağdaki kayalığın arkasından birkaç leylek daha göğe ağıyor. Andronikos anlıyor. Leyleklerin göçü bu. Her yıl çocukların heyecanla beklediği, büyüklerin gülerek, alay ederek seyrettiği, yaşlıların, bir leylek göçü daha görmüş olmanın sevinciyle acısı arasında, kışın nasıl geçeceğinin imi diye uzun uzun yorumladıkları göç… Leylek göçü… Gene silkiniyor.

Andronikos, şu anda, ne çocuk, ne yetişkin, ne de yaşlı.

Heyecan duymuyor, gülmüyor, sevinçle acıdan uzak, yorumlamıyor… Yalnız hayranlık duyuyor.

Başta uçan leyleğin arkasından gelen öbek de şimdi daha yüksekte. Andronikos yerinden fırlıyor, soldaki kayalara tırmanıyor, çakıllığın öte yanına atlayıp basamak basamak duran kayaların tepesine çıkıyor. Yarın üstüne doğru, bütün hızı ile tırmanıyor, sabahleyin erişmek için bunca güçlük çektiği kayanın üzerinden biraz daha ileriye, biraz daha yükseğe çıkabilmek için uğraşıyor. Düz bir yer bulunca, leyleklerin nereden geldiğini anlamağa, kestirmeğe çalışıyor.

O zaman, uzaktan, tepenin doğuya bakan yamacının hemen altından bir leylek ordusunun yavaş yavaş çıktığını, havalandığını, yükselmeğe, yaklaşmağa başladığını görüyor.

Oturuyor. Leylekler yavaş yavaş yüz oluyor, bin oluyor. Kara bir yol, adanın arkasında alçalan güneşin kızarmağa başlayan ışığında, bir ağararak, bir turuncuya vurarak, tepenin dibinden gökyüzünün orta yerine doğru köprü gibi uzamağa başlıyor. Leylek öbeklerinin kimi düzgün, düzenli, kimi düzensiz uçuyor kalkışta. Ama sonra, gökyüzüne doğru yükselirken, kendiliklerinden bir düzene giriyorlar. İlk gördüğü leylek şimdi çok yüksekte, çok uzakta, ufacık.

Yeryüzü ile gökyüzü arasındaki köprü uzadıkça uzuyor. Leylekler, bütün gökyüzünü dolduracakmış gibi uçuyor. Oysa, rengi arada bir değişen şerit, gitgide düzgünleşiyor. Leyleklerin takırtılarına, gürültüsüne, arada bir, martı sesleri karışıyor. Gitmedikleri, gitmeği tasarlamadıkları için, leyleklere kendilerinden ne kadar ayrı olduklarını söyler gibi çığrışan martıların sesi…

Bu aralar halim (elini avucu aşağıya bakacak şekilde uzatır, sağa sola dalgalandırır, dudağını büker) "(m)eh işte", pek tadım yok. Üzerimde bir yılgınlık var, nicedir atamadığım. Geçen gün Bay T. (ki sanıyorum Bay OBM’nin de geçen günkü blog girdisinde bahsettiği kişi olmakta) Barış Bıçakçı’nın "Bizim Büyük Çaresizliğimiz"den alıntıladığı bir pasajla Ankara, nostalji ve yumurtacı üçgeninde yol alıyordu. Barış Bıçakçı’ya geçen seneydi sanırım, çok iyi niyetle ve heyecanla başlamak istedim, kütüphanede "Sinek Isırıklarının Müellifi" vardı, okumaya başladım, kendimi zorladım, zorladım, zorladım… olmadı. Kısmet nispet.

Bizim büyük çaresizliğimiz başlıkta aklıma geldi, kitapla aslında pek bir alakasız yok(tur herhalde) şimdi diyeceklerimin. Biz çocukken filmler iki şekilde biterdi: ya Arnold ya da bir başka kaslı arkadaş kötü adamın omuriliğini bedeninden ayırırdı, bu herkese ders olurdu, ya da daha şık, "entel" filmlerin sonunda filmin başından beri aralarındaki elektriklenmeye şahit olduğumuz kız ve oğlan, binbir kovalamacanın ardından herkesi kandıran kötü yöneticilerin asıl niyetlerini açıkladığı kayıtları bütün TV kanallarında yayınlamayı becerir, bu kötü, çıkarcı, bencil, hilekar, düzenbaz, şöyle, böyle adamların ipini pazara çıkarırdı. Dünyanın dört bir yanında halk ekranlar başında şok olmuş bir halde bunları izler ve film burada, bu zafer anında biterdi. Bize de bundan sonrasının mutlu, tozpembe günlerini düşlemek kalırdı.

Öyle olmuyormuş meğer, onu öğrendim. Gerçi daha evvelden de değinmiştim: modern zamanlar, post-modern algı, herkes haklı, herkes kahraman, herkesin haklı bir sebebi, bir açıklaması var sorsanız (benim bile! Yani başkalarına laf ederken bile, bunu bir eleştiri olarak değil de bir saptama olarak yapmaya çalışıyorum arka planda, karınca kararınca / hem ne demiş ennnn entelektüelimiz: "Teoride iyi bir insanım" (güzelonlu)). [Alakasız olacak ama söylemeden de geçemeyeceğim: ben bunları yazarken, arka planda "Badly Drawn Boy"un adının şimdi "bu ne be! yeter ama!" diyerek durdurmak üzere yöneldiğim müzik listemden gördüğüm üzere  "Pissing in the Wind" olan şarkıları çalıyordu. Neden şarkı söyleyemeyen insanlar şarkılarını, söylemek değil ama, başkalarına da dinletmek ister?].

Haydi en kötüde olduğumuzu düşünelim artık. "Bundan kötüsü olamaz" diyelim, rahatlayalım, "demek buymuş…", bundan sonrası küçük varyantlar. Modern zamanlar.

—————————-
Andronikos gibi başımızı alıp gideceğimiz bir ada yok, ada olsa yeni başlangıçlar için yorulmuşuz artık, leylekler gitsinler, bırak.

Leylek göç yolları – Kaynak: Environmental pollution and biodiversity / Ekaterina Batchvarova‘nın alıntılaması eliyle artık olmayan www.poland.pl/spec/storks sayfası imiş.


Gene daldım, asıl diyeceğim şeyleri demeyi unuttum: Leylekleri severim ben, sanırım sevmeyen yoktur, bilmiyorum. Yapı Kredi Bankası’nın eskiden simgesi çatıya tünemiş leylekti yanlış hatırlamıyorsam — şimdi gittim baktım, mevcut logosu da leylekmiş hala — eğer öncesini biliyorsanız leyleği çıkarabilirsiniz. Galiba Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul-Ankara arası yolculuklarda bir ya da iki kez leyleği havada gördüm ama bilinçli olarak (nasıl bir anlam içinde kullanmaktaysam!) son görüşüm İspanya’nın Rioja bölgesindeki bir köy olan Sajazarra’ya (Emma’ların köyü idi, Nergis Hanım’ın köy çeşmesinin musluğu ile ilgili yazdığı şu girdisinde de bahsi geçer) giderken aktarma yaptığımız kasabanın belediye binasının (/kilisesinin de olabilir) kulesinin tepesine yuva yapmışken idi — bir saniye beklerseniz gidip arşive bakayım fotoğrafını çekmiş miyim diye, hemen geliyorum… (ayak sesleri uzaklaşır, ileriden bir kapı açılma gıcırtısı duyulur…) Bulamadım, akşam eve gidince bakarım yeniden, olması lazım. 

==== sonradan giriş ==== aç ==


Eve gelir gelmez eski klasörleri açtım, resimleri de çok uğraşmadan buldum (bu kolaylıkta Nergis Hanım’ın ilgili blogundan tarihi saptamış olmamın da büyük katkısı vardı, ama bundan sonrası için kendime ve tüm dünyaya not: Birilerine, bir yerlere fotoğraf göndereceğiniz zaman, adını tümüyle değiştirmeyin: Eğer fotoğrafın dosyasının adı "100_4545.JPG" ise ve bu "leylekler.JPG" olacaksa, öyle olmasın da, "leylekler_100_4545.JPG" olsun, sonrasında bulmak gerekirse büyük kolaylık sağlıyor…)

Birincisi resmin kendisi, ikincisi ilgili kısmın zoomlanmış hali; altına da google maps’ten Haro’daki o yeri saptayıp sokak görüntüsünü aparttım (Google Maps, bağlantı verse de, street view’a vermiyor, o yüzden siz de benim gibi görmek istiyorsanız sarı adamı "Estación de Autobuses de Haro"nun civarına bırakıp, sağa sola bakınmanız gerekiyor). Haro, Rioja bölgesinin başkenti (başkent dediysem tabii ki bölgesel anlamda – yoksa 10000 nüfusu var), Bilbao’dan oraya otobüsle gitmiştik, oradan da sevgili Sofia’nın annesi, Emma’nın anneannesi Adelina bizi arabayla alıp Sajazarra’ya götürmüştü… Ahh ah!.. Haro’ya bir kere de Manularla, hem de tam bağbozumunu takiben gidecektik…


Haro – Rioja bölgesinin başkenti. http://goo.gl/maps/ZHqHW

==== sonradan giriş ==== kapa ==

Şimdi böyle buruk, nostaljik gidiyorum diye Ahmet Haşim / "Gurabahane-i Laklakan" filan girmeyeceğim, merak etmeyin, ama leyleklerden hareketle balıkçıla (kingfisher) da değinmeden geçemeyeceğim. Delft’teki evceğizimizin (Oostsingel’daki) az ilerisindeki İnek Kapısı Köprüsü’nün (Koepoortbrug) orada yaşayan bir balıkçıl vardı (tam cinsi "büyük mavi balıkçıl" imiş – ayrıca ben onu İngilizce’de yıllar yıllar yıllardır "kingfisher" sanardım meğerse "great blue heron" imiş, kingfisher deseniz karnavaldan yeni çıkmışa benzer koca kafalı bir şey imiş!), ne kadar asil, ne kadar vakur bir yaratıktı o! (tyger! tyger!) onu hatırladım; dilimizde allı turna diye türkülere geçmiş uzun bacaklıların da "bildiğimiz" flamingolar olduklarını, seneler evvel sevgili Betül’e "frambuaz"la ilgili bir şey sorduğumu ve onun verdiği yanıta ek olarak "ama neden ahududu gibi güzel bir adı varken frambuaz diyorsun?" şeklinde bir soru sorup beni de bu güzelliğe uyandırdığını ve daha birtakım başka şeyleri de… Şair (Başo) ne de güzel demiş: "Neler getirir, neler / insanın aklına / şu açan kiraz çiçeği!" (aslı haiku ama ben ezberimden yazdım).