$izoSuru No:9 — Demasiado (enstrumental)

 $izoSuru #9 — Demasiado (Enstrumental)

  • Run DMC vs Jason Nevins – It’s Like That
  • DJ Fresh – Golddust
  • Chemical Brothers – Galvanize
  • The Chemical Brothers – Get Yourself High
  • Fat Boy Slim – Rockafeller Skank
  • The Prodigy – Breathe
  • Faithless – Insomnia
  • Massive Attack – Inertia Creeps
  • Radiohead – 15 Step
  • DJ Snake & Lil’ Jon – Turn Down For What (Radio Record)
  • Rob D – Clubbed To Death [Kurayamino Mix]
  • David Guetta – Titanium ft. Sia
  • Faithless feat. Estelle – Why go?
  • Massive Attack – Live with Me [Album Version]
  • Arctic Monkeys – Do I Wanna Know
  • Starsailor – Four To The Floor
  • The White Stripes – Seven Nation Army
  • Portishead – Wandering Star
  • Beastie Boys – Intergalactic
  • Hans Zimmer – Mind Heist
  • Audiomachine – Judge and Jury
  • Saul Williams & NIN – Gunshots by Computer

İndirmek için bu bağlantıyı takip edebilirsiniz.



havale yaz, 777’ye gönder.

Geçen gün bahsetmiştim (bahsetmiş miydim?), işte Kurt Vonnegut (Jr.), "şimdiye kadar bulabildiğimiz bir tek iyi düşünce var, o da merhamet göstermek (affetmek vs..)", işte bugün ondan değil de kötü ikizi Hammurabi’nin "göze göz, dişe diş" intikamından, adalet duygusundan, hak yerini buldusundan bahsedeyim dedim ama şimdi düşününce ondan da değil, daha çok "ödetme"den bahsedeceğim. Sanırım.

Sizi bilmem, ben ne istiyorum? İlk kertede ilahi adalet, yanlarına kalmayacağını bilmek (ölümden sonra yaşamı destekleyen dinlerin mensupları puan kartlarına bir puan eklesinler, diğerleri biraz daha sabırlı olsunlar lütfen). Bunu, başlıkta ve bu cümlenin başında belirttiğim üzere, ilahi merciye havale etmek suretiyle yapabiliriz, bakın yapıyorum, oldu. Bunu başka varyantları da var (inanışınıza ve/ya sinema/manga kültürünüze göre): mesela bütün saflığıyla ve iyiliğiyle bir köye gelip, orada her türlü (maddi und manevi) sömürüye uğradıysanız, belki filmin sonunda paşa (mafya) babanız (James Caan) gelip, bütün köyü ateşe verir (Lars von Trier – Dogville); ya da yanınızda sizi kayıtsızca seven, canınızı sıkan, size kötülük yapan, yolunuza çıkan kim olursa olsun gözünün yaşına bakmayan bir robot/deney ürünü bir şey vardır (James Cameron – Terminator 2; Adam Wingard – The Guest); hiçbiri olmadı, bulursunuz bir defter, oraya kimin ismini yazarsanız ertesi gün o kişi ölüverir (Tsugumi Ohba – Death Note). Benim kişisel tercihim sonuncunun biraz daha ince işlenmiş hali: daha evvelden de bahsetmiştim, bunun bir sanal dünya, bir simülasyon olduğunu düşünün, facebook/twitter gibi sosyal bir medya gibi bir şey: şu takdirde ben, benim canımı sıkanı "yok sayabilir" (ignore), çok da uğraşmak istemiyorsam o kişinin n. dereceden arkadaşlık çevresinde olanların da benim sayfamı ("yaşamımı") görmelerini engelleyebilirim. Problem çözüldü, çok katılımcılı cennet. Biraz daha rafine versiyonda, benim bu sistemin veritabanına (mümkünse MySQL olsun lütfen)  erişimim var, bütün parametrelerle oynayabiliyorum, aşağıdaki xkcd bantının aksine, geri de alabiliyorum (always backup! yoksa SELECT * FROM GHOSTS;):

Tabii ki en iyisi, sadece sizin olmanız (pörsınıl hivın), her şeyin size bağlı parametrelerle kontrol edilmesi, biraz yapay zeka, biraz hüzün… Neyse, ne diyorduk: böyle bir şey yok (şimdilik – olursa haber veririm tabii ki mutlaka, aşk olsun!)

Bu girişte yeni bir şey yok aslında: ilahi adalet için ilahi merci konusunu şurada (şurada = "İyi ile kötünün bahçesinde geceyarısı. (23/07/2009)"); veritabanı mevzuunu burada (burada = "Şeytanın SQL Queryleri (20/05/2008)"); sanal kişisel cennetleri orada (orada ="deja vu, oyunlar simülatörler..(ve intikam! intikamımız ne olacak?) (08/12/2010)") tırtıklamışlığım vardır vaktiyle. Banks (Iain M.) taa seneler önce Feersum Endjinn‘de (1994 mü neydi, daha Wachowski’ler matrix’e vektör diyorlardı), hele Stanislaw Lem Gelecekbilim Kongresi ile 1971’den huuu! çeker, o yüzden pek böbürlenecek bir şeyim, bir orijinalliğim de yok hani (ama xkcd’den 6 sene önce yazmışım ilahi veritabancılığı olayını har har har, ho ho ho! ühü ühü ühüüü!..)

Neyse, boşverin şimdi bunları, bir de-… (TL;DW)

başıma gelenler hep senin yüzünden/ne istedin benimsevgimden

(sonunda twist var)

Burası (i.e., TR) ile ilgili en canımı sıkan şeylerin başında görecelik geliyor (bir görecelik, bir de keyfiyet/insiyatiflik): en profesyonel ortamda/ilişkinizde bile insanlar size onlardaki etkinize (statü, sevecenlik, güç) bağlı olarak farklı muamelede bulunuyorlar. Ne kadar da şahsi gibi gelen bu cümlelerin aslında ne kadar da resmi olduğunu açıklamak için birkaç örnek vermek istiyorum, ve akabinde veriyorum:

  • Bankaların yıllık kredi kartı masrafını tahsil edip etmemesinin sizin pazarlık gücünüzle orantılı olması,
  • Ciddi bir sorun yaşayıp diyelim ki polise başvurduğunuzda, polisin bunu rapor edip işleme koyması yerine kendince çözümlemeye çalışması (en acı örneği aile içi şiddet vakalarında polisin "arabulucu" olup, "barıştırıp" geri göndermesinde vuku buluyor),
  • Yazılı kuralların -ki tanım itibarı ile bunların anayasada geçenleri kanun olmaktalar- (örn: "burada sigara içilmez", "sokakta gereksiz korna çalınmaz", "kopya çekilmez") ihlalinde "bir daha yapma, bak yoksa fena olur, bu seferlik göz yumuyoruz" hiçbir yaptırım uygulanmaması.

Hollanda’da gri bölge diye bir şey yoktu: muhatabınızın kanlısı bile olsanız, kanun karşısında tamamıyla eşit muamele görürdünüz. İspanya’da ise pozitif ayrımcılık vardı "iyi halden ceza indirimi" misali, muhatabınız sizi sempatik bulmuşsa / o gün iyi tarafından kalktıysa, lehinize kanaat kullanabilirdi ama bu da tabii sıfırdan bire bir yuvarlama olmazdı. Burada her şey tepetaklak. Kimsenin (düzeltme: benim gibi kekleri tenzih ederim) kanunu ciddiye aldığı yok. Kanundan kastım da öyle hırsızlık, soygun, cinayet, ihale gibi büyük ölçekli ihlallere gelmeden derede boğan cinsten: arabanızla kırmızı ışıkta geçmezseniz (diyelim ki yol boş!), yayaysanız size yeşil yandığında geçerseniz, bu haklı olduğunuz anlamına gelmez. Bir hizmet için yazılı bir anlaşma yaptıysanız bu karşı tarafın o anlaşmadaki hükümlere uyacağının garantisi değildir. Mahkeme sanıyorum çok ciddi işler için kullanılan bir yer ve sonucu da galiba önceden bilinebiliyor (pek tecrübem yok bu konularda). Bu gibi durumlarda enter insiyatif.

Bu sabah yukarıda dırdırlandığım durumların çok hafif bir varyasyonundan dolayı canım sıkıldı ("sabah sabah"). Karşınızdaki insanla tartışırken (yine buralarda tartışma her zaman bir ucundan kavgayla temas eden, olmadı sesin yükseltilmesi ve en yüksek sesin tartışmanın galibini belirlediği bir olgu / eğer çok yenik hissediyorsanız, çekilirken (mesela otobüsten iniyormuşsunuz, da tam kapılar kapanacakken, az evvelki muhatabınıza kaba sözler sarf edip deşarj olabilirsiniz, böyle de bir yöntem var(mış)). Tartışmada yöntem bu, bir de içeriğin imkansızlığı var: size ters gelen şeyin muhatabınızdaki yansısı "neden oksijenle yaşıyoruz?" ya da "güneş niye sarı?" gibi alakasız bir soru önergesi olabiliyor, bu noktadan başlayınca da pek bir yol kat edilmiyor ("ortada buluşalım" deseniz, şimdi yola çıksanız nereden baksanız bir 300 yıl sürer).

Neyse, yaşadığım hafif tatsızlıktan -1. dünya problemi diyelim- kendimi ayırıp, yürümeye başladım. Öyle sinirden zangır zangır titremiyorum, biraz kızgınlık, bol miktarda da pişmanlık ("Neden geldim İstanbul’a?.."). İnsana kendisini Bizimkiler dizisinin "zabıt tutturacağım" deyip duran yönetici Sabri Bey’i ya da "Timur, niiii! niiii!" diyen Kaynanalar dizisinin Tijen Hanım’ı gibi hisettirmekte üstümüze yok, tebrik ediyorum. Çoğu zaman kendimi aralarında İngilizce, hizmetçileriyle kendi anadilleri de olan Hint diyaleğinde konuşan Hintliler gibi, ya da ellerinde kabilelerinin arasında tahtalardan uydurdukları "çatal-bıçakla" yemek yemeye çalışıp da diğer kabile üyelerini aşağı gören uzak akrabalarımız gibi hissediyorum (hiçbiri olmadı, çatalla saçını tarayıp, bir de üstüne trip atan hipster Ariel gibi). Yürümeyi seviyorum ben, beni çok rahatlatan bir etkinlik (hele de müzik çalarım yanımdaysa, şarjı varsa). Bugün uzun yürüyüşlerimden birini yaptım (10.4 km, 10940 adım, 1 saat 40 dakika), rahatladım. Yürürken, sonlara doğru, Kurt Vonnegut’un (Jr.) bir yazısı geldi aklıma: nasıl da hala Hammurabi’nin 4000 yıllık kanununa ("göze göz, dişe diş") uymakta olduğumuza, bütün filmlerimizin hayatımızın bu intikam duygusuyla, "yapılan yanlışın ödetilmesi" ilkesince şekillendiğine değiniyor ve ahkamını kesiyordu "let it go! let it goooo!" (Frozen). Ama olmaz, illaki haklı olduğumuzu kanıtlayacağız:

standart anahtar kelimelerimizi girelim tabii ki: Devlet, Leviathan (cümle içindeki kullanımı: "nerede bu devlet, nerede bu leviathan?") Hukukun öç almaması, kin tutmaması, bir tebessüm, bir kahkaha. Herkesin her şeyin en iyisini bildiği bu yerde (öyleyse) neden herkes bu kadar mutsuz (ve) yine de herkesi kurtarmaya böyle canı gönülden çalışıyor?

Neyse, yürüyüşümü tamamladığımda gene huzuru bulmuştum (wash. rinse. repeat). (Darısı başınıza). Saçma.