beyaz balina okyanusta kıvrıla kıvrıla yüzüyor…

Bugün Moby Dick’i bitirdim. Moby Dick, Dickus Mobius. Yıllar yıllar evvel bir kere İngilizce’sine başlamıştım, başından öteye geçememiştim, bu sefer Mîna Urgan & Sabahattin Eyuboğlu sağolsunlar, elimden tutup, karşıya geçirdiler beni. Aslında böyle entel dantel bir girişe Monty Python ref.’iyle başlamak pek doğru olmadı ya, neyse, ilerleyen satırlarda ciddiyetimize bürünürüz elbet. Daha doğru olarak şu alıntıyla başlamalıydım (kitabın hemen başlarından, 270. sayfadan):

Önemli gördüğüm birkaç şeyden daha söz etmek için buradan iyi bir yer bulamam sanıyorum. Bunlar basılıp kitaba girince, bu Beyaz Balina öyküsünün ve hele sonundaki yıkımın olağanlığına herkesin aklı daha iyi yatacaktır bana kalırsa. Çünkü bu yürekler acısı olay öyle inanılmaz bir şeydir ki, doğruluğunu kanıtlamak için – sanki uydurmaymış gibi- ayrıca uğraşmak gerekir. KAralıların çoğu, dünyanın en basit, en elle tutulur kimi harikalarından öyle habersizdirler ki, balina avcılığının tarihe geçmiş ya da geçmemiş birkaç olayını anlatmazsak, belki de Moby Dick’i korkunç bir masal, ya da daha kötüsü, bir düşünceyi anlatmak için uydurulmuş çirkin, canavarca bir alegori sayıp dudak bükerler bize.

Aklınıza hemen de Tolkien’in (Yüzüklerin Efendisi’nin ikinci baskısına yazdığı önsözdeki):

I cordially dislike allegory in all its manifestations, and always have done so since I grew old and wary enough to detect its presence. I much prefer history, true or feigned, with its varied applicability to the thought and experience of readers. I think that many confuse ‘applicability’ with ‘allegory’; but the one resides in the freedom of the reader, and the other in the purposed domination of the author.

lafı gelmiyor mu? Peygamberliğin şartlarından biri yaptığı mucizenin kendisini red etmesi olarak sayarlar (yani adam taşı konuşturacağını söyleyip, üstüne konuşturduğu zaman dile gelen taş ona "sen peygamber değilsin" derse, karizma çiziliyor), işte bu da böyle bir şey ("hani bir gün dalar ya insan…" – bu aralar Zeki Müren’le Erol Evgin arasında gidip geliyorum diyeceğim ama değil, Tanju Okan’ın "Gülünce gözlerinin içi gülüyor" yorumunu yeni keşfedip bağlandım onlardan müsade isteyip, Halit Kıvanç pazarları Radyo NTV’de 10:30’da program yapıyor, kaçırmayın, orada dinledim ben de). Yazarları alegori değil demiş, daha ne olsun, değil mi ya! Biliyorsunuz, Moby Dick’in, Ahab’ın aslında neler neleri temsil ettiğine dair on bin yorum var, hatta Mîna Urgan önsözde bahsetmişti sanırım, bir saniye…

Görüyoruz ki, Melville, Moby Dick’in Kaptan Ahab için tam neyi simgelediğini burada açıkça anlatmış; hatta kitabının başka bir yerinde, Beyaz Balina’nın bir alegori olmadığını da söylemiştir. Gelgelelim Moby Dick çağımıza yeni bir "mythos" kattığı için, her eleştirmen onun değişik bir yorumunu yapmıştır: Örneğin Van Wyck Brooks’a göre, Moby Dick, Beowulf destanındaki canavar Grendel gibi, doğanın yaban güçlerinin bir simgesidir; William S. Glein’a göre, kaderdir; Henry Pommer’a göre, Tanrıdır; William E. Sedgwick’e göre, evrenin çözülmez gizidir; hatta Aileen Wells Parks’a göre, para ve ağır endüstriye dayanan sömürücü sınıftır. Leon Howard’ın dediği gibi, çağımızın aydınları en çok neden korkuyorlarsa, onu görmüşlerdir Moby Dick’te. Bu arada Freud’cular ve Jung’cular da Moby Dick’in psikanalize dayanan yorumlarını yapmışlardır. Örneğin, Mumford, onun bilinçaltı olduğunu, Newton Arvin nefret edilen baba otoritesinin ve baskısının bir simgesi olduğunu ileri sürmüştür. D.H. Lawrance ise, Moby Dick’i, beyaz ırkın psikolojik bakımdan yitirdiği cinsel gücün bir simgesi olarak görmüştür.

Yani insanın koca bir "HÖH!" diyesi gelmiyor da değil. Yıllar evvel (1998, to be exact) Alien’ın feminist bir yorumunu okuyup dünyanın gerçekliğinden belki de ilk kez şüpheye düşüp, gizli kamera aramıştım (o yazı bu değilse de, bunun gibi bir şeydi: Reassessing Alien: Sexuality and the Anxieties of Men). Neyse. Şimdi bu sıkıcı şeyleri bırakıp, ilginç olan yere gelelim:

Nasıl ki yetersiz, pek bir kültürsüz bir kişi kendinden bağımsız çok güçlü bir şiir yazabilir — "nasıl ki" diye başladım ama açıklayayım: kendisi diyelim ki mırnav kedisini anlatırken, öyle kapalı sözcükler kullanır ki, obje kedi, konu da kedi sevgisinden taşar, her okuyanda onun en derin duygularını titreten bir opamp’a döner (opamp ne, boşverin şimdi, yani alınan duyguyu on misliyle çoğaltıp, geri besleme yapar diyelim). Mesela, biz bilgisayarları dışımızda değil de, içimizde (aka beyin tabanlı) yapıyor olsaydık, ya da filmleri, kodu/senaryosu şöyle olacaktı: {güzel bir kişi} odaya girer. {korkunç bir yaratık} kapının arkasından çıkar. Ve her beyin bu değişken kısımları kendi sistemine göre dolduracaktı. Güzel bir kişi esmer bir kadın ya da kızılderili bir adam, korkunç bir yaratık da palyaço, örümcek, beyaz bir kağıt parçası olabilecekti. İşte bu paragrafın başında bahsettiğim şair de böyle imgeler kullanır… "Sen en güzel umudusun…" aaa, ne güzel, ne pozitif. "En güzel günlerin ardından çıkagelen…" falan filan, hep bizim işlemciyi kullanır javascript kodlar gibi, server değil de client-side uygulamalar gibi. Neyse, diyorduk ki işte "nasıl ki yetersiz, pek bir kültürsüz bir kişi….". Melville ne yetersiz, ne kültürsüz ama kitabı yazarken aklında sadece bir tek düşünce var (yani bence): bir balina kitabı yazmak. Kitap baştan sonra Forrest Gump’ın şu karideslere takmış arkadaşı gibi balinacılıkla ilgili ne var ne yok, ona odaklanıyor: Balinanın ağzı nasıldır, omurgaları nasıldır, kuzey balinası ile güney balinası arasında ne farklar vardır, neresi yenir, tadı nasıldır, bir balina gemisinde iğne iplik hangi kamaradaki hangi dolabın hangi çekmecesinde bulunur… Biz Musti ile Doğu Anadolu gezisine çıktığımızda (bunu da daha şimdi, bir önceki cümleyi yazarken hatırladım), trende bir askerle tanış olmuş, sohbet ediyorduk ama tabii ki ortak konu yok, o da bize tüfeğini nasıl da demonte/monte ettiğini büyük bir sevecenlikle anlatmış idi… Bir saniye, karıştırayım bakalım günlüğümü, bulabilecek miyim bakalım bunu da… buldum ya, hakikaten buldum, hem şaşırdım, hem sevindim:

13.6.1996 / Erzurum – Başlangıçta erzurum’da kalmayı pek düşünmüyorduk. ha, bi de erzurum’a gelirken trende tanıştığımız ibrahim tutu var. komando, MG-3 silah kullanıyor, adanalı, temiz kalpli, iyi bir çocuk. konuşacak bir şey kalmayınca bize silahın sökümünü, takımını anlattı. iki resmini çektik. hem ailesine hem de ona birer tane göndereceğiz. Erzurum, Erzincan’la kıyaslandığında çok daha kentleşmiş. ben balıkesire benzettim.

(bu kısmı alıntılayıncaya kadar bir dolu yerini daha okudum günlüğümün…) işte, sonuçta biri size gerçekten ilgilendiği bir şeyi anlatınca zevkle dinliyorsunuz, hele bir de biri gerçekten ilgilendiği bir şeyi yazdıysa, o zaman o metni hem ilgiyle okuyorsunuz, hem de işte bu kapalılık özelliğinden dolayı sizdeki yansıları da bambaşka olabiliyor (bir de Amy Poehler’ın "kimse eğlenirken aptalca görünmez" ("No one looks stupid when having fun") lafı var, o çağrıştı geldi, çok güzel laf, severim, tabii siz bilmezsiniz, bunu yazınca da bu sefer misafir sanatçı olarak "hiçbir kadın bir erkeği (erkek) bulaşıkları yıkarken vurmamıştır" lafı (ki, bunu da severim — "no woman has ever shot a man while he was washing the dishes" — ama ama bunu ararken karşıt örnek çıktı bu sefer karşıma: 1) / kaç parantez açmıştık?). 

Melville de balinacılık üzerine ne varsa (1850 itibarı ile) döküyor önünüze, başlangıçtaki acelesizliği saymaz isek, gayet güzel, ekonomik yapıyor: kitap 700 sayfa ve 135 bölümden oluşuyor; bölümlerin çoğu 2 ya da 3 sayfa, diyeceğini deyip, bitiyor, sıkmıyor, uzun tasvirlere, iç hesaplaşmalara girmiyor. Ahab kitabın ortalarına kadar, Moby Dick son 5 bölüme kadar görünmüyor ("Alien gibi" – taktım ben de Alien’a 8). Karakterler Tragedya dilinde konuşuyor, örneğin kimse ağzına bir lokma ekmek atmıyor, onun yerine "bin tanrının özenle yoğurduğu ovaların dinginliğinden kopup gelen çiyle mayalanmış unun küflenmiş kabuklarını ye sen de ey Denizci! Bin kuş dönüp dursun tepende, afiyet olsun. Siz de bilin ki bu dünyada kolay lokma diye bir şey yok: dünyanın öbür ucuna, yamyamların arasına bile gitseniz hamur bulamasanız bile engin denizlere bakın, ve hatırlayın!…" (bu bir alıntı değil, ben uydurdum). Cemal Süreya bir yazısında Yaşar Kemal’den bahsederken (doğru alıntı için gelsin internet…) — buldum ama Yaşar Kemal için değil, Bekir Yıldız için söylemiş (Günler, 77. Gün):

Bekir Yıldız’da kişi şöyle bir bakmaz, şimşek gibi bir bakış fırlatır. Yağmur yağmaz, yeri kırbaçlar.

Bana anlatım Edip Cansever’i hatırlattı bir de, doğal olarak. Romanın düzyazıdan çok şiire yakın olduğu zaten yıllar yılı söylenmiş, kabul edilmiş. Kalın, düz çizgilerle çiziyor resmini, eli titremiyor, kesin konuşuyor. Edip Cansever’de yine de şairin tereddüdü vardır karakterleri ne kadar kendinden eminseler de, Melville’de o yok. Yazar onları konuşturuyor, herkes aynı kişinin değişik parçaları, Ishmael de dahil (sanırsınız kitabı okumak yerine John Cusack’lı Identity’yi izlemişim ama değil yaw).


Ah, bir de, şöyle bir mevzu oldu: kipatı kütüphaneden aldım. Kütüphaneden kitap alınca, benim gibi entel dantel(!) bir insansanız, haliyle entel dantel, ağır, kalın kipatlar alırsınız. Hiç şaşmaz şöyle olur: kitabın ilk 15 sayfasındaki kelimelerin altı çizilmiş, eğer yabancı dilde (illaki İngilizce) bir kitapsa, kelimelerin (kelimeler de "tired", "bored" gibi basit şeyler bu arada, "omnivolloptous" filan değil (onu da zati ben uydurdum şimdi)) yanlarına orasına burasına türkçe anlamları yazılmış, soru işaretleri ünlemler, aşka gelip yorum yazmalar… ama ilk 15 sayfa. Sonrası süt liman: o ibiş okumayı bırakmıştır çünkü. Şimdi Allah’ı var, kurşun kalemle yapılır bu vulgarlıklar, "beğenmezlerse bir silen çıkar!" diye düşündüklerinden midir, nedir, bilemem. ben o 15 sayfayı dişimi sıka sıka okurum, sonrasında kitapla baş başa kalırız. Moby Dick’te öyle olmadı ama malesef. Ya elitizm filan değil ama arkadaşım, böyle bir kitabı okuyorsan, senin birtakım şeylerde piştiğini, az biraz entoş olduğunu varsayarım, yok, değil. Kitap baştan sonra şu ince post-it’lerle işaretlenmiş, yetmemiş çoğu sayfadaki "özlü sözlerin" altı çizilmiş, ünlemler atılmış. Elinizde bir gazete, parktaki bankta oturmuş, keyif yapıyorsunuz diye düşünün. Yanınıza "beyefendi görünümlü" biri oturuyor, selamlaşıyorsunuz. Bir süre sonra omzunuzun üzerinden sizin gazetenizi okumaya başlıyor, bir şey demiyorsunuz (ben gerçi sinir olurum ama sonra "ne diye sinir oluyorum? Ne zararı var bana?" diye kendime kızar(d)ım), sonra sizi dirseğiyle dürtüp, parmağını da birtakım cümleler üzerinde gezdirerek "bak şurası çok önemli, kaçırma!" deyip durmaya başlıyor, içinizden Günlerin Köpüğü’nde JanSolPartır’a son dakikalarında yapılanlar geliyor. İşte öyle bir şey ("laralay lay lay lay laralay lay…"). Ayşe, Birol, Hayri, Leyla, Sezin, Muhlis!… Size diyorum: Yapmayın e mi kuzucuklarım benim, kütüphaneden aldığınız kitapların üzerine notlar almayın, sonra bakın başka arkadaşlarınız rahat okuyamıyor, ayrıca size içlerinden o biçim pis laflar saydırıyorlar… aaaa, öyle bakmayın hemen ama, beni de ağlatacaksınız kuzucuklarım benim, haydi, öpüşün barışın, bir daha görmeyeyim tamam mı, hıııı!


Tam Dickus Mobius 8P
 


Kitaplar sizin bile olsa, yazıktır ya, çizmeyin altını üstünü sağını solunu, şimdiye kadar hangi çizdiğiniz pasajın çizikliğinin hayrını gördünüz, başınız göğe mi erdi, yıllar sonra kapağını kaldırıp da "hah, işte tam burasıydı beni üç gecedir uyutmayan, aklıma takılan yer!" mi dediniz… Küçük bir kağıt parçası koyun içine, not alma arzunuz depreştikçe oraya yazıverin bir anahtar kelime ile sayfa numarasını, o da yetiyor be annem…

Bakalım şimdi o küçük kağıdımıza, nereleri işaretlemişiz, paylaşalım… Çok beğendiğim bir anlatım vardı: 

İki zıpkınlama arasında üç yıl geçen olayda ise, hem birinci zıpkınlamayı, hem de ikincisini gördüm. Hatta balinanın gözünün altında üç yıl önce dikkatimi çeken kocaman, garip beni iyice anımsadım o ikinci görüşümde. Aradan üç yıl geçmişti diyorum ama, üç yıldan çok daha fazlaydı, eminim. (s.269)

Bu "tekinsiz anlatıcı" olayını severim, bir de yıllardır aradığım bir cümle: "anlatıcı yalnızca yaşlı bir kadındı."  — bana sorsanız, Balzac’ın Sarrasine’inden aktaran Roland Barthes ama aradım, bulamadım işte. Bir de -şimdi, bunları yazınca aklıma gelen, Fatih Özgüven’in "Doğum" hikayesindeki "Bakkaldan birisi çıkıp ona baktı, sonra içeri girdi, elinde bir tabureyle yeniden dışarı çıkıp tabureyi işaret etti. Rabia görmedi." cümle dizisi.

"Bölfçünün Rehberi" serisi vardır, bilenler bilir, hakikaten çok geyik, kafa, komik kitaplardır eğer serinin ilgili kitabının konusunda az çok bilginiz varsa. Ben de Moby Dick hakkında bu rehbere yazacak olsam: "Ahab’ı, Moby Dick’i, Ishmael’i boş geçin, asıl karakterin Fedallah olduğunu savunun.." derdim. İnsan her 3 cümlede bir tanrılardan dem vuruyorsa, o vakit o kitaba kehanet koymak Edebiyat Bakanlığı’nın 36 nolu kararname hükmünde hedesi gereğince zorunlu kılınmıştır, hakikaten koymak lazım, çok etkileyici oluyor:

[Fedallah:] Ama sana söylemiştim, ihtiyar, bu seferde ölmezden önce, denizde iki cenaze arabası görmen şart. Biri insan eliyle yapılmış olmayacak; ötekinin gözle görülür tahtası ise, Amerika’da yetişen ağaçlardan yapılmış olacak. (…) İster inan, ister inanma; böyle bir şey görmeden ölemezsin, ihtiyar. (…) Ne olursa olsun, ben öteye senden önce gidip, kılavuzluk edeceğim sana.

[Ahab:] Sen yok olduktan sonra (eğer bu söylediklerin doğru çıkarsa), peşinden gidebilmem için, bir kez daha görünüp, bana kılavuzluk edecektin. Öyle demiştin, değil mi? (…)

[Fedallah:] (…) üçüncü bir şey daha var, (…) Seni ancak ip öldürebilir.
(s. 598)

Yarın da Coleridge’in "The Rime of the Ancient Mariner"ı okuyacağım (onu da son okuyuşumun üzerinden 10 yıl geçti yahu; Gürer Bey’ciğim severdi onu da yanlış hatırlamıyorsam… Iron Maiden’ın da var mıydı bununla ilgili şarkısı, vardı sanki (yok, bakmayacağım, saat 2 oldu sabahın).

Bu pek entel dantel girişimizin de sonuna geldik, ben Akinolu Tomas, öpsün sizi 7 cüceler.

sonradan not: gerçi bahsettim ama tam yazamadım, şimdi fark ettim — işte Melville Moby Dick’i tamamıyla balinaları düşünerek yazıyor, alegori filan aklına getirmiyor, sonra kitap yayınlanınca insanlar "ya ağabey, sen ne yapmışsın ya, harika olmuş, wauw, şuraya bak, ne simgeler var seni sinsi çakal seni.." filan deyince, o da "ne diyorsunuz olm yaw?" deyip onların gözüyle bakıyor, bir yandan tabii bu ilgi hoşuna da gidiyor, işte o vakit kahve fincanında "aaa hakikaten bu paket getiren leyleğe, bu otoriter baba figürüne, bu doğanın zorbalığına, saplantılara…" neyse, iyi geceler, öptüm bye!

yağmuru kim döküyor?

 

Yukarıda gördüğünüz kişi Emma Roberts (film de "The art of passing by") ama normalde yukarıdaki haline benzemiyor. Pek çok kişiye benziyor (mesela neşeli olduğu zamanlarda Greta Gerwig’e) peki ama yukarıda kime benziyor? Sizi yönlendirmek, belki de doğru tahmine giden yolunuzdan çıkarmak pahasına, Julide Kural? Andie MacDowell? 

Bu sorulardan biri. Diğer sorulara gelince, şunlar + bir de dün sorduğum film.

kara film

Lady From Shangai’ın basbayağı konusu var (hiç de Limits of Control’da dendiği gibi değil!) ama Orson Welles’in o son derece fena İrlandalı aksanı niye? Akla direkt Peter Lorre’u getiriyor. Ayrıca Rita Hayworth!… Peki hangi filmdeydi, üzgün bir kızcağıza adam sigara veriyordu da (herhalde ayrılacaklardı az sonra), pencerenin yanında birlikte içiyorlardı hüzünlü hüzünlü? Aradım bulamadım. Şarkılar seni söyler, dillerde nağme adın.

kısa, özet, gideceğim hemen yine…

Cuma günü Tolga geldi bize, matematik programları üzerine bir seminer verdi, bahsettiği programlardan birinin adı "SchoonSchip" idi, "Hollandaca’da ‘Temiz Gemi’ demekmiş" dedi ama şoonşip gibi söyledi, ben de her zamanki çok bilmişliğimle onun aslında "suğğğhkunshğğkip" olduğunu söyledim, o sesleri çıkardım (o sesleri bir de $izoSuru #1‘de, Schradinova, Schiphol ve Scheveningen’den bahsederken çıkartıyorum, çok merak ederseniz..) işte, yine o $izoSuru’da da bahsettiğim üzere, vaktiyle, İkinci Dünya Savaşı’nda bu kelimeleri/sesleri Almanları Hollandalılar’dan ayırt etmek için kullanmışlar, hatta bu tür ayırıcı kelimelerin bir adı da vardı, bakayım, söylerim demiştim Tolga’ya, şimdi aklıma geldi, baktım aradım buldum ama öyle neşeli şeyler değil, sonunda hep birileri birilerini öldürüyor. Shibboleth deniyormuş, aman hemen gidin bakın.

Bir süredir ilginç bir ruh haline geçtim: dünyanın, durumların nasıl olursa olsun mutlu/tatminkar ol(a)mayacağımı anladığımdan beridir, ruh halimde epey bir gelişme oldu (iyiye doğru). Amerikan filmlerinde vardır ya (var mıdır emin olamadım ama sanki olabilir gibi geldi): hani dünyanın sonu gelmiştir, herkes koşturur, yangınlar, bağırışlar çağırışlar ama bir adam bahçesinde şezlongunu açmış, sakince oturmakta, sözgelimi birasını yudumlamaktadır – hiçbir şey umrunda değildir, vurdumduymazlıktan değil, boşvermişlikten (bu ikisi arasındaki fark kritik). Hani Groundhog Day’desiniz diyelim, artık 10000. gününüz, artık biliyorsunuz ki, ne yaparsanız yapın, hiçbir şey değişmeyecek, ertesi sabah yine reseti yemiş olacak bütün evren, işte öyle bir boşvermişlik. Ya da sizin gençliğinizde olduğunuz o aşırı duyarlı hiçbir işe yaramaz dünyayı kurtarmaya istekli kişiliğinizi bugünün gençlerinde görüyorsunuz, ne deseniz boş (ya da işi daha da trajikleştirelim: gene bir gün zaman makinanıza binmişsiniz, 20 sene önceki halinizi karşınıza almışsınız, "boşuna takma bu kadar" diyorsunuz, "bir işe yaramıyor, olan sana oluyor" ama o "hayır" diyor, "ben yapabilirim/olabilirim" ne söyleseniz boş, siz de bir noktadan sonra şezlongunuzu açıyorsunuz, biranızı elinize alıyorsunuz, dünyanın sonunu getiriyorsunuz.. Ben daha o adam olamadım, o adam kim derseniz, biliyorum, Kurt Vonnegut Jr. dünyanın en içli ve en boşvermiş adamı (ben Emir’i özledim).

Bu aralar okuyasım epey azalmıştı, ne entel dantel, ne SFF, hiçbir şeyi okumak gelmiyordu içimden, dün kütüphaneye film almak için gittim yine (birkaç haftadır film noir’ları seyrediyorum: The Big Sleep, Strangers on a Train, The Lady Vanishes, Maltese Falcon, Lady from Shanghai…), aklıma geldi, raflarda dolanayım dedim, bakayım ne bulacağım. Seneler evvel Moby Dick’e başlamıştım (çünkü Bera demişti ki "müthiş bir kitap!") ve kısa bir süre sonra da bayıp bırakmıştım, bu sefer Türkçe’sini deneyeyim dedim, hem de Sabahattin Eyüboğlu ile Mina Urgan çevirmişler, daha ne olsun!, işte onu aldım, sonra Breakfast of the Champions’ı gördüm, Kurt Vonnegut’u okumuşluğum vardı (Slaughterhouse #5, işte bir de geçen günlerdeki şu mezuniyet konuşmalarının derlendiği "If this isn’t nice, what is?") şöyle bir bakadurdum da kipat böyle su gibi geldi, ne kadar çok sevdim, okuyorum hala, çok severek okuyorum.

Neyse, bugünlük yeter. Bir de Çağlar geçen gün (bugün?) bir tweet atmış, "bu sabahki halim" tanımı ile, çooook uzun zamandır bu kadar hoşuma giden, beni sevindiren bir şey olmamıştı, ben de sizinle paylaşayım istedim. (boyutu 16MB imiş, indirebilen var, indiremeyen var, ayıp olmasın, buraya bağlantısını koyayım, isteyen gidip baksın: oyuncak kurdelesiyle neşe içinde oynayan bir fil yavrusu).

Ben gider.


(Emir’in imzasıydı bu da bir ara HiTNet’te – ya da bir yazısının altına mı koymuştu, işte öyle bir şey, ra ra rampam tara tara ra…)