…they always play your favorite tune…
yeni yıl yeni yıl yeni yıl..
bizlere de, sizlere de kutlu olsun! Gerçi daha bir hafta var ama ilk tebrik kartımı aldım bile. Efe ile Yasemin taa sweet-home Chicago’lardan yollamış. Ayrıca az evvel bera bey ile de ICQ’da rastlaştık, o da yurda girişini yapmış ama sanırım görüşemeyeceğiz bu sefer..
Bu yılbaşı film izleyecekseniz ve henüz izlemediyseniz, mutlaka Love Actually‘yi edininiz. Gene eğer izlemediyseniz (hoş izlediyseniz de fark etmez), Frank Capra’nın klasiği It’s a Wonderful Life‘ı da var sonra. Eğer bir filme daha vakit ayırabiliyorsanız, Nightmare before Christmas‘ı da yazalım reçeteye. Müzik olarak da The Christmas Song – Nat King Cole And The Nat King Cole Trio. O şarkının bendeki versiyonunun (2046 soundtrack) sonunda amcalardan biri 3-4 nota jingle bells attırır ortaya, keyfim iyice bir yerine gelir.

why didn’t the skeletons go to the…
…church?
– because they had no organs.
…party?
– because they had no body to go with.
geçen hafta bengü’yle tim burton’ın ‘corpse bride‘ını seyrettik. önceden henry selick’in gerek ‘nightmare before christmas‘ını, gerekse de ‘james and the giant peach‘ini seyretmişliğimiz, sevmişliğimiz vardı, o yüzden bu filme antremanlı çıktığımız söylenebilir..
yalnız benim antremanlı da olsam, gafil avlandığım şey stop-motion (stop motion’ı alin taşçıyan ‘tek-kare’ olarak çevirmiş / kullanmış bu arada) tekniği ile ilgili oldu. film boyunca, filmin stop-motion mı, yoksa dijital animasyon mu olduğu konusunda gidip geldim. sonrasında yaptığım araştırmada, stop-motion olup, apple’da editlendiğini öğrendim de rahatladım. çok kaliteliydi. konu biraz dandik olsa da, ve ben her halikarda oyumu victoria’dan yana değil de, corpse bride emily’den yana kullansam da, güzel bir seyirlikti ama ne NMBC ile, ne de JATGP ile kıyaslanamaz).

güzel insanlar.. part deux
1.5 sene evvel, 30 ağustos’tan birkaç gün önce, sağ gözümde bir kızarıklık ve sürekli bir batma hissiyatı başlamıştı. tatile çıkacağımız için, bir baktıralım da öyle gidelim demiştik. 30 Ağustos günü hastaneler acil bölümlerinden ibaretti. biz de gazi üniversitesinin hastanesine gitmiştik, acil serviste nöbette olan mine hanım gözümle ilgilenmişti. çok tatlı bir insandı. yanlış hatırlamıyorsam korneada ufak bir çizilme olmuş. pansuman yapmıştı. birkaç gün sonra kontrole gittiğimde ona oliver sacks’in karısını şapka sanan adamını hediye etmiştik bengü’yle. gerçi, renk körleri adası sanırım konu düşünüldüğünde daha uygun düşerdi ama bence ilk kitap çok daha ilginç.
neyse, dün bengü’yle armada’da dolaşırken, paşabahçe’de bir bayanı bir yerlerden “gözüm ısırdı”, mine hanım olabileceğini düşündüm, bengü’ye sordum, o da mine hanım olabileceğini söyleyince, tanıdım.
paşabahçe’de bir şey demedim ama hemen yanındaki mudo’da da karşılaşınca, dayanamayıp sordum, “siz gazi üniversitesi’ndeki göz doktoru musunuz?” diye, o da beni hatırladı, “tatiliniz öncesinde gözünüzü muayene etmiştim, hatta bana kitap hediye etmiştiniz.” dedi. biraz toplamış, hala çok sevimli, güzel bir insan.. e tabi taraflar birbirlerini tanımayınca, konuşacak o kadar konuları da olmuyor. iyi niyetlerde bulunup vedalaştık. mudo’dan çıkmadan hasan ve ayşegül adını verdiğimiz iki bebek hediye ettik bengü ile birbirimize..

ben bunları yazarken Smiths’den ‘Ask Me..’ ile başlamıştım, şimdi ‘Half a Person’ çalmalarda.. dün ayrıca, Hearts in Atlantis’ten aynı isimli hikayeyi de bitirdim — sanırım içinde doğadışı olaylar, korku, gerilim olmayan ilk Stephen King. çok güzeldi, nostaljik oldum, hep bir takım “belirli zamanlar” geldi aklıma..
If you really want to put your hand there…
![]() |
“If you really want to put your hand there, I think you owe somebody a phone-call, don’t you?” Carol Gerber, Hearts in Atlantis – Stephen King
Dark Tower serisini bitirdikten sonra, seriyle alakalı bir kitap olan Hearts in Atlantis‘e başladım. İlk hikaye (Low Men in Yellow Coats), Ted Brautigan’ın silahşörlerle karşılaşmadan önce yaşadığı bir olayı anlatıyordu (“I think King might have written Ted’s story, too,” she said. “Anybody want to take a guess what year that story showed up, or will show up, in the Keystone World?” “1999,” Jake said, low. “But not the part we heard. The part we didn’t hear. Ted’s Connecticut Adventure.” – Jake). Bu hikayede Ted’e 11 yaşındaki Bobby Garfield da eşlik ediyor, hatta Ted, Jake’i ilk gördüğünde onu Bobby zanneder.. Bir de Bobby’nin Carol adında bir kız arkadaşı var: Carol Gerber.. ah Carol Gerber!..
Hearts in Atlantis’te adını veren ikinci hikaye, 1960’larda Maine Üniversitesi’nde geçer. İlk hikayedeki Carol artık üniversiteye gitmektedir. Bu hikayeledeki karakterler daimi olarak Hearts oynamaktadırlar; Hearts, bizim King dediğimiz oyuna çok benzeyen bir varyant. Hatırlıyorum da, İTÜ kantininde de en çok oynanan oyundu king. Bir kere dışında -ki o bir kerenin de kendince bir hikayesi vardır: belki başka bir zaman anlatırım-, üniversitede hiç king oynamadım. Bir ara Ar-Tur’a da sıçramıştı bu king furyası, Güvercin’in gazinosunda, Gemiyatağı’nın oradaki yükseltilmiş sahilde oynadığımızı hatırlarım. Özetle: “If you really want to put your hand there, I think you owe somebody a phone-call, don’t you?” – Carol Gerber. budur. |