Hal-i pür melal..

Haftanın başı, odamda oturuyorum. Genelde laboratuvarda otururum okuldayken ama bugün odamda oturmak istedi canım. Laboratuvardaki bilgisayarların birinde simülasyonumun ilk 72 derecelik etabı bitmiş idi, geçen seferkinin aksine fena gözükmüyor, yine de emin olmak için bir 36 derece daha çalıştırma taraftarıyım.

Geçtiğimiz perşembe günü, nihayet işleri yetiştirip Osaka Üniversitesi’nde, benim konuma yakın çalışan bir profesöre mail atıp durumumu anlattım ve CV’mi gönderdim, hala cevap bekliyorum. JSPS’in ilk alımlarının başvuru tarihinin 4-8 Eylül olduğundan yola çıkarak, hayli geç kalmış olduğumdan bahsedebiliriz. Tabii bu olmazsa ikinci dönem için başvuracağım ama o da taa 15 Ağustos’ta açıklandığından, iyice sakat oluyor.

Lepitopi tamirden geldi gelmesine de, bütün sorunları (ekran titremesi, kilitlenip kalması, ethernetin çalışmaması) halloldu fakat yeni bir problem baş gösterdi: artık RGB-out çalışmıyor. Sunum yapan ve film izleyen bir insan olarak hakikaten canımı sıkıyor bu konu. Sağolsunlar, teknik servisteki arkadaşlar ellerinden geleni yaptılar ama bir türlü hallolamadı. Bu sorunu fark eder etmez geri götürdüğümde, oradaki monitöre bağlamışlar ve sorunsuz bir şekilde RGB-out’un çalıştığını görünce, “Herhalde ben beceremedim, bir yere dikkat etmedim…” diye düşünmüştüm ama sonradan anlaşıldı ki, ancak onlarınki gibi çok eski, power-save modu olmayan monitörlerde görüntü alabiliyoruz. Neyse, sonra yoğun bir biçimde uğraştılar ama yapamadılar. Benim aklıma da iki RGB kablosunu Y olarak birleştirip, bir ucu monitöre, çatalın oradaki 2 girişten birini lepitopiye, diğerini de benim emektar kasa bilgisayarına bağlayıp, RGB sinyali hariç diğer bütün sinyaller için kasanın çıkışını kullanmak geldi. Böyle bir zahmete girmeden önce, bir kez daha eski monitörlerde çalışıp çalışmadığını test etmek için bölümde ne kadar eski monitör varsa denedim, ne yazık ki hiçbirinden görüntü alamadım. Bir ara yine teknik servise tekrar uğrayıp onların monitöründe test etmeyi planlıyorum ama içimden bir ses en kötümser tonuyla, teknik servistekilerin yapmak için uğraşırlarken iyice bozduklarını söylüyor.. 8(

Rica: Haruki Murakami – Hard Boiled Wonderland

Hard boiled wonderland and the end of the worldBu blogları okuyan ve aynı zamanda p2p program da calıştıran arkadaşlardan rica etsem, benim için Haruki Murakami’nin Hard Boiled Wonderland’ini indirip, xxx e-posta adresime gönderebilirler mi acaba?

Bu giriş, dosya elime geçinceye ya da ben ümidimi kesinceye kadar burada kalacak. Yani bu mesajı okuyorsanız, hala gönderebilirsiniz. Ilgili kitap burada yayınlanmadığından, herhalde telif olayını da çiğniyor olmayız.

Sonradan Ekleme: Az evvel, merak ettim, Bilkent’in kütüphanesinden kitabı tarattığımda mevcut olduğunu gördüm. Bizim kütüphaneye gidip, ODTÜ-Bilkent Kütüphaneleri arasındaki protokolden faydalanmak için belge çıkartırken, Kütüphane Başkanı Prof. Dr. Bülent Karasözen’den de haklı olarak biraz fırça yedim (kitabı istettiğim takdirde seve seve bizim kütüphaneye de aldırabileceklerini belirtti), okulumu seviyorum, I Love ODTU very much çünkü onlar very nice.. 8P

Sonradan Eklemeden sonraki ekleme: Dün, Bilkent Kütüphanesi’ne gidip, Murakami’nin Hard-boiled Wonderland and the End of the World‘ünü aldım, bunlara ek olarak yine Murakami’nin A Wild Sheep Chase‘ini, Woody Allen’ın üç kitabının (Without Feathers, Getting Even ve Side Effects) toplandığı bir kitabını, Jonathan Ames’in Gece Gibi Geçiyorum‘un Türkçe baskısını, Salinger’ın Franny and Zooey‘inin İngilizce baskısını aldım. Dün Hard-boiled Wonderland’e başladım, hatta başlayışımın anısına Wikipedia’nın Tom Swift başlığına bir giriş bile yaptım bu kitapla ilgili.

Yazar ne yazar ne yazamaz..

Türkiye Bilişim Derneği’nin bilimkurgu hikaye yarışması varmış, birinciye ‘kişisel bilgisayar’, ikinciye avuçiçi bilgisayar, üçüncüye de dijital kamera verilecekmiş. ‘Kişisel bilgisayar’ ne menem bir şeydir, özellikleri nelerdir yazmamışlar gerçi ama koskoca TBD, depodaki 386’yı verecek değildir herhalde! 8) Benim yarışmadan haberimin olması da epey ilginç ve bilişimsel (Bilişim’in Wikipedia tanımı: Bilişim, bilgi ve bilginin otomatik olarak işlenmesiyle ilgilenen bir yapısal bilim dalıdır.) Ek$i Sözlük’te öylesine dolanıyordum ki, sozlukculerin bloglari girişi altında r2’nun blogunun adresine rastladım. ‘Bilimkurgu blogu” olarak tanımlamış, bir bakayım dedim ve yarışmanın ilanı ile karşılaştım. Bu aralar lepitopi ara ara tamir sebebiyle aramızdan ayrıldığından ve evdeki video/televizyon niyetine kullandığımız emektar PIII de Baraka‘daki smooth kaymaları ancak kesik kesik oynatabildiğinden ve paralel kompi ling ling meseleleri için güvenebileceğim bir kompinin de iyi geleceğine istinaden, bir de juri üyelerini şöyle bir google’ladığımda yetkin olduklarını, rasgele seçilmediklerini anladığımdan, bir şansımı deneyeyim deyip, çok sevdiğim “Dünyanın En Güzel Şems’i” hikaye taslağımı, nurtopu gibi hikaye kıvamına getirip birkaç saat önce, son gün yollamayı başardım, haydi hayırlısı! Sonuçlar 1 Kasım’da açıklanıyormuş, bekleyelim görelim… Uğuru bozulmasın diye hikayenin “hikaye olmuş” halini nete sonuçlar açıldıktan sonra koyacağım.

Başka bir şeyler daha yazacaktım ama yine unuttum, en iyisi bu noktada izin istemek.

she says ‘I guess you call this love’;I call it room service

ya da bak şu Haruki Murakami’nin bana ettiklerine!

Pazartesi, çarşamba ve cumalar Nargile Günlerim. Gerçi Murakami’nin Wind-Up Bird Chronicle‘ını dün bitirdim ama bitirene kadar da orada oturup epey bu kitabı okumuşluğum oldu. Hazır yeri gelmişken, bu noktada Bay Murakami’den gıyabında geçen günkü söylediklerim için beni affetmesini rica ederim. Kitap, son yıllarda kafamı şöyle bir tutup da beni bir o duvara bir bu duvara vurdurabilen ender kitaplardan oldu. Okurken zaman zaman “Orhan Pamuk Kara Kitap‘ı demek buradan şıftırtmış” kabilinden arsız düşüncelere kapıldıysam da, kiapların çıkış tarihleri böyle bir ihtimali geçersiz kılıyor. Demek ki yazarlarımıza biraz daha güven duymalıymışız… Hem tarihler buna elverseydi bile sonuçta şu bir odadaki saatler mevhumu var.. Kitabın etkisinin biraz geçmesini bekleyip, Norwegian Wood’u da es geçip Hard Boiled Wonderland and the End of the World‘e -daha kalın diye!- başlama niyetindeyim. Ayrıca Orhan Pamuk’tan da özür mahiyetinde Kara Kitap’ı 10 seneden sonra tekrar okuma kararı almış bulunmaktayım, buraya yazıyorum. 8P

Wind-Up Bird Chronicle’da iki karakter beni benden aldı: (tabii ki) May Kasahara ve beklenmedik şekilde Ushikawa (Noburu Wataya’nın adamı).

Kitap bu nargile günlerimle öyle düzene girmişti ki, bir yandan onu okuyor, bir yandan nargilemi tütürüp kafamı iyice boşaltıyordum. Kitabın okuyanda oluşturduğu kayıtsızlık tarif edilebilir gibi değil. Bir gün, gene kitap üzerinde düşünürken, Dimitri Karamazov olsa herhalde bu duruma Fransızca süslü bir tarifte bulunurdu “Stat de l’oblivion..” gibisinden diye aklımdan geçirdim (me and my train of thoughts!..). Kitapta da şöyle bir sahne var: Bay Okada (Mr. Wind-Up Bird) hiç görmediği biriyle buluşacaktır, muhatabı onu nasıl ayırt edeceğini bilmek ister, diğer insanlardan farklı olduğu yanları nelerdir ve kahramanımızın da aklına Karamazov Kardeşlerin isimlerini ezbere bildiği bilgisi gelir 8)

Bu kitabı iyi ki ama iyi ki bundan 10 yıl önce değil de, şimdi okuyorum. O tek gözün (JPS) bana ettiğinden yeni yeni kurtulmuşken bir de bu çekik göze yakalanmak benim açımdan hiç de hayırlı olmazdı şüphesiz!

Netice: Kitabı bulabilirseniz okuyun, tavsiye ederim. Eğer Kara Kitap’ı sevmişseniz mutlaka okuyun.

10 günden fazla bir zamandır blog yazmamışım ama hep aklımda idiniz sevdiceklerim! Hep şöyle yazayım, böyle yazayım diyor, kafamda kuruyor idim. Hesapta bu yazıda nargileden girip, benzerlerine From Hell ve Once Upon A Time in America‘da rastladığımız afyon odalarına geçiş yapacaktım ama beceremedim. Ayrıca nette bu iki filmden alakalı sahnelerin resmini aradım, From Hell için bulamadıysam da, Once Upon A Time in America’dan bir sahne bulabildim. Bkz. Şekil A:

Once Upon A Time in America, Afyonhane

Sonradan Ekleme: Gidip gelip şu yukarıdaki resme baktıkça, onun afyonhane manzarası olduğundan iyice şüphe ettim. Hal böyle olunca da, üşenmedim, filmlerden bizzat kendim alıntıladım. Bkz. Aşağı.

ouatia 1

ouatia 2

from hell 1

from hell 2

filmler ve güney kore

Bu haftayı “ve..” haftası ilan ediyorum, bu hafta boyunca başlıklar bu formatta olsun bakalım.

Ji-hyun Jun off offMustafa ile Bera bizde iken bir ara Musti ile sinema üzerine bir muhabbete dalıp, şimdi nasıl olduğunu hatırlayamadığım bir şekilde Güney Kore filmlerine geçiş yapmıştık. Malumunuz, son 2-3 senedir G. Kore filmleri patlaması yaşıyoruz. Benim Hırçın Sevgilim (Yeopgijeogin geunyeo (2001)) tüm zamanlar listemde ve dolayısıyla kalbimde ilk sıralarda gelir. Keza Oldboy (2003) da güzide filmlerdendir. Bu bağlamda öyle şaheser olmasa da …ing (2003) de hoş bir tat bırakan filmlerimizdendi. Bin Jip (2004)‘i ben beğenmedim ama beğenen de çok oldu. Bu saydığım 4 filmi keçi boynuzu bağlamında ele alırsanız, burada zikrettiğim 4 film dışında kaç adet G. Kore filmi ile haşır neşir olduğumuz konusunda bir fikir sahibi olabilirsiniz 8). Neyse, diyeceğim oydu ki, ben Mustafa’ya ısrarla Benim Hırçın Sevgilim’i methedip, ilk fırsatta seyretmesini salık verirken, o da bana aynı şiddette Il Mare (2000)‘yi öğütlüyordu. Il Mare bende mevcut olmasına karşın, nedense o sıralar seyretmemiş olduğum bir filmdi. Evvelsi akşam Bengü ile seyrettik ve evet, gerçekten hoş bir filmdi ama asıl sürpriz Ji-hyun Jun oldu. Vaktiyle Kore’li bir arkadaşım vardı, filmler konusunda muhabbet ettiğimiz, ona biz “beyaz ırkın” bütün Asyalıları birbirine benzettiğimizi söylediğimde, “Dert etme,” demişti, “biz de sizi birbirinize karıştırıyoruz..”. İşte, Il Mare’yi seyrederken, oradaki kızı Benim Hırçın Sevgilim’deki kıza benzettim, Bengü de, doğal olarak, bunun büyük ihtimalle Asyalı olduğundan kelli oluşundan dem vurduysa da hakikaten de aynı kız olduğunu öğrenip keyiflendim. Güzel kız, Allah için (bkz. resimler). Şimdi de kötü haberler: Oldboy, Benim Hırçın Sevgilim, Il Mare Amerikanca tekrar çekildi / çekiliyor.. Bu noktada kendilerine Jarmusch’un Ghost Dog‘undan, daha doğrusu o filme konuk olarak taa Dead Man‘den kalkıp gelen Nobody’den (Gary Farmer), güvercinlerinin öldürülmesinden hemen sonra çatıda sarf ettiği o güzide özlü sözü alıntılamak boynumun borcu oluyor (Pardon my French):

Stupid fucking white men!.

Yeter mi? Yeter.