Ben:
– Eyoo, Extra Man gelmiş!
Ben:
– ama ama Banks’in Excession’ı?..
bunun üzerine Ben:
– Bekler o.
tekrar et, bugün günlerden cuma…
Efsane dizilerden Murphy Brown’ın bir bölümünde takım olarak yarışmaya gideceklerdir. Murphy Brown’ın takıldığı barın barmeni bir cep gurusu olarak, bir ismi söyler (şimdi hatırlayamadım, nette de bulamadım), “Nobel’le ilgili bir soru sorarlarsa cevap budur.” der. Hakikaten de yarışmada hiçbir soruyu bilemezler (rakipleri hep onlardan önce cevap verir) ama sunucu “Nobel..” diye başlayınca hemen atlarlar ve hanelerine skoru eklerler.
Bu nereden aklıma geldi? Başlıktan. Ola ki bir yerde Eco ve Shakespeare adlarını yan yana görürseniz, bilin ki, o yazı Gülün Adı ve Romeo ile Juliet‘i kesiştiren gül mevzusu üzerine olacaktır. Bildiğiniz üzere Juliet (Capulet) ile Romeo (Montague) birbirlerine düşman ailelerin çocuklarıdır. Balkon sahnesinde Juliet, isimlerin değil, nesnelerin önemli olduğunu belirtir:
‘Tis but thy name that is my enemy;–
Thou art thyself, though not a Montague. What’s Montague? It is nor hand, nor foot, Nor arm, nor face, nor any other part Belonging to a man. O, be some other name! What’s in a name? that which we call a rose By any other name would smell as sweet; So Romeo would, were he not Romeo call’d, Retain that dear perfection which he owes Without that title:–Romeo, doff thy name; And for that name, which is no part of thee, Take all myself. |
İşte bu mesele biraz daha geliştirilir, aksi yönden yaklaşılır Eco’da, Gülün Adı
Stat rosa pristina nomine, nomine duda tenemus.
(Adıyla bir zamanlar gül olan, salt adlar kalır elimizde) |
Bu noktada, bir ekleme de ben yapmak isterim, Sampu’nun bir haikusu:
Vardır her otun çiçeği,
Bilmesek de İsimlerini |
Otu çiçekle, çiçeği de kokuyla değiştirebiliriz netekim.
Gelelim bütün bunları niye yazıyor olduğuma: Dün, taa lise günlerimden bir arkadaştan email aldım. Vaktiyle yazdığım bazı yazılarda ismini fütursuzca soyadıyla birlikte kullanmışım ve Google’da arama yapıldığında doğal olarak benim “edebi sayıklamalarımın” arasında adının çıkması nahoş bir durum oluşturuyordu. Yukarıda anlatmaya çalıştığım hikayenin bir de bu yüzü var: 10 yıl önceki ben, 10 yıl önceki o, sadece adlar kalıyor elimizde, hatırlatılmasak onlar bile kalmayacak. 10 küsür yıl önce o kadar tutkuyla yazılmış satırlar, öylece kalıveriyor. Internetin hafızasının bize oynadığı çok fena bir oyun.
Başlık, konuyla pek alakalı değil ama, Mike denince aklıma hep ST’nin Institutionalized‘ı gelir.
Efendim, Mike, Ph.D. Comics’in aylak elemanıdır. Yakın zamanda baba olmuştur. Ve, -söylememe gerek var mı bilmem ama- bu naçiz yazarınızın strip’de kendisini en çok eşleştirdiği kişisidir. Dün akşam şu strip’le karşılaşınca, neler hissettiğimi tahmin edebilirsiniz:
Haydi bakalım!..
Bugünün -şimdiye kadar olan kısmının- özeti:
Nazım sağolsun, sayesinde kavuştuğum züper bilgisayara (IBM BladeCenter H – 14 Intel Xeon Dual Core 3.00 GHz CPUs) haftasonu özenle hazırladığım 4 nanoçarkın kararlılığını test eden programı çalıştırdım. Birazdan yemeğe gideriz, sonrasında teze daha da bir girişeceğim. Bir de şu postdoc başvurularından haber çıksa!.. Sabah Şakir Hocam çağırdı, “acaba postdoc’lardan haber mi var?” diye heyecanla odasına gittim, meğer geçen sene hazırlanmasına biraz yardım ettiğim bir kitap için telif ücreti göndermişler, Şakir Hoca da bu ücretten payıma düşeni teslim etti..
[Bu arada]
56. Edit Notu: (Aslında bunları 55.Edit’te yazmıştım ama kaydetmemişim anlaşılan). Yazoo’nun bu Don’t Go klibini Gürer Beyciğimin ilgisine takdim etmeyi görev bilirim.
Asıl 56. Edit Notu: (Bunu girmek için düzenlemeye başlayınca fark ettim 55.Edit notunun kaybolduğunu) Bir insan nasıl olur da 80’lerin müziğinden bu kadar zevk almaya başlayabilir???? Sırada ne var? 80’lerin Alman gruplarını beğenmeye başlamak mı? (Kast ettiğim tabii ki saygıyla durduğumuz Kraftwerk filan değil de, Modern Talking, Opus, başka?..)
Panna Cotta ile İtalya’da yaptığımız balayı sırasında tanışmıştık. Tur kapsamında kaldığımız otelde “akşam yemeği dahil” olduğundan, tatlı olarak bize sunulan lezzeti çok sevmiş ve adını sormuştuk. Otel (otel otel diyorum ama küçük bir pansiyon sayılırdı) sahibinin dediğini anlamayıp, bir kez daha sormuş, nihayetinde de bir kağıda yazdırtmıştık: Panna Cotta (Poe’nun Annabel Lee’si gibi oldu şu son vurgu..). İtalya’dan dönmeden evvel bir markete girip, iki kutu hazır Panna Cotta almıştık, bizdeki Dr. Oetker vesaire benzeri toz halinde olanlardan.
Geçen ay Barış İtalya’ya gittiğinde, ondan da bize Panna Cotta getirmesini rica ettik, o da sağolsun, iki paket getirmiş. Bizim getirdiklerimizi tamamı ile krema kullanarak yapmıştık, Barış’ın getirdiğini ise süt ve kremayı karıştırarak hazırladık. Tad olarak ben biraz doygun krem karamel’e benzetirim, tattırdığımız bir arkadaş da “erimiş ama kıvamlı dondurma gibi” olduğunu söyledi (Bu arada, tamamıyla krema ile hazırlanan versiyonuna Panna da Montare usulü deniyormuş, Barış’ın getirdiği kutuda belirtiliyor. Ayrıca bu şekilde servisi krem karamel gibi bir kupanın tersi çevrilerek yapılıyor, diğeri, yani 2/3 oranında krema/süt uygulananı ise baton pasta gibi bir kalıpla servis edilip, kesiliyor – bunlar tamamıyla İtalyanca bilmeyen benim, kutulara bakıp da uydurduğum şeyler de olabilir nitekim.
Sadede ve sebebe gelirsek: Bugün okuldan erken geldim, Ece’yi de pusetine koyup, Bengü’yü iş çıkışında karşılamaya gittik. Dönüşte, canımız tatlı çekti, bize vaktiyle çok kaba davranmış olsalar da, midemize yenik düşüp Özsüt’e girdik, Bengü kanaş pasta, ben de kendime profiterol aldık, paket yaptırdık, tam çıkıyorduk ki, duvarda o ilanı gördük: “Ayın tatlısı: Panna Cotta, 4 YTL”. Biz tatlılarımızı çoktan aldığımızdan, ne derece başarılı yaptıklarını söyleyemeyeceğim ama haberiniz olsun istedim, bir deneyiniz derim. Özsüt’ün profiterolünden başka, suflesi de iyidir ama ah o Tunalı şubesinin bıyıklı müdürü ile uzun boylu çok fazla konuşkan kendinden samimi garsonu yok mu! (Not: Özsüt’te başımızdan ilgili tatsızlığın geçmesi bundan herhalde 3 sene evveline filan rastlar. Yani sonuçta ne o “amca”, ne de o “ağabey” kalmış olabilir yerinde. Olay da şudur: arkadaşlarla gidilir, sipariş verilir, garson çok samimiyet kurmak ister, pek yüz verilmez, sonra bir arkadaşın tatlısından kalınca bir iplik çıkar, tatlının değiştirilmesi istenir, garson değiştirmeyeceğini belirtince müdür çağrılır, ama meğer garson zaten müdürle konuşup bize hayır demiş, müdür bu ipin tatlılar yapılırken kazana düşmüş un çuvalı ipi olabileceğini, bunun arada sırada çıktığını söyleyip, bizi temiz olduğu konusunda temin eder, biz iyice dehşete düşeriz, tatlıyı iade ederiz, bizden yine de parasını alırlar, ayıp ederler, bir akşam keyfimizi batırırlar. Böyle bir şey.)