Lost in Langoliers

Ankara’da ısrarlı bir şekilde ıskalayıp, İstanbul’da başladığımız Lost maceramızı geçen gün Ankara’da -şimdilik- noktaladık. Eh, ömrümüzün bunca saatini verdiğimiz bir şey hakkında yazmak lazım.

Öncelikle, Lost’un şu anda belirlenmiş bir sonu olduğunu sanmıyorum. İlk sezonun sonlarına kadar bir son vardı, o da Loserların aslında araf benzeri bir yerde bekletiliyor olduklarıydı. Yapımcılar sonradan bu purgatory teorisini kesin bir şekilde yalanlasalar da, kazın ayağının öyle olmadığına dair birtakım sebepler öne sürülebilir:

  1. [SPOILER] Boone’un şu ağaçlara asılı kalmış olan uçağın içinde yaptığı telsiz konuşmasında gelen cevap: “There were no survivors of Oceanic Flight 815” (Deus Ex Machina – S01E19). Sonradan (The Other 48 Days – S02E07) bu söylemin aslında “No, we’re the survivors of Oceanic Flight 815” olduğu “net” bir şekilde gösterildiyse de, yemedim açıkçası (Daha fazla bilgi için bkz: Transmission on the Beechcraft’s radio). Bildiğiniz / bilmediğiniz üzere, Lost dizimiz başta hemen her dizide olduğu gibi kanaldan sadece 1 sezon için anlaşma koparabilmişti ve eğer tutmasaydı, bilin bakalım nasıl sona erecekti… Eğer “yapımcıların çelik iradesi”nden ya da “bütün dizinin gidişatının, hangi karakterlerin katılacağının, hangilerinin gidici olduğu”ndan bahsetmek gerekirse şöyle de güzel bir ilk bölüm örneği var karşımızda: Yapımcılar ilk bölümün sonlarında canavarın pilotu yediği noktada aslında biricik Jack’imizi mama yapma planlarında olsalar da (ki kanımca gerçekten harika bir twist olurdu, bölümün başından beri sevip saydığımız adamın hapur hupur yenmesini izlemek), kanal sorumlularının “tavsiyeleri” sonucunda, onun yerine pilotu kurban etmek durumunda kalmışlar.
  2. Dumanla da ilgili olarak arkadaşlar vaktiyle sanırım Yahoo! Answers’da bir giriş açmışlar, “Sizce bu duman ne iş?” babında, 8000 küsür de yanıt almışlar. Sonrasında en iyi olarak seçtikleri cevap için de “12’den vurmuş da olabilir, tamamıyla ıskalamış da, biraz doğru biraz yanlış da… ama hangisi olduğunu söylemeyeceğiz.” diye beyanatta bulunmuşlar. Castaneda’nın ilk kitabının anlatım kısmının sonunda Don Juan, arkadaşa öyle bir oyun oynar ki, gülmekten yere yatarsınız, bunu da bir türlü kitabı inandırıcı bulamadığınızdan her şeye dışardan bakmakta olduğunuzdan becerirsiniz. Lost’ta da bence durum böyle: rasgele bir şekilde bir torbadan 100 tane kelime çekiliyor, sonra bunlar kullanılıyor. Konunun nasıl gelişeceği belirsiz, o yüzden onlarca olan forumlara takılıyor ve en çok tutulanını değil ama üst sıralardan bir tanesini alıyor, interaktif ve mutlu bir şekilde yola devam ediyorsunuz. Lost bu açıdan Charles Dickens’ın vaktiyle kitaplarını yayınlama şekline, yani fasikül hesabına dönüyor. Dickens, yayınladığı fasiküllerin satış oranına bakarak, okuyucuların nabzını yoklar ve ona göre bir sonraki (ya da iki sonraki – çok mu fark eder?) bölümü yazarmış. Bir sonraki fasikülün satışını garantilemek için de hep heyecanlı biter kitapları (çok da okumuşluğum / beğenmişliğim yoktur bu arada Dickens’ı ama bu bilgiyle donanmış olarak vaktiyle okuduğum Great Expectations bu kaideye bir istisna değil idi). Böyleyken böyle.
  3. Bu üçüncü sebep, sanırım en sağlam delil bu adamların hiç de öyle derinden, detaylı şeyler kuramayacaklarına dair.. Bkz. Aşağıdaki resim:

    Bilmem daha fazla söze gerek var mı? 8P

Lost’u seyrederken, genelde yaptığım üzere, gene ahkam kesip şu tespiti yumurtladım:

Bence iki tür dizi vardır: Önceden yazılmış, ne zaman ne olacağı belirli hikaye dizileri ve her bölümü bir konuyu işleyen “kendine yeter” (stand alone) bölümlerden mürekkep, süresi belirsiz diziler.

İlk türe örnek olarak aklıma hemen Babylon 5 geliyor. Yapımcısının bir yazısında, ana konu ile yan konuların sezonlara göre kabaca dağılımları verilmişti. Diyelim ilk sezonda ana konu %20 / yan (bölümlük) konular %80 şeklindeydi fakat son sezonda bu %90/%10 gibi bir orana dönüşüyordu. Yan konularda karakterleri, ortamı tanıyor, alttan alttan ana konunun kullanacağı yollar döşeniyordu. İkinci tip için de alın size herhangi bir sit-com. “Annelerimizin seyrettiği Türk dizileri” kategorisindeki bütün dizilerse iki klasmanın da en kötü özelliklerini almakta. “Tuttuğu sürece sorun çıkartırız biz, üzülmeyin” modunda sağlam adımlarla sündürülüyorlar. (Ya, acaip sıkıntı geldi bu blogu yazmaktan ama daha Langoliers’a giriş yapmam gerekiyor..) Artık Lost’un kaç sezon süreceği belirlendi, bu çok büyük bir avantaj dizinin selahiyeti açısından, kervan yolda düzülür hesabı bir iyileşme bekliyorum ibiş arkadaşlardan… Ayrıca (4. sezonun) son bölüm(ün)deki flash-forward olayı beni benden aldı götürdü, hayran kaldım. Eğer Stephen King’in “IT”i tadında bir kurguya kavuşursak, yani flash-forward’lara şimdiki an kadar ağırlık kazandırılırsa sevinç göz yaşları içinde kalırım. Şimdi Babylon 5’a bağlantı vermek için gittiğimde görüp hatırladım: Mira Furlan ayrıca! Lost’un sonunu da zahmet olmazsa Sphere‘in sonu gibi yapsınlar, karakterlerin tercihi üzerine, hiçbir şey olmamış olsun ve her şey kurtulmuş / düzeltilmiş olsun, bu arkadaşlar huzur içinde ve birbirlerini tanımadan, binsinler, Sydney’de insinler pls.. Aman, bana ne oluyorsa. Bana Juliet‘i (aka Elizabeth Mitchell) verin, gerisi sizin olsun.

SK’s Langoliers’ını da sonra gireyim, hakikaten usandım yahu!.. (Nerede benim “Sabun Köpüğü” kategorim? Hımm? A-ha!)


Bu kısımla önceki kısım arasında 5 saat kadar bir fark var. Bu geçen 5 saatte okuldan çıktım (her gün düzenli olarak okula gidip ders çalışıyorum), uzunca bir minibüs kuyruğuna girdim (Ankara’da, İstanbul’daki gibi minibüs/dolmuş farkı olmadığı için buralılar minibüslere dolmuş diyorlar), kuyrukta beklerken, taze bitirmiş olduğum Langoliers’ın yerini tutsun diye Nina’ya (Nokia 770’imin adı) alelacele yüklemiş olduğum Stanislaw Lem’den bir hikayeyi okudum ama hikaye kısaltılmış bir versiyondu, adı Tale of The Computer That Fought a Dragon idi ve açıkçası pek de güzel değildi – sevimliydi ama güzel değildi. Mortal Machines adındaki bir toplamada yer alıyordu, benim bu toplamadan Damla sayesinde haberim olmuştu, Lem’in bir tek bu kitabını bulamadığını belirtmişti de, bir ihtimal internette, gizli saklı köşelerde bulurum ümidiyle şöyle bir taramıştım. Zaten Lost münasebetiyle Langoliers referansını da Damla yapmıştı – Gece Yarısını Dört Geçe‘nin ilk hikayesi olan Langoliers’ını okumamıştım, diğer üç hikayeyi okumama karşın, sanırım o sıralar uzun geldiğinden ve benim yapacak “daha önemli” işlerim olduğundan. Ayrıca, bu kitabın (da) Türkçe’ye iki kitap olarak çevrildiğini biliyor muydunuz – Gece Yarısını İki Geçe (Langoliers ile Secret Window, Secret Garden) ve Gece Yarısını Dört Geçe (Kütüphane Polisi ile Güneş Köpeği) olarak (diğer ikiye bölünmüş SK kitabı için bkz. Wastelands). Hakikaten baştaki gidişat fena halde Lost havası taşıyor. Ayrıca kitap okumanın güzel yanı şu ki, istediğiniz kadar okuyabiliyorsunuz, gelecek haftayı ya da sonu ne olacak diye beklemeniz gerekmiyor, okuyorsunuz, öğreniyorsunuz… Ayrıca bu hikayede Steve Amca Kara Kule’nin sonunda marifetmişçesine (yazınca garip durdu) yediği herzeyi burada yapmıyor, Kubrick’in Space Odyssey 2001’den fena arak yapsa da (aynı arağı House’un 2. bölümünün başında gördük. Tabii orada bir de Bester’in Kaplan! Kaplan!’ında okuduğum, büyük bir ihtimalle Oliver Sacks’in kitaplarından birinde de karşılaşmış olduğumu düşündüğüm “şu” olay da vardı), oturup güzel güzel betimliyor (Stephen King, hikayenin sonunda diyordum…8) Lost’ta bir de Stand (Mahşer)’in şu “Kötüyüz ama çalışkanız kardeşim” olayı var. Tamam, Others iyidir-kötüdür, belli değildir ama çalışkanlar yahu! Arı gibi, vız vız vız… Stand’de de öyle değiller miydi? Tamam, başlarına ne geldiyse bu vız vızlıktan geldi, ama olacak o kadar…

Eğer Lost tutulmayıp da ilk sezonun sonunda bitirilecek olsaydı, Langolier’lar gelecekti, bu da böyle biline!..

Neyse, iyi geceler, yesin sizi Langolier’lar (Türkçeye nasıl çevrildi ki acaba bu Langolier terimi?) Gittik, sözlükten baktık şimdi, “Umacılar” olarak çevrilmiş, hımm, olabilir pekala, OK. Çeviri filan dedim, yazmayacaktım ama dayanamadım: Her zaman için Sevin Okyay ile Betül’ün tanışsalar ne kadar iyi anlaşacaklarını düşünürdüm (nb, SO ile yüz yüze konuşmuşluğum yoktur ama 40 fırın yazısını okumuşluğum vardır 8), dünkü Radikal sayesinde görev vesilesiyle zaten tanışmış olduklarını öğrendim, dünya adına mutlu oldum..

Miranda July – No One Belongs Here More Than You

Miranda July - No One Belongs Here More Than You DoMiranda July’ı Me and You and Everyone We Know (2005) ile tanıdım ve hemen oracıkta çarpıldım. Birkaç ay evvel, Barış’la lab’da otururken, son derece olağan bir şey söylüyormuş gibi “Miranda July’ın yeni kitabı çıkmış..” dedi de, inanamadım. İnterneti yokladığımda kitabın sitesi ile karşılaştım, Hande de hazır İngiltere’ye gidiyorken, ondan kitabı rica ettim, o da sağolsun, beni kırmayıp bu güzel hediye ile geldi.

Kitaptaki 16 hikayenin tümünü koklaya koklaya okudum. Naif hikayeler bunlar, anlatıcının hep hikayenin en kırılgan insanı olduğu hikayeler. Yeni tanıştığınız bir insanla bir yerden bir yere giderken yan yana yürüdüğünüzde onun da en az sizin kadar bir insan olduğunu, binlerce anısı olduğunu akıl etmek gibi bir şey. Onunla havadan sudan şeyler konuşmaktayken aslında size ulaşmaya çalışmaya çırpındığını fark etmek, sizin hoşunuza gitmeye uğraştığını fark etmek, buna gerçekten çok ihtiyacı olduğunu fark etmek gibi bir şey. Ya da yazarın kendi ağzından söylemek gerekirse:

I’m not following you.
My car’s parked over there.

– In Smart Park?
– No, on Front Street.

Oh, I parked in Smart Park.

So, at the end of the next block
we’ll separate. At Tyrone Street.

Yeah, the “Ice Land” sign is halfway.

It’s the halfway… point.

Ice Land is—

It’s kind of like that point
in a relationship, you know…

where you suddenly realize
it’s not gonna last forever.

You know, you can
see the end in sight.

Tyrone Street.

Yeah, but we’re not even there yet.

We’re still at the good part.
We’re not even sick of each other yet.

I’m not sick of you at all.

And wow! It’s been a good
like six months, right?

What? Six months?

Then the Ice Land sign
is like eight months?

You think we’d only last
a year and a half?

I don’t know. I don’t
want to be presumptuous.

– I don’t know if you’re married or what.
– I’m not.

Well, I’m separated.
We separated last month.

I was thinking…

that Tyrone…

was like years away at least.

– Yeah?
– Yeah.

Okay. Well, actually
I was thinking…

Tyrone is, like,
when we die of old age.

And this is, like, our whole life
together, this block.

See, that’s perfect.

– Let’s do it that way.
– Okay.

Well, guess it can’t be avoided.
Everyone dies.

I could walk you to your car.

Maybe we should just be glad…

that we lived this long,
good life together.

You know, it’s so much more
than most people ever get to have.

– Okay.
– Okay.

– Well, don’t be afraid.
– Okay.

– Here we go.
– Here we go.

Miranda July, You and Me and Every One We Know senaryosundan detay..

Hikayelerden en sevdiğim Mon Plaisir oldu. “Yaşanan bir başkalaşımın ardından eski hali gözden geçirebilme yeteneğinin gelişi hakkında” şeklinde hayli entel dantel bir klasmana dahil edebileceğimiz bu hikayeye arkadaş olarak Something That Needs Nothing ile Birthmark‘ı da dahil edebiliriz. Hikayelerin çoğu nereye varacağı bilinmeden yazılmaya başlanmış tadında. Miranda July, çarpıcı/değişik/absürd bir ilk paragraf yazıp, oradan denize açılıyor. Son hikaye olan How to Tell Stories to Children‘la bir Doris Lessing hikaye toplamasında karşılaşsam yadırgamazdım. Something That Needs Nothing‘le birlikte, en yaralayıcı hikaye. Filmine en yakın tadı aldığım hikayeler hayli gerçekçi ama bir o kadar da olmaz gelen Ten True Things ile naif (sanıyorum aynı giriş içinde ikinci kez ‘naif’ kelimesini kullandım) The Boy From Lam Kien oldu. The Swim Team “Miranda July 101” dersi için ideal bir referans olurdu.

Ian M. Banks’in Inversions’ında Perrund adlı bir nedime, kralın çocuğuna bir hikaye anlatır:

‘Will you tell me a story?’
‘A story? I’m not sure I know any.’
‘But everybody knows stories. Didn’t you used to be told stories when you were little? . . .

Perrund?’
‘Yes. Yes, I’m sure I was. Yes, I have a story.’
‘Oh good . . . Perrund?
‘Yes. Well. Let me see. Once upon a time . . . once upon a time there was a little girl.’

‘Yes?’

‘Yes. She was rather an ugly child, and her parents did not like or care for her at all.’

‘What was her name??

‘Her name? Her name was… Dawn.’

‘Dawn. That’s a pretty name.’

‘Yes. Unfortunately she was not very pretty, as I have said. She lived in a town she hated with parents she loathed. They made her do all sorts of things they thought she ought to do, which she hated, and they kept her locked up a lot of the time. They forced her to wear rags and sacking, they refused to buy her shoes for her feet or ribbons for her hair and they did not let her play with the other children. They never told her any stories at all.’

‘Poor Dawn!’

‘Yes, she was a poor thing, wasn’t she? She would cry herself to sleep most nights, and pray to the old gods or appeal to Providence to deliver her from such unhappiness. She wished that she could escape from her parents, but because they kept her locked up she could not. But then one day the fair came to town, with players and stages and tents and jugglers and acrobats and fire-breathers and knife-throwers and strong men and dwarves and people on stilts and all their servants and performing animals. Dawn was fascinated by the fair and wanted to see. it and be made happy by it, for she felt that she had no life at all where she was, but her parents hid her away. They did not want her to have fun watching all the wonderful acts and shows, and they were worried that if people saw that they had such an ugly child they would make fun of them and perhaps even tempt her to leave to become an exhibit in their freaks of nature show.’

‘Was she really that ugly?’

‘Perhaps not quite that ugly, but still they didn’t want her to be seen, so they hid her away in a secret place they had fashioned in their house. Poor Dawn cried and cried and cried. But what her parents did not know was that the people of the fair always sent some of their performers round the houses in the town, to do little acts of kindness, or to help out with chopping kindling, or to clean up a yard, so that people would feel beholden to them and go and see the fair. They did this in Dawn’s town, and of course her parents, being very mean, could not pass up the opportunity to have some work done for free.

‘They invited the performers into their house and had them tidy it all up, though of course it was quite tidy already because Dawn had done most of the work. While they were cleaning the house, and even leaving little presents behind, for these were very kind and generous performers — a clown, I think, and a fire-breather and a knife-thrower — they heard poor Dawn crying in her secret prison, and they released her and made her happy by their antics, and were very kind to her. She felt appreciated and loved for the first time, and tears of joy rolled down her face. Her bad parents had hidden themselves in the cellar, and later on they ran away, embarrassed at having been so cruel to Dawn.

‘The performers from the fair gave Dawn her life back. She even started to feel not so ugly, and was able to dress better than her parents had let her dress, and feel clean and good. Perhaps, she thought, she was not destined to be ugly and unhappy all her life, as she had imagined. Perhaps she was beautiful and her life would be full of happiness. Somehow just being with the performers made her feel pretty, and she started to realise that they had made her beautiful, that she had only been ugly because people had told her she was ugly and now she was not. It was like magic.

‘Dawn decided that she wanted to join the fair and go with the performers, but they told her sadly that they could not let her do that because if they did then people might think that they were the sort of people who took little girls away from their families, and their good name would suffer. They told her she ought to stay and look for her parents. She saw the sense of what they were telling her, and because she felt strong and capable and alive and beautiful, she was able to wave goodbye to the fair when it left and all the kind performers went away to take their happiness and kindness to another town. And do you know what?’

‘What?’

‘She did find her parents, and they were nice and good to her for ever afterwards. She found a handsome young fellow, too, and married him and had lots of babies and they lived happily ever after. And, as well as all that, one day, she did catch up with the fair, and was able to join it and be part of it and try to think of a way to repay the performers for their earlier kindness.

‘And that is the story of Dawn, an ugly, unhappy child who became beautiful and happy.’

‘Hmm. That is quite a good story. I wonder if Mr DeWar has any more stories about Lavishia. They are a bit strange, but I think he means well. I think I ought to sleep now. I — oh!’

‘Ah, I’m sorry.’

‘What was that? Water? On my hand . . .’

‘It was just a happy tear. It is such a happy story. It makes me cry. Oh, what are you— ?’

‘Yes, it tastes of salt.’

‘Oh, you are a charmer, young Master Lattens, to lick a lady’s tears up so! Let go my hand. I must . . . There. That’s better. You sleep now. Your father will be here soon, I’m sure. I’ll send in the nurse to make sure you’re tucked in properly. Oh, do you need this? Is this your comforter?’

‘Yes. Thank you, Perrund. Good night.’

‘Good night.’

Iain M. Banks, Inversions‘dan detay..

Sonradan öğreniriz ki, bu hikaye Perrund’un hikayesidir ve ancak tamamıyla ters çevrilerek anlatıldığında dayanılabilir hale gelmektedir… Miranda July’ın This Person‘ı da işte “böylesine mutlu” bir hikayeydi.

Alıntılarla birlikte epey uzun bir giriş oldu. Bu girişe başlarken aklımda The Swim Team ile This Person’ı, hatta belki de Mon Plaisir’i dijital ortama geçirip paylaşmak vardı ama sonradan vazgeçtim. Ayrıca başından beri de Michael Andrews’un yaptığı filmin soundtrack’ini dinliyorum. Bendeki hali tek parça, 49 dakikalık bir dosya, vaktiyle http://www.elginpark.com/meandyousite1.html adresinden apartmıştım, tavsiye ederim.

Miranda July!..

up-to-date

Kaptanın seyir güncesi’ne ek…

3 Ekim 2007, Çarşamba.

Dün ekibim ve ben Ankara’ya ayak bastık. 6 haftalık İstanbul maceramızdan sonra kürkçü dükkanına dönmüş bulunmaktayız. Beni soracak olursanız, iç güveysinden hallice dahi diyemiyorum (acaba neden). Ben bu duruma domestic groom adını veriyorum latince olaraktan.

Bu arada, adı lazım değil, onlar kendilerini bilirler, malum bir ülkenin diyelim, Ankara Büyükelçiliği’ne de buradan samimi olarak çok teşekkür ederim. Önce e-posta vasıtasıyla iletişim imkanı sundular, ardından da, sağolsunlar, bizzat bizim adımıza oranın göçmen bürosu ile irtibat kurarak işlemlerin ne durumda olduğunu sordular. Gerçi oralardan gelen cevap pek de iç açıcı değildi (“Süreç devam ediyor STOP Ne zaman olur bilinmez STOP” – Sizi seven Pasaklı Sally).

İstanbul’da annemle, ağabeyimlerle, dayımlar ve anneannemle hasret giderdik bol bol ama kişisel gezme kategorisinde pek başarılı değildik. Bienal’i yetim, Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin marpuçlarının boynunu bükük koyduk. Düzenli olarak Hande Hanım’la görüştük, çok sağolsun ve Gürer Bey’in senelerdir Ankara’ya bizi görmek için gelmediğini öğrendik bunca zaman sonra. Lost’a başladık, ben başta Jack’i sevdim Sawyer’ı sevmedim, Kate’i sevmedim sonra Jin’i sevdim, Kate’i sevmedim yine, Jack’i sevmedim, Sawyer’ı sevdim ama adamım Hurley oldu, Juliet’in de hastası oldum meğerki o House’un hamile rahibesiymiş, bunu öğrendim. Biz İstanbul’daykene sunucu göçtü sonra, bugün okulda Nazım sağolsun ayağa kaldırdık yine. Bugün Tömbeki’ye gittim, nargile içtim, okula gittim Barış’la ve diğer arkadaşlarla görüştüm bir güzel – bugün ders çalışmadım ama yarından itibaren kütüphaneye kapanacağım, gitmeden oraya (gidebilirsek şayet) tam teşekküllü yağlı ballı öğrenmiş olarak gideceğim, canavar gibi kükreyeceğim, öğretmenimi hiç üzmeyeceğim… Ben Delft’teykene her şeyi yapacağım, her şeyi edeceğim, alkışlayacaklar beni bravo şak şak şak… 8)

Poffidi poff poff!.. Bir blogun daha sonuna geldik anlaşılan. Artık bir dolu bin dolu kaygılarım var, onları da bir ara yazarım gari..

Adım Mesut, soyadım Bahtiyar, yıllarca beni böyle bildiniz, Mesut Bahtiyar’dan bloglar okudunuz.

Dayanamadım, duramıyorum

Konsolosluk, vize vesaire işlemleri ile ilgili bilmeniz gerekenler:

* Konsolosluklar, vize işlemleri için günde 1 ya da 1.5 saat ayırmış, bu saatler dışında aradığınızda size bu saatlerde aramanız gerektiğini, bu saatlerde aradığınızda da sürekli meşgul çalan ya da size birkaç dilde “şu anda bütün hatlarımız doludur” demeyi öğreten kurum ve kuruluşlara denir.

* Konsolosluklar sizi aramaz, size kendiliğinden bilgi vermez. Aranmaktan da pek hoşlanmaz (bunu yukarıda da belirtmiştim zaten, değil mi)

* Diyelim çok elit bir insansınız (mesela ben), gideceğiniz ülke de bunun farkında ve sizi (bir) hayli skild migren (highly skilled migrant) olarak daha bir seviyor, bütün işlemlerinizi ışşşık hızıyla halledebileceğini söylüyor. Siz kılınızı bile kıpırdatmayın, okulunuz yapacak her bir şeyi.. YALAN! Turist olarak başvurun, ben oraya fuhuşa gidiyorum, kırmızı ışıklı yerlere gideceğim deyin, daha kolay vize çıkar. Para var mı para? OK bro.

Konsolosluk ve vize vs. bürokratik işlemlerin demir yasası: Çektiğiniz sıkıntıları bir kez işiniz hallolduktan sonra unutursunuz, bir bu, bir de doğum acıları unutulur, hatırlanmaz… (fısıltıyla okuyunuz: Bir dahaki sefere kadar! Bir-iki git Freddy.. Üç-dört Kapıyı ört..)