Geçen hafta, perşembe günü itibarı ile, sevgili Hande (İspanyolca "H" harfleri okunmadığından ötürü belki de, ‘Ande’ olarak telaffuz edilir), benim coşkulu övgülerime dayanamayarak başlamış olduğu Steinbeck’in "The Winter of Our Discontent"ini bitirdi, ama sevmediğini bildirdi.
Kitabı okumakta iken sormakta olduğu sorularını, "bir bitir hele de, öyle konuşuruz" deyip geçiştiriyordum, ama nihayetinde kitap bitince, üstüne de sevmediğini ibraz edince, "e peki sen bunun neyini sevdin birader?" şeklinde ete kemiğe büründürülebilecek bir soruya cevap hazırlamanın gerekliliği kaçınılmaz oldu.
Bu kadar laf salatasına karşın sizi hala bu girişten soğutamadıysam, ne yapalım, başa gelen çekilir, siz istediniz. Şimdi (birazdan) tabii ki kipatın gerek konusuna, gerekse sağına ve sonuna dair pek çok değinmelerde bulunacağım, İspanyolcasıyla söyler isek "espoyler" edeceğim, ama kitabın spoiler’ı ne olur arkadaş, biraz entel olalım lütfen.
Kitabımızın kahramanı, Ethan adında, hayatında son derece memnun ("content"), iki çocuk babası, karısını seven bir bakkal (ben hep Frank Capra’nın It’s a Wonderful Life’ının Cary Grant’ı olarak canlandırageldim). Küçük bir deniz kasabasında doğup büyümüş, oranın en köklü ailelerine dayanıyor soyu. Ama işte ne olduysa savaş (2. Dünya Savaşı) sırasında, babası biraz mülayim bir adam olduğundan, biraz da kentin diğer zenginlerinin yanlış yönlendirmesiyle, bunlar elde avuçta ne varsa kaybetmişler, Ethan da bir zamanlar kendilerinin olan bir bakkalda memur durumuna düşmüş. Ama, dediğimiz gibi, hırsı olmayan bir adam ve halinden memnun, karısını seviyor ve şükretmesini biliyor.
Kitabın ilk kısmı gerek karısının masum, gerekse çocuklarının horgörür bir şekilde "biz niye zengin değiliz?" tiradlarının sonucu olarak, Ethan’ın çok da istemeye istemeye oyunlara (/dolaplara) girmesini anlatıyor. Buna ek olarak karısının arkadaşı olan vamp bir hatunun cinsel kışkırtmaları da yan temayı oluşturuyor.
Bu blog vesilesiyle, sık sık olduğunu tahmin ettiğim bir frekansta dile getirdiğim üzere, "kötülük nedir bilmeyen iyilik" ile "kötülüğü bilip de iyiliği seçen iyilik" arasında benim için dağlar kadar fark var (ilki keklik, ikincisi marifet). Bu vesileyle Turan’ın vaktiyle verdiği hasta: Osman – bakıcılar: Ayşe/Haydar örneğini bir kez daha hatırlatırım. Ethan da, iyi kalpli olmasına karşın, çok afedersiniz, saftirik değil (‘saftrik’ için özür dilemeye gerek yok, ben de biliyorum, ama saftirik yerine ‘salak’ diyecektim de, o yüzden şeyettiydim…). Etrafında dönen şeylerin farkında, kimse (Marge hariç ki, şimdi boşverin Marge kimdir, filan, ama ilerleyen kısımlarda saygıyı tavana vurduruyor bu kedi-fare oyunuyla) onun farkında olmasa da. Zaten kitabın olayı da bu: Rambo 3’te miydi, Rambo köyde sakin, geçmişinden uzak yaşamaktadır, sonra … ha, yok, Troya’daydı ya, Aşil mutlu mesut yaşamaktadır, savaşmak istemez, sonra Akhalılar o diye bilmemkimius’u öldürürler (çünkü Aşil’in elbiselerini giymiştir o loyloy da.. pofff!), o da "yeminimi bozdum!" diye atlar ortaya, Hektor’cuğu parça pinçik yapar, ama Rambo örneği üzerinden gitmek daha uygun olacak sanırım. Şimdi Rambo olduğunuzu düşünün, geçmişinize sünger çekmişsiniz, kasabada bakkallık yapıyorsunuz. Sonra bir gün terbiyesiz birtakım insanlar geliyor, normalde bu adamların iki saniyede 40 kemiğini kırabilecek donanıma sahipsiniz, ama alttan alıyorsunuz, adamlar anlamıyor ama, başınızdan aşağıya bir kova dolusu mezbahadan aldıkları kanı boca ediyorlar siz mezuniyet gecesi kraliçesi seçildim diye hayatınızın ilk mutluluğunu yaşarken. E şimdi bunları kavurup yakıp yıkmayacaksınız da, kimi yakacaksınız (be birader)?
Ama yanlış işte. Tam da bu noktada iyilik için kötülük yapılamayacağı, "end justifies the means" ("edinilen sonuç, yolu mazur gösterir") yaklaşımının kesinlikle yanlış olduğunu tezimi, inancımı tekrar edeyim: Kötülerin iyilik yapmaları onları iyi yapmasa da, iyilerin kötülük yapması onları kötü yapar (AND kapısı). Rambo’ya, ya da Carrie’ye düşen, yapabileceklerini bile bile, onlara uymamak (hem sonra, yensen "çocuk yendin" diyecekler, yenilsen "çocuğa yenildin"). Bunu yapabilmiş biri çıkmış mı? Çıkmış galiba ama onu da Otostopçunun Galaksi Rehberi’nden öğrendiğimiz kadarıyla çarmıha germişler.
Ethan da netice itibarı ile bir süre sonra hayli bilinçli bir şekilde "madem öyle, işte böyle / hodri meydan / alem buysa kral benim!" diyerek, o da başlıyor komplocuklar kurmaya. Şimdi ona sorsak, demez ama, onun durumundaki pek çok insan (misal Leverage ve Hustle tayfası) "biz yasadışı iş yapıyoruz ama sadece kötülere musallat oluyoruz" der. Malesef, kazın ayağı öyle değil. En sevdiğimiz (ton balığı ile) doldurulmuş kaplanlardan olan Thomas Hobbes, Leviathan’da kati bir şekilde, topluma, sözleşmeye en büyük ihanetin, adaleti kendi eline alan insanlardan gelecek olduğunu belirtir (ya da bunca senenin ardından ben yanlış hatırlıyorum — bir daha da hayatta okutamazsınız o kipatı (tulğayı) bana!).Winter of our discontent’in bendeki baskısının başında pek fazla boş vakti olduğuna inandığım bir teyze (Susan Shillinglaw) tarafından hazırlanan, epeyce de oylumlu (hacimli) bir girizgah var. Kitabı ikinci okuyuşum Prag Havaalanı’nda uçağımı beklerken bittiğinden ötürü, mecburen o kısmı da okumak durumunda kaldıydım, orada bir noktada, çağımızın yeni değerine dair ("çağımızın yeni düzenine" değil de, "değerine" ayrımını yaptığıma dikkat ediniz) şöyle bir saptamada bulunuluyor:
For Steinbeck it was a shabby little episode that reflected "symptoms of a general immorality which pervades every level of our national life and perhaps the life of the whole world. It is very hard to raise boys to love and respect virtue and learning when the tools of success are chicanery, treachery, self-interest, laziness and cynicism or when charity is deductible, the courts venal, the highest public official placid, vain, slothful and illiterate." It would seem, however, that Steinbeck’s outrage was not shared by a majority of fellow Americans. Although Van Doren was fired both from NBC and from his position as lecturer at Columbia University, others refused to denounce his actions. At the end of 1959, Look magazine surveyed Americans’ values, and the editor concluded that "a new American code of ethics seems to be evolving. Its terms are seldom stated in so many words, but it adds up to this: Whatever you do is all right if it’s legal or if you disapprove of the law. It’s all right if it doesn’t hurt anybody. And it’s all right if it’s part of accepted business practice." This is a survey that Steinbeck may well have read.
Pek fazla vaktim ve isteğim olmadığı için, üstünkörü çevireceğim, kusura bakmazsanız:
Steinbeck’e göre, "ulusal yaşamımızın ve bir ihtimal dünyadaki yaşamın her katmanına sinen genel bir ahlaksızlığın belirtileri"ni gösterir sefil bir dönemdi. "Başarının anahtarının şike, ihanet, kişisel çıkar, tembellik ve şüphecilik olduğu, yahut hayır işlerinin vergiden düşülebilir, mahkemelerin rüşvetçi, en yüksekteki devlet memurlarının umursamaz, kibirli, uyuşuk ve cahil olduğu bir ortamda insanın çocuklarına erdem ve öğrenme saygı ve sevgisini aşılaması çok zor." Lakin, görünüşte, Steinbeck’in bu öfkesi, Amerikalı vatandaşlarının büyük bir kısmınca paylaşılmamaktaydı. Van Doren’in hem NBC, hem de Columbia Üniversitesi’ndeki hocalık vazifesinden kovulmuş olmasına rağmen, diğerleri onun eylemlerini kınamıyordu. 1959 yılının sonunda, Look dergisi Amerikalıların ahlak değerleri üzerine bir anket gerçekleştirdi ve, derginin editörü, "yeni bir Amerikan ahlak prensibinin gelişmekte olduğunu, nadiren kelimelere dökülse de, aşağı yukarı şöyle özetlenebileceği" sonucuna vardı: "Yasadışı olmadığı ya da ilgili kanuna katılmadığınız sürece yaptığınız şeylerde sorun yoktur. Eğer kimseyi incitmiyorsa sorun yoktur. Ve eğer kanıksanmış ticari metotlardansa, yine bir sorun yoktur." Bu, Steinbeck’in okumuş olabileceği bir anketti.
Van Doren, bizzat Lord Voldemort’un burun takıp canlandırdığı, Robert Redford’ın yönettiği, Big Lebowski’nin Jesus’ı ve Barton Fink’in Barton’u ve Fink’i olan John Turturro’nun ve Northern Exposure’ın Fleischman’i Rob Morrow’ın da yan rollerde göründüğü Quiz Show filmine konu olan, televizyondaki danışıklı döğüş bir yarışma programının skandalının baş ismidir. Film de güzeldir, spoil de etmedim izlemek istersiniz diye, daha ne yapayım.. 8)
Halbuki bize ne kadar normal geliyor, sevmediğimiz hükümete vergi vermemek, insanları polis yerine "ağabeylere" şikayet etmek, güçlünün haklı olması, adaletin, pofffidi, durdum burada, balale din ve devlet işlerinden, ben burada edebiyattan bahsediyordum, geçelim bunları…
Ahkam: Hiçbir (canlı?) sistem evrim geçirmeden, adapte olmadan, değişmeden varlığını sürdüremez. Bir zamanlar bir kavim varmış, kimseye zararları yokmuş; iyilik, barış ve bilgelik içinde yaşayıp giderlermiş. Bir gün buraya istilacı bir başka kavim gelmiş, sayıca çok daha azlarmış ama çok vahşilermiş. Barışçıl kavime, "ya bize katılın, ya sizi yok edelim" demişler, barışçı kavim onlara katılmayacaklarını söyleyince de kadın, erkek, çoluk, çocuk hepsini kılıçtan geçirmiş, barışçı kavimden geriye hiçbir iz bırakmamışlar.
Ya da şöyle bir hikaye anlatabilirdim: vahşiler barışçı kavmi yemeye başlamışlar, yedikleri her bir birey yiyeni kendisine çevirmiş, barışçı kavim yok olmamış, bilakis kendisine saldıranı asimile etmiş (resistence is futile), kör göze parmak bu sembolizmde, işte iyiliğin eninde sonunda uzun vadede kötüye baskın geleceği, vs… Ama istatistiklere bakıldığında, neyin ne olduğu ortada.
Bir de, az önce seyretmekte olduğumuz bir filmden (Štěstí – bu Çek filmi, İngilizce’ye "Something like happiness" adıyla geçmiş) esinle, diyelim ki çocuğunuzla aynı sınıfa giden bir başka çocuğun hipi anne-babası var, siz de çocuğa acıyorsunuz, "ah zavallı yavrucak, normal bir yaşam nedir bilemeyecek!" diye, halbuki acınması gereken kişi sizsiniz. Hipiliğin çok matah bir şey olmasından ötürü de değil üstelik: onlar kendilerinde acınacak bir şey bulmuyorlar, size göre saflar, siz kendinizi bırakıp onlara acırken, onlar ne kendilerine ne de size acıyorlar (pity). Ethan da tam bu noktada, başkalarının dünyasında var olabilmek adına, rotasından sapıyor. Demiştik ya, "ama sadece kötülere kötülük yapıyor..", isterseniz bu cılız savunmaya ek olarak "ayrıca eğer eyleme geçmese, bir süre sonra bu adamların yaptığı hinliklerin ucu ona ve ailesine dokunacak, meşru müdafa söz konusu..", demeyin öyle, öyle bir şey aslında yok. Yani "asla asla asla taviz vermeyin!" demiyorum ama "şantajcıya nereye kadar ödeme yapacaksınız?" demek isterim yine de. Diyelim ki Chuck Norris’in eşi ve çocuklarını rehin almışlar, diyorlar ki "şunu şunu yapmazsan onları bir daha göremezsin…" Chuck yapmalı mı bu durumda kötülerin istediğini? Cevabı biliyorsunuz, asla yapmaz, gider kötüleri doğduklarına pişman eder. Ama şimdi de derseniz ki "ama o Chuck Norris, biz asla onun gibi olamayız.." haklısınız, demesi, yazması kolay. O yüzden biz tavizsiz olamasak bile, bilgisayar kodlarımızı, robotlarımızı tavizsiz olmaya programlamalıyız. Biri size bir şey yapmanızı söyleyip, aksi takdirde kötü bir şey yapmakla tehdit ediyorsa, o kötü şey sizin yüzünüzden/tarafınızdan değil, o kötü kişi tarafından yapılmaktadır (gelin de bunu Peter Parker’a, ya da ben de dahil olmak üzere herhangi bir kimseye anlatın, olmuyor ne yazık ki).
Czukay, Lıebezeit var ama Wobble yok Can’de ("Ken" okunuyor mecburen)
——– 24 Şubat 2012, fantoma adaları, kaplanın seyir defteri —————
Ey sevgili kâri, 5 gün sonra tekrar merhaba (merhaba), çoktan unuttum yukarıda yazdıklarımı ama aklımda yazmayı planladığım şu şeyler vardı, onları detaya inmeden (acele ediyorum zira tavuklara yem vermem lazım) işte öylece başlık olarak sıralayacağım, ben bile bazılarının alakasını kuramasam da, sen aslansın, kaplansın.
- Büyümek ve amatör ruhu kaybetmek hakikaten kötü bir şey. Epigraf şimdi twitter gibi mesela gelişse, büyüse patlasa hiç hoşuma gitmez. (mesela bununla alaka kuramıyorum, ama bir yandan da bu girişle ilintili olduğunu hatırlıyorum/biliyorum).
- Çiçekler dölleme olayına girişmek için böcekleri kendilerine çekmek zorundadırlar ve işte bu yüzden alacalı renklerde ya da güzel kokulardadırlar. Böyle olmayan çiçekler de varmış ama ölmüş gitmişler. Pandalar gibi. (bizim akademik hayatta "publish or perish!" daimi tehdidi vardır, pandalara da söylemek lazım).
- Kızılderililerden geriye kalanlar atalarını özlüyorlar, yüceltiyorlar; işgalciye kızıyorlar. Bunları İngilizce yapıyorlar. Galibin diliyle düşünüyorlar artık. Bundan korkunç ne olabilir? (Retorik soru değildi, bakınız cevap veriyorum: Zaman makinesine atlayıp/atılıp atalarının yaşadığı zamanlara, ortamlara bırakılmak). "Un-knowing" ("bilinen bir şeyi bilmeme konumuna dönmek") diye bir şey var ("un-invite"dan türemiş olsa gerek 8P), yani asıl olarak "un-knowing diye bir şeyin olmadığı" diye bir şey var. Geçmiş bize hakikaten çok uzak. Zaman makinesi yapılsa ama sadece televizyon gibi etkileşimsiz, izlenebilir bir şey olsa, kimse kimsenin yüzüne bakamaz kaldı ki insan insana.
- Lale Müldür’ün dediği gibi: CEBRAİL – TURUNCU ELÇİ / KURTAR BİZİ!
- En kötüsü (en kötü şeylerden biri) Sunumun ve imajın, içerik ve anlamdan artık baskın oluşu. Çok fena. Şu slow food dalgası var ya, şimdi slow science akımı başladı, o sanırım daha da fena… Ya, kendisini bir şeyin tersi diye lanse eden (bu terimin kaynağı nedir acep?) herhangi bir şeyden hayır gelmesi mümkün mü? (Düşündüm, punk var başarılı bir örnek olarak ama o da anlam itibarı ile zaten ne kadar kötü kokarsa o kadar iyi olduğundan, yalnızlığım benim, bugünüm, yarınım, sen benim… Zuhal Olcay, Modern Family’nin Claire’ine benzemiyor mu? Benziyor. –Bakın, bu da retorik değildi.). Ayrıca, "en kötüsü ölüm diyenler, bir de bamya sevmeyenler.." 8) (benim gibi susan somurtag bir insanın, her e-mail’inin hemen her paragrafını bu gözlüklü gülen smiley ile bitirdiğine inanır mısınız? Ben de inanmıyordum başlarda ama elimde kanıtlar var.)
- (Bu) Dünyadan ne kadar hoşnutsuz olursak olalım, sonuçta onun bir parçasıyım ve daha beteri ("utanç verici olanı" anlamında) bizler eğilip bükülmüş olanlarız (hayattayız, yaşıyoruz ya şeker/şeri!), hem eğilip bükülmüşüz hem de vırvır konuşuyoruz daha hala! Yok güzel kardeşim, öyle olmuyor.
- Yazı ile hayat ayrı şeylerdir, evinizde denemeyiniz.
“Hoşnutsuzluğumuzun Kışı ve …” için bir yorum