Kategori: Şarkı filan…
ekin.
Birçoğumuzun mesela, High Fidelity saplantısı vardır, Ekin’in de. Ama Ekin’in asıl Almost Famous’a gönlünü kaptırmışlığı vardır. Ben de ondan etkilenip seyretmiştim filmi ama sarmamıştı beni pek o kadar. Sonuçta Eki daha bir sever o dönem müziklerini, CRR filan koy yanına, bir o bir Doruk hipi takılırlar, ben pek anlamam pek o hipi şeylerinden.
Son zamanlarda Avrupa’da bir hayalet kol geziyor… 70lerin, 80lerin hayaleti. Herhalde imkan dahilinde olduğundan, 80lerin re-enactment’ını (nasıl diyor siz, temsili canlandırma?) bizzat kişilerin kendileri yapıyorlar, hani şu dizilerde filmlerde “Mesut Bahtiyar plays a fictionalized version of himself” derler ya, biraz öyle, fena halde de karikatüristik bir şey ortaya çıkıyor. 80lerde olup da, sonrasında ölüp de, zombi haliyle tekrar bir şansını denemeyen kalmadı ama onlarınki de anlaşılabilir bir durum. Retro dalgası beni bile esir aldığına göre, ya tutarsa, halkım beni istiyor diye insanın kendi kendini gaza getirmesi fevkalade kolay olsa gerek. Eğer ennn kaybeden arıyorsanız, Kim Wilde’ı (hem de Nena ile birlikte geri döndüler) geçin, Berlin var, çok acıklı ya. Şu Music and Lyrics’te vardır böyle bir şey, işte lunaparkta bir kenarda çalar söyler, durum ondan daha iç açıcı olamıyor ne yazık ki. Şimdi burada bir parantez açacağım, belki kapatıp konuya dönmeyi bile başarabilirim, kim bilir.
John Peel kimdir, nedir, rahmetliyi nasıl bilirdiniz, bilmiyorum. Ben uzaktan, ara ara yeri geldiğinde dirsek temasından filan bilirdim (dinlediğim grupların Peel Session’ları vasıtasıyla). Bu sene bildiğim gruplardan Peel’e ulaşmaktan vazgeçip, bir de Peel’den bilmediklerime ulaşayım dedim, iyi de ettim. Kayıtlar arasında bildiğim grupların bilmediğim enfes yorumlarını (misal Siouxsie and the Banshees’in “Love in a Void”i, Motörhead’den “Louie Louie”yi, The Damned’den “New Rose”u, The Cure’dan “17 Seconds”ı) bu bağlamda dinleme şansına eriştim. Kendini John Peel’in yaptığı işe afadesinslowly.comdamış olan Entrailicus’un “Fades in slowly” blogunu takip ediyorum, son birkaç aydır epey yoğun çünkü anormal kapsamlı John Peel wikipedia‘sını tam kuvvet doldurmakla meşgul.. Burası vasıtasıyla John Peel’in çok sevmiş olduğunu öğrendiğim Mark E. Smith ve The Fall’undan haberim oldu. Çok çok iyi bir grup, Mark E. Smith hariç sürekli eleman değiştirseler de her daim çok hoş bayanlar klavye çalıyor ve basla da ilgileniyorlar. Neyse, The Fall ilk çıktığı zaman hakikaten underground camiada (iyi bilirim ben, adamlarım var) epey sükse yapmışlar ama işin kötüsü/iyisi -ne taraftan baktığınıza bağlı- o kadarla kalmışlar. Mark E. Smith, bitter bir adam olup çıkmış (yazıyorum tabii ama sanki gerçekten de öyle), üstelik o kadar da kasmış ki, 60 yaşına gelip de hala öyle karizma salması fakat kariyerinin pek de olmaması biraz insanı buruyor. Daha sonra uzun uzadıya yazmak isterim böyle insanın karizma uğruna bir maskenin ardına hapsolması mevhumunu (İTÜ’deyken doktoramı bu konu üzerine gerçeklediğim çalışmamla almıştım, neyse ki şöyle bir silkinip kendime gelebilmiştim). Bildiğimiz poz yani. Neyse.
Bunları niye anlatıyordum? Evet, işte 80ler böyle hakikaten acınası bir şekilde yeniden hayatımıza girseler de, 70lerden kimsenin gelecek hali olmadığından (ABBA ölümle tehdit ediyor böylelerini), meydan gençlere kalıyor. Beni önce Camera Obscura (Edinbury’denler, ya başka nereden olacaklardı?) vurdu, iki-üç gündür de She & Him dinliyorum (bu noktada yeni bir parantez açıp Zooey Deschanel’den bahsedebilir hatta Almost Famous’a göndermelerde filan bulunabilirim ama yapmayacağım çünkü ZD, Neko Case’inkine benzer bir tayfunla girmiş bulunmakta hayatıma). Güzel şarkılar, araya Regina Spektor da atıyorum, hele de Us’ı mesela (500 days of summer’ın jeneriğinde çalan şarkı).
Neyse. Linkler de vereyim, bakın vaktiniz olursa. Ben yatıyorum, iyi geceler ay, iyi geceler tavşan, iyi geceler klavye, iyi geceler monitör, iyi geceler bardak, iyi geceler parmaklar!..
The Fall – Big New Prinz : http://fadesinslowly.com/2010/08/20/the-fall-on-friday-3/ burada hakikaten çok çok çoook coollar. İlk zamanlarından. Kalite kötü ama izlenmust!
The Fall – Blindness : http://fadesinslowly.com/2010/08/13/the-fall-on-friday-2/ bu yakın zamanlarından, süper bir şarkı. Şov da çok iyi, Robert Plant’le kontrast süper oturuyor, Entrailicus hakikaten iyi tespit etmiş “I love the contrast. Robert plant et al poncing about on stage with hand claps and then this thundering genius of a racket performed by 3 guys who look like bouncers from a dingy pub with the barmaid on keyboards and the old alco hanging off the bar who fights with crisp packets on lead vocals..its fucking brilliant.” derken.
Camera Obscura – French Navy : http://www.youtube.com/watch?v=O3CkfvYMCWM klasik zaten bu.
Camera Obscura – Hey Lloyd, I’m ready to be heart broken: http://www.youtube.com/watch?v=Who4OL08iR8&ob=av2e bu da diğer klasik.
She & Him’den link filan vermiyorum, çok isteyen arar bulur, kıskanırım ben, çok da izlemeyin. Zaten daha ilk çıktığı zamandan beri Death Cab for Cutie’yi de hiç sevemedim, içime doğmuş (Bera sever onları da). Regina Spektor’dan Us’ı verebilirim ama tabii ki: http://www.youtube.com/watch?v=fczPlmz-Vug&ob=av2e
Merak edenler için, rahatlatayım hemen: yumuşadık ama o kadar da yumuşamadık, korkmayın, diğer yanım (kurt adam olan) bol bol Senser takviyesi yapıyor (gerçi üçüncü yarım da bugünlerden birinde Portishead overdozundan gidecek ama dur bakalım. Ya böyle de şarkılar yapılmaz ki ama canım).
Neyse, bu sefer gerçekten yatıyorum. Bayramınız kutlu olsun, bunlar da bayram şekeri olsun..
İmza: Sizi seven pasaklı Esme. (squalor ne demekti, yine?)
post: 500 days of summer birazcık, azıcık birazcık çabalasaymış, kolaylıkla High Fidelity’nin yanında yerini alabilirdi gönlümde ama ucuza kotarılınca yazık olmuş o potansiyelden bana akan yaşlara..
ilk gönderişten sonra tekrar editör açılıp da yazılan post: Laura Marling diyecektim bir de, çok dinlemediğimden olsa gerek, unutmuşum yazmayı, o da bu yolun yolcusu (ya hakikaten yumuşamışım). Regina Spektor’ı ben the Dresden Dolls’a andırdım ama gerçek hayatta öbürünün bunu andırması daha olası gibime de gelmiyor değil (double negatifler, hastanım senin!).
Bir de Spotify hakikaten çok çok faydalı bir alet. Onun sayesindedir ki, yıllardan sonra köşe bucak aradığım Imogen Heap – Locusts’u dinledim yine, bayıldım bayıldım. Bir de oradan Vampire Weekend’i keşfettik ama harbiliğime daha fazla halel getirmemek için bu bilgiyi hasır altında tutacağım, öyle karar verdim.
Son olarak, Katy Perry ile Zooey Deschanel’i nasıl bağlantılayabiliyorlar, gerçekten anlamıyorum.
Amasya ve pop
belki bilir, belki bilmezsiniz ama, vaktiyle (1966) gercek Paul McCartney’nin olup de, yerine bir benzerinin kondugu komplo teorisi atilmis(ti) ortaya (detay icin misal bkz: Paul is dead). Tarihte (by “tarih” I mean “sanat”) pek cok ornegi var bunun, simdi buracikta ha deyince aklima gelenler Zenda Mahkumu, Double Star, Demir Maskeli Adam, The Prince and the Pauper, Kagemusha. Simdi niye bunlari yaziyorum, efendim, az evvel Sunday Bloody Sunday’i dinledim. Ne zaman dinlesem iki turlu huzne gark eyler beni, oncelikle tabii anlattigi hadiseden oturu, ama bir de bu kadar iyi bir gruba nasil da yazik oldugundan… Yani ne olurdu Bono boylesine laylaylomasso$ieytidpress olagelmeseydi. Sanirim, 1990larda oluverdi de yerine baska bir Orange County evladini (tikilik manasinda, yoksa tabii ki akla getirdigi diger seyden degil) alageldiler. Yatiracaksin falakaya, yer misin yemez misin boylesini. Ayiptir, yaziktir yaw.
ne diyordum, hah pop! goes my heart…
gelen yogun istek uzerine, bu sabahki menum:
6. sarki olan “We got the beat” dahil/kadar olmak uzere (Hollandacasi t/m : tot/met) The Go-Go’s, “Beauty and the Beat” albumu.
George Harrison – I’ve got my mind set on you
Paul McCartney – Hope of Deliverence
Queen – Spread your wings
Tom Petty and the Heartbreakers – Best of everything
Stevie Wonder – I Believe (when I fall in love)
Pink Grease – Remember Forever
U2 – Sunday Bloody Sunday
hayli uyumlu bir listedir, gecisken danone vesaire, tavsiye ederim bos vaktiniz ve arsiviniz veya internet erisiminiz varsa efendim.
ha bir de YENI YILINIZ KUTLU OLSUN! (sizlere bizlere eski yil sona erdi yepyeni bir yil geldi)
2000’e girisinizi hatirliyor musunuz? 10 yil oldu, ne haber? 8P
expat olmak…
“Expat”, ülkesi dışında yaşayan kimselere verilen ad, Türkçe karşılığı “gurbetçi” oluyor herhalde. Daha önce hiç görmediğiniz, refah bir ülkede yaşamanın %99’u çok güzel olsa da, işte o %1’lik kısım gerçekten de çok üzücü oluyor.
2007 şubatında doktoramın son senesindeydim. Tez büyük ölçüde hazırdı, çalışmalarımı toparlamaya başlamıştım. CV’mi gözden geçirip, postdoc için başvurularda bulunmaya başladım. Nisan ayında ciddi olan iki başvurum vardı: biri Fransa’ya, diğeri de Hollanda’ya. İlk olarak Hollanda’daki pozisyon için telefonda mülakat yaptım, Fransa daha yavaş ilerliyordu. Hollanda’yla yaptığım mülakat güzel geçmiş olacak ki, yüz yüze görüşmek üzere davet edildim. ODTÜ’de çalışmanın bir avantajı olarak, gri görev pasaportuyla gittim (sonuçta mülakatla birlikte bir de sunum yapacaktım). Bürokrasi canavarını bu ilk seferde böylelikle atlatabilmiştim. Mayısın sonunda bu güzel Delft şehrine geldim, ayağımı bastığım anda da büyülendim. O sırada üzerinde düşündüğüm birkaç seçenek, ihtimal vardı, karar vermek durumunda kalırsam acaba hangisini seçeceğim üzerine düşünüp duruyordum ama Delft’e girdiğim saniyede tek bir amacım vardı: burada yaşayabilmek, daha doğrusu, Bengü’ye burayı gösterebilmek…
İlk gün sözlü mülakata alındım, çok çok zorlayıcı bir deneyimdi — bitmek tükenmek bilmeyen soruların ardından otel odama döndüğümde yorgunluktan yatağa kapanmıştım. Ertesi gün de bölümü gezip, sunumumu yaptım ve uçağa binip Türkiye’ye döndüm. Mülakatın nasıl geçtiğine bir türlü karar veremiyor, soranlara da samimi bir şekilde, şahsen seçilme şansımı yarı yarıya olarak gördüğümü belirtiyordum. Neyse, bu girişte anlatmak istediğim bu değil. 3 gün sonra şimdiki hocamdan müjdeli haberi aldım, pozisyon için seçilmiştim (sonradan öğrendiğime göre 66 başvuru arasından seçilmiştim). Evde büyük bir neşe vardı, hatta Hamiyet’le Levent de, haberi alır almaz atlayıp gelmişler, neşemizi paylaşmışlar, arttırmışlardı.
Eylülde başlayacağım üzerine anlaşmıştık, biz de hazırlıklarımızı o yönde yaptık. Gereken evrakları gönderdik, temmuz ortasında olması lazım, evi boşalttık, Bengü de, ben de işimizden ayrıldık. Hesapta bir müddet Ankara’da kalıp, sevdiklerimizle vedalaştıktan sonra, tatile çıkacak, oradan İstanbul’a gidip, bir müddet de orada kalıp, eylül’den birkaç gün önce de Hollanda’ya gidecektik. İşler öyle olmadı. Oturma izinlerimiz bir türlü çıkmıyordu. Bütün naifliğimizle, esas zorlu kısım olan pozisyona kabul edilme gerçekleştikten sonra geri kalan her şeyin kolaylıkla hallolacağına inanmıştık. Konsolosluğu her gün aradık, her gün aynı olumsuz cevabı aldık “Hayır, kayıtlarımızda görünmüyorsunuz, ne zaman olacağı da belirsiz”. Sonra benim iznimin çıktığı haberi geldi ama Bengü ile Ece’nin izinleri çıkmamıştı ve “ne zaman olacağı da belirsiz”liğini koruyordu. Sağolsunlar, Hollanda’dakiler “senin iznin çıkmış, atla gel” demediler, onun yerine, “ne zaman olursa gelirsin, sen rahat et” dediler. Hollanda’da ev ayarlamıştık, kirası tabii ki Avrupa standardında idi onun kirasını ödüyorduk bir yandan. Sonra Eylül geçti, Ekim geldi, biz de Ankara’ya dönmüştük. Yenik gibi hissediyordum. İyi, zor bir şeyler başarmıştım ama yine de çok kötü hissediyordum, bütün sevincim kursağımda kalmıştı. Kasımla birlikte ekonomik sıkıntının yanı sıra, askerlik ihtimali de geliyordu. Daha fazla direnemedik, Bengü ile Ece’den ayrılıp, Hollanda’ya gelme durumunda kaldım.
Bengü ile Ece’nin izinleri benim Hollanda’ya gelişimden bir hafta kadar sonra çıktı, akabinde 15 gün sonra da onlarla kavuştuk. Ama buraya yazınca ne kadar da kısa gelen o 15 gün, hayatımın en yoksun 15 günü oldu — hele de o belirsizlik içinde kıvrandığım o ilk haftası.
İki harikulade sene geçirdik Hollanda’da, dünyanın en güzel şehri olarak gördüğümüz Delft’te. İnsan rahata kavuşunca çektiği sıkıntıları unutuyor… Şimdi o iki senenin sonuna geldik. Kışın, yeni bir pozisyon/ülke için ilanlara bakmaya Nisan-Mayıs gibi başlarım diyordum fakat Şubat ayında İspanya’dan bir post-doc ilanı görünce, ilanda aranan özelliklerin bana çok yüksek bir oranda uyduğunu düşününce, hocamdan izin alıp, oraya başvurdum, akabinde de Hollanda’daki kontratımın bitmesini takiben orada başlamam için prensipte anlaştık. Bu sefer çok sevinçliydim, çünkü, buradaki kontratımın bitmesine daha 8 ay vardı ve bu 8 ayda bürokratik işlemler haydi haydi sonuçlanırdı. Sadece doktora derecemin denkliğinin onaylanması Haziran’ı buldu. Sonuç: buradaki kontratım bu ayın sonunda bitiyor ve ben hala oturma/çalışma iznimin çıkmasını bekliyorum. Geçen gün Bengü ile Ece’nin oturma izinlerinin benimkinin çıkışını müteakip 2-3 hafta alacağını öğrendik.
Yine: yine karımla kızımdan ayrılacağım. Onlar bu ayın sonunda Türkiye’ye dönecekler. Ben onlarla gidemiyorum çünkü, İspanya’dan oturma iznimi almadan Türkiye’ye girersem, askerlikten dolayı çıkamıyorum. 1 Kasım’da Hollanda’daki oturma iznim doluyor ama 4 haftalık ekstra bir “toparlanma süresi” veriliyormuş. Sonuçta burada bekleyeceğim. İspanya’dan çalışma/oturma izni büyük ihtimalle bu süre içerisinde çıkacak, ben de İspanya’ya gidip çalışmaya başlayacağım. Eğer çıkmazsa.. Çıkmazsa Türkiye’ye döneceğim, askere alınacağım.
İnsanın vasıflarından ötürü zor bir şeye seçildiğini / hak kazandığını öğrenmesinden kaynaklanan sevinç, oturma “izni” gibi, böylesi kaba ve ayrımcıl bir prosedürden dolayı sekteye uğratılmamalı. İnsan eşinden ve çocuğundan bu kadar basit bir sebepten dolayı ayrılmamalı.
Sonuçta “her işte bir hayır vardır” diyoruz tabii ki, daha kötü olabilecek şeyleri akla getirmemeye çalışıyoruz. Ece de beni teselli ediyor, “internetten görüşürüz” diyor. A. Kadir’in dediği, Hüsnü Arkan’ın seslendirdiği üzere:
Başımıza gelen bütün bu şeyler
Dünyada olmamaktan daha iyi
Hem bizim için hasret falan da neymiş ki
Sen orda yıldızlara bakar dalarsın
Ben burda cigaramı yakar dalarım
İşte olur biter
Şiir: Olur Biter – A. Kadir / Şarkı : Ezginin Günlüğü
king of pain..
Twitter’a yazamadım, buraya yazayım:
Yer: Sting / Demolition Man E.P.
Şarkı : King of Pain (1993, Villa Manin, Cudriopo İtalya konser kaydı imiş)
Nasıl bir zihniyettir ki bu (İtalyanlar, sözüm size), King of Pain çalmaya başladı diye sevinip, hurraa coşkusuyla şarkıya el çırparak eşlik eder? (Ayrıca çok gereksiz bir cover olmuş.. Evet, “cover” ya, ne sandın? Police ayrı, Sting ayrı, herkes yerini, haddini bilsin)
There’s a black-winged gull with a broken back (Şak şak şak)
Hiçbir şey demek istemedim sana. (F.G. Lorca)
yani bu kadarı da fazla ama.
(Ayrıca yeni editörle birlikte “Dikkat” işaretleyicisini de kaldırmışım, kötü oldu, seviyordum onu çok..)