Bu kadar şey olurken bu kadar şeyden bahsetmek istemiyorum, gerçekten yorgun hissediyorum (bu aralar pek yakınır olduğum söylenebilir). Yalnız: dün akşam eski CD’lerden birini taktım teybe (CD de mp3 CD’si ve üzerinde VU yazıyor (Velvet Underground ‘VU’su)), alfabetik başladı, Cake sahne aldı, pas geçtim, sonra Leonard Cohen çıktı ki çok uzun zamandır kendisini sevmem ama şarkıları baki tabii — şimdi bunu yazınca birazdan (asıl) söyleyemeye niyetlendiğim şeyi de açık etmiş oldum ama neyse: Famous Blue Raincoat çalıyordu ki, L. Cohen Sincerely’nin belki de gerçek dünyada 100 yıldır Jane’den ayrı olduğunu fark ettim (kesin bilemem tabii ki ama given the facts…). Sonrasında birkaç yıl sonra Cohen’in de ölmüş olacağının, Jane’in de ölmüş olacağının fakat şarkının kalacağının, birkaç bin yıl sonra şarkının da ölmüş olacağının -bir kez daha- ayırdına vardım (bunu yıllar önce de fark etmiştim, Kuğulu Park’taki herkes için).
Jennifer Warnes & L.C.S.
Mesajı yukarıda bitti sanmıştınız değil mi? Ben doğrusu öyle sanmıştım, resmi koyduktan sonra asıl koymak istediğim resmin sevgili T.’nin NY yılları sırasında Clinton Street’te sabaha doğru çektirdiği resim olduğunu bildim ama mahremiyet, izin vs…
Bugün sabahtan Ulaş’tan (Robin) bir mesaj aldım, hoşuma gideceğini düşündüğü bir sayfayı tavsiyelemiş sağolsun, arkadaşlar iyidir, hoşuma da gitti epeyce, ben de Bahar’a ileteyim dedim (arkadaşlar iyidir) (Cemal Süreya’nın böyle bir şiiri vardı, "elden ele" filan diye… baksam mı, bilemedim şimdi (baksam mı, bakmasam mı, onu bilemedim), bakayım bari… baktım, iyi ki de bakmışım, zira ne Cemal Süreya’sı (yahu!), koskoca Edip Cansever, "Yerçekimli Karanfil", canımın içi Neslihan göndermiş vaktiyle epigraf’a hem de (arkadaşlar iyidir), yaşlanıyorum büsbütün, iyice…
Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.
diyeceğim o değildi de, şuydu aslında, Ulaş’ın ilettiği sayfaydı, tangolar kendisiymiş, her yer sonsuz bir pist gibiymiş (ezberden yazdım, karıştırmışımdır kesin şimdi bunu da, neyse, buna bakmayacağım). Kitaplar ve yemekler üzerine bir çalışma: meşhur kitaplarda geçen yemek üzerine pasajları bir arkadaş üşenmemiş (niye üşensin ki hem, ne kadar zevkli olmuştur hazırlaması da, sonrasında yemesi de!), ben de bir başka güzelleme yapayım, bunu test gibi sunayım istedim, uğraşmak lazım, yazılar üstlerine monte zannettim, şimdi gittim baktım değilmiş, copy/paste işimizi görüyormuş ama samimi söylüyorum, monte olsalardı bile ben onları tek tek işleyip çıkaracaktım, neyse neyse.
Önce eserleri listeleyeceğim, siz onları yemeklerle eşleştirmeye çalışın, isterseniz kopya çekin, isterseniz kendinizi sınayın, nasıl biliyorsanız öyle yapın (o da sizi öyle yapsın). (kağıt-kaleme ihtiyacınız olabilir, 1-a, 2-b, vs.. / Ece bugün ödev cevaplarında "vb." kullandı, çok şaşırdım: bize yasaktı "vs.", "vb.", vs. kullanmak)
Eserler:
1. Oliver Twist — Charles Dickens, 1837
2. Moby-Dick — Herman Melville, 1851
3. Alice’s Adventures in Wonderland — Lewis Carroll, 1865
4. Heidi — Joanna Spyri, 1880
5. The Secret Garden — Frances Hodgson Burnett, 1910-1911
6. Swann’s Way — Marcel Proust, 1913
7. The Metamorphosis — Franz Kafka, 1915
8. The Great Gatsby — F. Scott Fitzgerald, 1925
9. The Catcher in the Rye — J.D. Salinger, 1951
10. On the Road — Jack Kerouac, 1957
11. To Kill a Mockingbird — Harper Lee, 1960
12. Chicken Soup with Rice — Maurice Sendak, 1962
13. The Bell Jar — Sylvia Plath, 1963
14. Fear and Loathing in Las Vegas — Hunter S. Thompson, 1971
15. A Confederacy of Dunces — John Kennedy Toole, 1980
16. The Girl with the Dragon Tattoo — Stieg Larsson, 2005
Gelelim (geçelim) hasbıhalimize: Bugünlerde Düşes’in kitaplığından (arkadaşlar iyidir) çıkardığım A.S. Byatt’ın "Possession"ını okumaktayım, fena değil diyelim, nazar değmesin. Bunun filmi olduğunu biliyordum da, Meg Ryan oynadı sanıyordum, meğerse onun oynadığı film "In the Cut" imiş; "bunu" oynayan kişi ise Gwyneth Palthrow’muş ki, şimdi yiğidi öldür, hakkını yeme, yakışmıştır da Maud rolüne. "Bunu bitirince Breakfast of the Champions’u okuyayım" diye düşündüm az evvel listeyi yaparken de, şimdi jeton düştü çağrışımlardan… BoC’ı ve Kurt Vonnegut Jr. Efendi’yi Sui sever (arkadaşlar iyidir). Neyse, onu (şunu) diyecektim, laf uzadıkça uzuyor: geçen hafta nihayet yıllardan beridir peşinde koştuğum Karajan/Zafirelli/Mirella Freni (bu adı çok yazmam, ama yazınca da aklıma illa ki "aşkımın şiddetinden koptu gönlün freni / Doktor beni sanıyor hala şizofreni" mısraları gelir — böyle kalıpta kullanınca da dünyanın en cool adamı reklamına döndü ortalık), neyse neyse, ne diyorduk, işte yıllardır peşinde koştuğum Karajan/Zafirelli/Mirella Freni’li "La Boheme" kaydını/filmini istediğim zaman izleyebileceğim bir formatta (DVD) edinebildim nihayet! Açıklayayım: Biz gençken (1996?) sevgili Hande beni AkSanat’ta lazerdiskten opera gösterimlerine götürürdü (arkadaşlar iyidir), ben operayı onun sayesinde tanıyıp sevdim. Aralarda da yine AkSanat’ta, bu sefer müzik kütüphanesinde CD’den dinlerdim yapıtları. Boheme de ilk seyrettiğim operalardandı, kalbimde çok, çok özel bir yeri vardır. Mezuniyet tarihimden biliyorum, 2000 yılında bunun o zamanlar (nereden?) VHS kaydını getirttirmiştim (DVD yok muydu? bunun DVD’si yoktu en azından), o kaset aylarca öyle durdu (niyetim VHS’den CD’ye (avseq01.dat) çevirttirmekti, o zamanlar (ve hala)fotoğrafçılar bu işi yapmakta), sonra bir gün Sui sağolsun (arkadaşlar iyidir), dedi ki "bende gerekli alet edavat var, ben çevirivereyim…", kısmet değilmiş, olmadı, ama işte nihayetinde ben geçen hafta hem de idefix’ten temin ettim bu cânım performansı… (ha yine anahtar aradıkları sahnede ve sonunda kötü oldum mu, oldum, orası ayrı)…
Ece de operayla ilgileniyor, iki sene evvel Belçika’da Barış’ta Sezen sağolsun Sihirli Flüt’ü getirmişti yanında onun için, sonrasında oturup bir güzel çevirmiştik Ece’ye satır satır. İşte geçenlerde Hande ile konuşuyorduk, Ece’ye hangi komik operayı izlettirsem acaba diye de, bugün onun aklına Danny Kaye’in nefis kayıtları geldi (TRT’den apartıldığı için Türkçe altyazılı bonus olarak!) (ayrıca, Sevil Berberi’nde karar kıldık). Orada var işte Beverly Sills (Dharles Chickens’ın "A Sale of Two T…" gibi oluyor). Bu satırları yazarken Pink Floyd dinliyorum ama (The Division Bell, a bak onda da "Great Expectations" değil ama "High Hopes" vardır, çağrışım çağrışım üstüne).
Neyse görüşürüz yine, şimdilik hoşçakal! ("Arkadaşlar iyidir" deyip durdum, alın bu da "punchline"ı olsun bu girişin bakalım:
Dün eski CD’lerin içinden Tom Petty & the Heartbreakers çıktı da, kendimi dostların arasında buldum. Tom Petty, Ramones ile birlikte, kaybedenlerin ("Losers"ın Türkçe mealini "Kaybedenler" diye yazınca, terimin orijinalinden bağımsız olarak, misal Sincerely, L. Cohen’in "Görkemli Kaybedenler"i (Beautiful Losers) gibi aslında hiç içerilmeyen matahlık, iyi bir şeylik payesi veriyor gibi hissediyorum. O yüzden müsadenizle günümüz ("dünümüz?" zira 20 sene kadar oluyor bu kullanımı ilk duyduğumdan) gençliğinin kendilerinden beklenmeyecek bir yaratıcılıkla vuku buldurttukları "ezik" tabirini kullanacağım – bunu yazmamla birlikte, aslında şimdiye kadar kocaman bir parantez içinde bulundığumuzu ve fark ettim ve kapattım) önde gidenleridir. Şimdi bu tür önermelerde, karşı argüman (Nimzowitsch Açılışı) "o kadar çok tutulan, tanınan adamlardan ezik olmayacağı" savunmasıdır. Olur efendim, bal gibi olur, hatta daha da bir güzel olur, zira yüksekten her akşam düşmek, hep kıl payı ile ıskalanmak ezikliğin pekiştirici pekmezindendir. Bu noktada fotoğraf albümüze dönecek olursak, sene 1995 (1996?) "sevdiğim kız" bilgisayarın yanındaki Suicidal Tendencies – Still Cyco After All Those Years albümünü eline alır, oradaki konser fotoğraflarındaki tipleri görür ("kimse bakmıyormuşçasına danset" yok mudur, işte onlar bunun gerçeğidir), zaten CD’yi aldığım Sui’yi de tanımaktadır, "işte sizin gibi tipler.." der (kaldı ki, çok sevmişti o kız beni, her seferinde onlarca şans tanıdı, kazanmamı istedi de hiçbirini başaramadım, o da çok takmadı sonradan, yollarımız ayrıldı, gitti). Kazananları sevemedim hiç. Başarılı insanları takdir ettiysem de, kazananları tutan olamadım. Ramones’i (müsadenizle Espanyolca aksanıyla (~ yazıldığı gibi) okuyacağım) de bu yüzden sevmiştim zaten. End of the Century’ye kadar (ve özellikle o albümde) hep yırtmak, meşhur olmak istediler, hiçbir zaman olmadı, ölümlerine değin. Kliplerinde Lemmy oynadı, Eddie Vedder konserlerinde pinhead maskesiyle dans etti, ama onlar o ufacık sınır çizgisini aşamadılar, istediler ama aşamadılar ve kabul ettiler ve ait oldukları yerde çaldılar.
Tom Petty’yi aklıma geldikçe dinlerim, ya da bazen tam da bir şeyler yazarken arka planda kendiliğinden çalmaya başlar, yazmayı bırakır, efkarlanırım, neyse boşverelim şimdi bunları (ama nasıl? daha karar vermediniz ki // bu gözler onunla az mı yaşadınız gözleri* —"best of everything" var daha, "even the losers" var, oradaki dansları var, "change of heart" var ki, burada en "cool" hareketinin sevdiği ama onu kullanan kıza hayır diyebilmesi olan birinden bahsediyoruz.). Dinlerim de, öyle albümden bile değil, Anthology adındaki iki CD’lik toplama albümünden (Nick Cave’i, mesela, albümlerden dinlerim, başka türlü düşünemem bile dinlemeyi ama hem o bir "ezik" değil, hem de Tom Petty dert etmez nasıl dinlediğimi).
Çok sevdiğim bir arkadaşım, epey büyük bir yıkımdan sonra hafıza kartlarından yaptığı kolyesini (öyle miydi?) takarak reseti basmıştı. Ben onları sevdim, Türkiye’den de Cahide Sonku’yu severdim elbet, tanısaydım. Hiç kendimden bahsetmedim, şöyleyim, böyleyim demedim, ismim Mesut, göbek adım Bahtiyar, yıllarca hep böyle bildiniz siz, Mesut Bahtiyar’dan şarkılar dinlediniz…
Bugün güzel bir gündü, niyesini uzun uzun yazmıştım, utandım (kendimi övmüşüm gibi bir mana çıkıp duruyordu nasıl yazarsam yazayım), rafa kaldırdım yazdıklarımı. Oradaki laf kalabalığını şöyle özetlemeye çalışayım: çünkü çok şanslı bir hocayım ve harika öğrencilerle arkadaş oldum verdiğim ders(*) vesilesiyle.
Bir tane öğrencim bana hediye olarak onu mutlu eden bir şarkının bağlantısını göndermişti, ben de sizlerle (ey kâri!) beni her zaman çok mutlu eden bir şey paylaşayım:
Boogie-Woogie (Hızlı varyantı) Dans Yarışması Finali. Amelie filmi gibi, Steampunk, Marty McFly’ın kovboy kıyafetleri gibi, bambaşka, bir zamanlar olmuş gibi olan ama aslında varolmayan bir dünyaya dair bir şey…