müzik, müzik, müzik… (ve onlarca bağlantı)

Bugün RHCP Anthony Kiedis’in 2002’de gerçekleşen Talking Heads’in Rock and Roll Hall of Fame’e kabul edilmelerinden önce yaptığı davet konuşmasını izledim. Konuşmasına o günün daha öncesinde yapılan Ramones’in takdimini gerçekleştiren Eddie Vedder’ı iğnemelerle başlıyor (ama hakikaten de Eddie, o da neydi öyle yahu! Biz seni hep Ramones’in 96’daki veda performansında pinhead olarak sahne alışınla hatırlayalım pls!). Bu videoya Tina Weymouth videolarını (çok güzel bir örnek olarak, bkz. Connecticut Women’s Hall of Fame – Tine Weymouth Tribute) izlerken ulaşmış idim. Kiedis, Talking Heads’den bahsederken, onların hayatında ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu, 77’de onları ilk defa Psycho Killer ile dinlediğinde nasıl da çarpıldığından yola çıkıyor. “Smart kind of cool”. David Byrne de bunu diyordu zaten: “dans edilebilir entel bir müzik yapma hedefimiz vardı” mealinde. (Ayrıca, ortalara dönersek, Dee Dee kırgın, John her zamanki bönlüğünde, Marky hemen her zaman olduğu gibi ortalığı toplamaya çalışıyor; Just Heads çok uzun bir zamandır David Byrne’e küsler).

John Strummer, Jarmusch’un Mystery Train’inde Elvis kılığında çıkıyor.

Remember to kick it over / No one will guide you, Armagideon time

Okumaya devam et “müzik, müzik, müzik… (ve onlarca bağlantı)”

Big in Japan (bigicepen)

Benim için: Japonya. Garip bir yer, garip adetler, stranger in a strange land. Bir arkadaşım var, “Spotify kendisini yanlış tanımasın” diye, bazen aklından geçen şarkıları çalmaktan çekiniyor. Ben ise geçen gün bu konuda nirvana’ya ulaştım: Sleater-Kinney, Jose Carreras, Iron Maiden’ın Eddie’si ve Zeki Müren el ele vermiş, “your daily mix” kısmında bana bakıyorlardı. Bu durum bir Youtube’un kafasını karıştırmamışa benziyor zira birkaç ay evvel bir tane hiphop/rapçi; geçen hafta da bir ska grubu önerdi (this and this):

Wednesday Campanella – Shakushain (İngilizce altyazılı olarak da takip edebilirsiniz)

 

Tokyo Ska Paradise Orchestra – Skaravan

Ben de hemen bayıldım tabii ki de. Neden önermiş olabileceğine dair birtakım teorilerim var elbet (şimdi hangisi olduğunu hatırlamadığım uçuk bir Japon reklamını tekrar bulabilmek için tekrar tekrar seyrettiğim onlarcası — bu arada, mekan Prag, sene evvelki sene, turistik bir yerde Ece ile poz veriyoruz, parmaklarımızı Caponlar gibi zafer işareti yapıp “konsume, konsume pançi!” diye reklam şarkısını söylüyoruz, sonra bizi afallamış bir şekilde uzaktan izleyen dumur Japonları görüp iyice neşeleniyoruz (bir düşünün: diyelim ki Bolivya’da Aztek Ziguratlarını huşu içinde gezerken, kenarda iki Japonun bombozuk bir Türkçe ile “akşama babacığım, unutma Ülker getir!” diye poz verişlerine şahit oluyorsunuz!) neyse, nereden nereye kadar geldik, işte bir ara da cazdan haz etmememe rağmen acaip sağlam davulcular tarafından “gelmiş geçmiş en iyi davulculardan biri” olarak tanımlanana Buddy Rich dinliyordum, işte onun Caravan‘ının yüzü suyu hürmetine bizi bu deli skacılarla (skacıların akıllısı olur mu zaten! 8) tanıştırdı demek. Ben elemanların birini Murakami’ye benzettim, Nergis Hanım, bunların gerçek Japon olamayacaklarını, zira yatağın üstünde ayakkabıyla zıpladığını söyledi, hak verdim (gerçi gitarist sonra çoraplarla çıkıyor).

Albümlerini dinlerken engin Japoncamla “Miyazaki, Totoro (Tororo)” filan dediklerini bizzat ayırt ettim, kendimle gurur duydum. Bir albümlerinin kapağı tam da Cowboy Bebop’a layık:

Cowboy Bebop’ı da live-action çekeceklermiş. Niye ki?

Dünyanın bir yazı, bir kışı vardır…

The Damned’in İngiltere’den çıkan ilk punk şarkısı olarak tarihe geçmiş “New Rose”, Is she really going out with him? repliğiyle başlar; Peel Sessions’daki (Eat your heart out, John Peel!) efsane performanslarında ise:

Are we really 65 in the charts!?

şeklinde bir hayretle başlarlar şarkıya. Ben de, nice zamandan sonra birikmiş şeylerimi sizlerle hasbihal edeyim diye blog’u açınca bir de baktım ki 2 ay geçmiş son zamandan bu yana (ey kâri)!

(“Kısa bir ara”dan önce resim koyuyor muyduk?..)

Olga Wisinger-Florian | The First Frost, 1906

Okumaya devam et “Dünyanın bir yazı, bir kışı vardır…”

Güzel bir şeyler, uzun süren arkadaşlıklar gibi

Keyfim ne kadar kaçık olursa olsun, içimi ısıtan şeyler var. Bunların başında gelmese de, aklıma geldikçe güzelleşen Paul Newman ve eşi Joanne Woodward’ın fotoğrafları var mesela. Yanlış hatırlamıyorsam, Bahar sayesinde haberim olmuştu. Aşağıya bir seçki yapayım, bir de ortaya karışık bir google images bağlantısı. (…) Bahar bir evlilik sitesini reflemiş (http://www.snippetandink.com/kathryn-loves/paul-newman-joanne-woodward/) ama evlilik sitesi o yazıyı kaldırmış – ben de gittim wayback machine‘den aparttım; doğruca aşağıya koyuyorum:

Okumaya devam et “Güzel bir şeyler, uzun süren arkadaşlıklar gibi”

Güzel şarkılar gibi güzel…

Açılışı Cemal Süreya’dan esinle (Fotoğraf‘tan bir detaydı: Hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü...) yaptım diye hüznünü de devralmak gibi bir zorunluluğum yok şüphesiz.

$izoSuru’lar arasında benim favorim ikinci hazırladığım “Kanserojen Şarkılar” olsa da, güzellikler açısından dördüncü $izoSuru “Mutlu Sonlar“ın hem daha zengin, hem de daha popüler olduğunu doğrusu ben bile yadsıyamam. (Bu arada blog hariç siteyi statikleştirirken arada blog’a verilen bağlantılar da katılaşmış, Dora Hanım’a iletmek lazım ama üşen üşen üşen üşen..). Podcastlerin ilk 5’ini (5 buçuğunu) o zamanki şevkimle 2011’in şubatından mayısına dört ayda kotarmışım; insanın bir kenarda böyle baktıkça ufak çapta gurur duyabileceği tasarrufları olmalı, aferin bana, aferin Sururi’ye!.. Neyse, ne diyecektim, işte Mutlu Sonlar’daki şarkıların büyük çoğunluğunun indie tarzında, onların da büyük çoğunluğunun 2007 yılında çıkmış olması tesadüf değildi zira elimde 100+ şarkılık bir “Best of Indie: 2007” derlemesi mevcuttu (hala da mevcuttur: hatta 2008 ve 2012 tarihli olanları da bulunur).  Okumaya devam et “Güzel şarkılar gibi güzel…”