kısa kısa part deux es machina but not in folie à deux

(deux es yazınca da kulakları çınlasın, axe me liz lemon! gibi oldu)

hayranlarımızdan gelen yoğun istek üzerine (ya da başka bir deyişle, vita longa zaman brevis), işte yine yeni bir kısa kısa girişle karşınızdayız. Şimdi özetler (and now for something completely different — ah, iyi oldu bunu hatırladığım, ilgili resim koyayım: resimli blogların okunma yüzdesi daha çok oluyormuş, kaldı ki, çıplak bir piyanist şüphesiz beşe katlayacaktır popüleritemizi).

meren’e : Parks and Recreation Ofise vaktiyle, hele de “gaydar” (geydar okunur) muhabbetinden sonra, Bengü’yle bir bakalım demiştik, baktık, sarmadı, vazgeçtik. Sonrasında herkesin yazıp söylediği, “evet, ilk sezon biraz bayıyor ama onu atlatınca yarın deniz..” geldi ama biz o güne ulaşamadık. İşte dizi ararken bunu bulduk dün, ilk iki bölümü seyrettik, çok hoşumuza gitti, ofisle aynı amcalarınmış. Ayrıca az evvel öğrendim ki başrolde oynayan Amy Poehler, hastası olduğumuz Will Arnett’ın (Arrested Development’ın Job’ı) zevcesiymiş.

gürer’e : Lost amcaları ve the Dark Tower Neslihan, Brian ve Hande bizdeyken aklıma gelmişti — Kara Kule’yi iyice benimsemişiz ama aslında Dark Tower. Bilmem ki nasıl çevrilir (“Üçün Çizgileri” 8P). Yerinde çeviri yani, hakkını yemiyorum ama hiç o nüansın farkına varmamıştım, değişik oldu. Bildiğiniz / bilmediğiniz üzere, Lost’u yapan amcalar Stephen King’in hayranları oluyorlar kendileri onlar (çok da alakalı değil ama misal bkz. Lost in Langoliers). İşte, bizim Steve de, Lost’tan etkilenmiş olacak, almış bu gençleri karşısına, demiş ki “Eğer Kara Kule’yi siz çekecek olursanız, ben size yayın hakkını sembolik olarak 19$’a (vardır bir sebebi meblağın elbet) devrederim.” Onlar da çok sevinmişler, Stephen’ın elini öpmüşler, ve eklemişler “Ağabey, çok sağol, onur duyduk, ammavelakin şimdi günümüz gecemiz Lost’la geçiyor, onu bitirir bitirmez başlarız müsaadenle… hem de onu şanına yakışır olarak çekelim, 7 film yapalım.” demişler. Buradan anlıyoruz ki -bence- önümüzdeki sezon Lost’ta “King” soyadlı bir amca peyda oluverecek — bir de bunlar garanti S. King 7 seneye kalmaz, üzerine uçak düşer müşer diye bence kendisinin olduğu ilgili bölümleri mavi perde önünde çekiyorlar bile. Bitti.

onurküçük’e : MazharFuatÖzkan dinleyesim geldi benim bugün, özellikle de “Nerdeyiz” parçasını. Yanımda yoktu haliyle, aradım taradım, arkadaşlar sağolsun (“Arkadaşlar iyidir” – Tabutta Rövaşata’dan), dinleyeceğiz elbet. Sertab Erener’in yorumunu da severim ben, onu dinledim bir müddet. Şarkı hangi albümlerindeymiş diye bakınırken gördüm ki “Geldiler” albümünde yer almış (eMeFÖ başlıyor aynen kasette) sene 1992, ben 15 yaşındayım. 15 yaşında sevilir o albüm ama şimdi yakışmıyor tabii, ama sonra da diyorum ki, MazharFuatÖzkan başka şey, eMeFÖ başka bir şey. Ece’ye bu aralar Barış Manço dinletiyoruz, işte “Arkadaşım Eşek”, “Nane Limon Kabuğu”, “Domates Biber Patlıcan” gibi didaktik döneminden — o şarkıları da ben böyle topluca abidik gubidik albümlere doluşturduğunu sanagelirdim (sarı gelin), hayır, heyhat, o da öyle değilmiş. Misal “İşte Hendek İşte Deve” ile “S.O.S. Aman Hocam” Değmesin Yağlı Boya (1986)‘da; “Arkadaşım Eşek” ile “Alla Beni Pulla Beni” ve “Gülpembe” Sözüm Meclisten Dışarı (1981)‘da; “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa” ile “Anlıyorsun Değil Mi?” ve “Aynalı Kemer İnce Bele” Yeni Bir Gün (1979) albümlerinde birlikte durmuşlar.. Bunlar eski örnekler, sonra 7’den 77’ye olayıyla ibrenin ucu çocuklardan yana iyice kaçıyor: “Nane Limon Kabuğu”, “Zehra”, “Anahtar” ile “Affet Beni” ve “Sakız Hanım – Mahur Bey” Sahibinden İhtiyaçtan (1988); “Domates, Biber, Patlıcan”, “7’den 77’ye / Delikanlı Gibi” (oyoyoy!), “Günaydın Çocuklar” ile “Kara Sevda” ve “Can Bedenden Çıkmayınca” Darısı Başınıza (1989) albümlerinde. Ondan sonra kopuyor olay zaten (Mega Manço (1992), Müsaadenizle Çocuklar (1995)). Fikret Kızılok bile dışında değildi bu işin, aklıma geldikçe kızarım: Yana Yana’yı (1988) dinlersiniz, kasedin A yüzü İnişlerim Çıkışlarım gibi harikulade bir şarkıyla biter, arka yüzü çevirirsiniz, tokat gibi “Why High One Why” başlar yani buraya kadar dinlediğinize pişman eder sizi (Zangief in kafa üstü oturtmasına benzer). Bendeki Fikret Kızılok kasedimin boş kısımlarına Whale’in “Hobo Humpin’ Slobo Babe”inin en civcivli kısmını çekmiştim (son 20 saniye), o da B yüzünün son şarkısı “Ben Gidersem”in ardından soğuk duş etkisi yapardı (silkiniş! Am I Evil? Yes I am – Metallica dinlediydim geçen hafta paso bir gün, dünü de -ve bugüne de sarktı- Queen günü yaptım, ne kadar mutlu mesut bahtiyar zeki müren oldum — oooh looove, oooh loveeeerbooooy! what’re you doin’ tonight, hey boy 8). Bir de yazarken bunu da yazacaktım demin, metallica referansı rayımdan, yörüngemden çıkardı: Birkaç gün evvel nihayet aklıma getirip, yıllarca bir türlü erişemediğim Whale’in 1988 tarihli “All Disco Dance Must End In Broken Bones” adlı ikinci ve nihai albümünü bulup tadına baktım, hiç olmamıştı, üzüldüm (sözüm size Yeah Yeah Yeahs! It’s Blitz! hezimetinden sonra bir tek şansınız daha var, bir daha uyarmayacağım, iki.).

eki’ye : Kath & Kim bu da Parks and Recreation ile eşzamanlı olarak varlığını öğrendiğim diğer diziydi — Ofis ve Life in Mars benzeri, yurtdışında (bunun geldiği yer Avusturalya) tutulan bir dizinin uyarlamasıymış. İlk bölümü başladık seyretmeye, çok şaşırdık. Nasıl yani? Boş. Ya, hani o kadar anlamsız /boş bir dizi olur, dersiniz ki “hiçbir şey bu kadar boş olamaz, kesin bize bir şeylerin göndermesini yapıp duruyor, kaçırıyoruz” ama aslında hakikaten bir şey yoktur, siz bir-şeye-benzeyerek-benzediği-şeyin-acımasız-fekat-zeka-dolu-eleştirisini-yapıyor sanın istediğiniz kadar, yok öyle bir şey. Yani başrol oyuncularının 3/4’üne (şu taze damadı oynayan çocuğu tanımıyordum bir tek) saygısı olan bir insan, bir kardeş olarak üzüldüm. (Ben 28 yaşındayım, Uygar benim ismim.)

evet, pardusçulara, ex-pardusçulara kolay gelsin bu civcivli günlerde. (that was the something completeyle different part, ne oldu, beğenemedin mi dört göz? 😛 8).

sonradan edit: emir’e de Futurama’nın Comedy Central’la 26 bölümlüğüne anlaştığını yazacaktım (sonradan öğrendim ama öyle yazıyorum işte) ama Pardus’la bir bağlantısı olmadığından yazmadım (aslında niye yazmadığımı artık biliyorsunuz siz değerli parantez içi okurları!).

yıllar sonra.

Reflections (Diana Ross & the Supremes söyler bunu)
Through the mirror of my mind
Time after time
I see reflections of you and me

Reflections of
The way life used to be
Reflections of
The love you took from me

Oh, I’m all alone now
No love to shield me
Trapped in a world
That’s a distorted reality

Hapiness you took from me
And left me alone
With only memories

Through the mirror of my mind
Through these tears that I’m crying
Reflects a hurt I can’t control
’cause although you’re gone
I keep holding on
To the happy times
Oh, when you were mine

As I peer through the window
Of lost time
Looking over my yesterdays
And all the love I gave all in vain
(all the love) all the love
That I’ve waisted
(all the tears) all the tears
That I’ve taisted
All in vain

Through the hollow of my tears
I see a dream that’s lost
From the hurt
That you have caused

Everywhere I turn
Seems like everything I see
Reflects the love that used to be

In you I put
All my faith and trust
Right before my eyes
My world has turned to dust

After all the nights
I sat alone and wept
Just a handful of promisses
Are all that’s left of loving you

Reflections of
The way life used to be
Reflections of
The love you took from me

In you I put
All my faith and trust
Right before my eyes
My world has turned to dust…

iki soru iki cevap

>> Merhaba Emre Bey, öncelikle e-posta yoluyla bu röportajı gerçekleştirmeyi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim.
Rica ederim.

>> Bugün piyango çıksa ne yaparsınız?
Hemen Neko Case’in evinin (arsasının) yanında bir ev alırım (yoksa da yaptırırım). Ömür boyu komşu edinirim kendisini, yaz akşamlarında da bizim terasta ailecek otururuz, onu dinleriz bir güzel çayımızı yudumlarken, üzerimizde de hırkalarımız olur. Hepi topu rakamla 13 gün evvel keşfettiğim bir insan nasıl böyle kaplayıverdi bir dinleyici olarak katıldığım müzik yaşamımı, hala anlayamıyorum… Garip, çok garip… (Buradan Ekin ve Gürer Beylere de bir kez daha ‘”The Tigers Have Spoken”ı mutlaka bir an evvel dinleyin, hayratımı dikeceksiniz şükranınızdan’ demek istiyorum!)

>> Bugün ilk defa dinlediğiniz “Girl Talk” hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Yani, başta Feed the Animals albümünden “Play Your Part 1” olmak üzere 3-5 şarkı dinledim, cevabı da yüksek müsaadeleriyle Leonard Cohen’den alıntılamak suretiyle vermek isterim: “I saw the future / Baby it is murder.” (Amanın diyeyim ben).

>> Eğer bu röportajı siz hazırlıyor olsanız, kendinize hangi soruyu sormak isterdiniz?
Görüşmeyelim bir müddet mümkünse.

ormana bakarken ağaçları görememek… (obm beyin dikkatine)

ha ha ha! başlığı okuyunca demişinizdir ki, “ahanda derin psikoanalitik ve dahi katalitik bir enderun giriş böceği daha bizi beklemekte, ne mutlu bize, aydınlanmamıza, çok yaşa sururi!”

Değil iki gözüm anam babam, öyle entel dantel neko case’ler filan yazarken, methiyeler düzer iken neredeyse gözümüzün bebeklerinden birini gözümüzden kaçırıyorduk:

Yeahx3s It's Blitz

Yeah Yeah Yeahs – It’s Blitz!


Çıkış tarihi için 9 Mart diyor, 23 Şubat’ta da internete düşmüş. Yaşlanıyorum yahu. OBM bey, bak hala daha oturuyorsunuz, haydi efendim, haydi, dar gelsin bize şimdi bu alemler, bulana kadar durmayalım, durana kadar bulmayalım!

yorum yorum üstüne…

Belki biliyorsunuzdur, belki bilmiyorsunuzdur, bu aralar sevgili Löker(ler) cümbür cemaat, tam gaz Twitter işine girdiler, iyi de ettiler, hatta ben bile bir ara aşka gelip, “twitter’a ciddi olarak takılsam mı?” demeye bile başladım. Ha, ama twitter bize göre değil, çok emek istiyor, hem benim, işte gördüğünüz üzere misler gibi blogum da var (Löker’in de var ama benimki daha aktif 8), yazacak olursam buraya yazarım, değil mi efendim, evet, haklısınız.

Geçenlerde Löker 30 Rock konusunda yazdığım girişe bir yorumda bulunmuştu:
@Löker: Löker, hakikaten çok haklısın, insan nasıl da soğur öylesi bir durumda, ağzıyla kuş tutsa bile diğeri. Wikipedia’dan okuduğum kadarı ile, senin dizinin rating’i daha yüksekmiş ama maliyeti de daha yüksek olduğu için çekmişler fişini. 30 Rock’ın en sevdiğim özelliklerinden biri de bana hastası olduğum Arrested Development’ı hatırlatması, onun kadar olmasa da, hayli bir enerji pompalı geliyorlar. Özellikle bugün seyrettiğim bölüm (S01E09 – The Baby Show) hayli iyiydi… Yeni Nokia’nı da güle güle kullan, ben bir süredir benimkini (770 nam-ı diğer “Nina”) epey ihmal ettim, kağıttan kipat okur oldum, kulaklıkla ilgili kısmı da göçeli epey olmuştu, neyse, elimdeki kitap bitince (Haruki Murakami – The Elephant Vanishes), başlamayı planladığım kitap (Connie Willis – To Say Nothing of the Dog) neyse ki elektronik formatta (elektronik mekanik gibisi yok) (Bu arada, iki kitabın isimleri arasındaki korrelasyon da gözden kaçmaz sanırım).

Bir diğer “yorumuna yorum” yazmak istediğim zat da sevgili Dee. Onunla da en son şu 80’ler listesi üzerinden haberleşmiştik. Dee, listede niye Michael Jackson yok, olsa hangisini koyardım, onu düşündüm geçen gün. Herhalde Smooth Criminal’ı. Gazebo filan koymazdım, keza Alphaville filan de. Neyi nasıl koyacağımı bilmiyorum ama çok net bir kesinlikle bir şarkının olup olmayacağını söyleyebiliyorum. Mesela Genesis biçilmiş kaftan idi. Metodoloji, otodoloji, ortodonti. Muhabbet şahane, liste hikaye ama after all.. Bir de, Cure ile Depeche Mode’u başlarda hiç sevmedim, sonra ısındım, benzer şekilde Bob Dylan’ı da seveceğime ihtimal bile vermezdim. Ben daha orta 2’ye giderken ki, New Kids on the Block yeni patlamıştı (yok, ben Metallica dinlerdim o zamanlar), Murat diye bir arkadaşım vardı, U2, Police ve bir şey daha dinlerdi, anlayamazdım. U2 yeni albüm çıkarmış ama benden uzak olsunlar lütfen (hayır, Bono, sen “hayır”dan anlamaz mısın, söylesene bana?).

Müzik konusuna gelince, bugün okulda nasıl da bir “Echo & The Bunnyman – Killing Moon” dinleyesim hasıl oldu, anlatamam (ama işte böyle sarı, uzun, derin bir şeydi). Şimdi bana deseniz ki, bize bu güzide gruptan bir şarkının daha adını söyle, söyleyemem ama işte bu Killing Moon’a öyle hasrettim ki, bir çabam bile yoktu. Şarkıyı ancak eve geldikten çok sonra dinledim, değdi mi, değdi tabii, her zaman.. Sonra yine açtım Neko Case teyzeyi, ben bu teyzeyi çok sevdim, özellikle de The Tigers Have Spoken (konser) albümünü. Yani dün bir, bugün iki ama şu alternative country (oxymoron sayılır mı acep bu laf?) her ne menem bir şeyse, hoşuma gitti (peki kızıl saçların hiç mi etkisi yok? E vardır elbet, ama Willie Nelson’da olursa o başka (istemem o zaman anlamında)).

Şu Kuzuların Sessizliği prequel’i vardı ya, Edward Norton, Emily Watson’lı olan, Kızıl Ejder olsa gerek, işte onun başında sevgili Hannibal’ımız, konserde yanlış çaldı diye bir arkadaşı yer (başının etini değil, o filmin sonu). Ya, tabii ki 100% uyumdan bahsedemeyiz ama onu biraz da olsa anlayabiliyorum (yine de yemek kısmını değil). Kaba insanları sevmiyorum, kaba insanları hiç sevmiyorum. Mesela -büyük ölçekte- Can Yücel’i ele alalım; almayalım, sevmedim sevemem Can Yücel’i. Hani Türk filmlerinde vardır, fakir ama dürüstlerdir, candandırlar, birbirlerine söverler ama birbirleri için ölürler de, ben istemem kardeşim. Ben daha çok gene aynı filmlerdeki küstah-zengin-düzenbaz-röpdaşambırlı-ince bıyıklı amcalar takımına dahilim sanırım (asalet bizim kanımızda). Kasıntı mıyım, neyim ama protokolü isterim samimi olmadığım insanlarla münasabetlerde (ha samimi ol canımı ye). Arkadaşlarımın çok büyük bir çoğunluğu küfür etmezler ve dahi anlamında -de’leri ayrı, ismin -de hali olan ekleri de bitişik yazarlar, böyle de bir şey. Bunu şimdi niye dedim ki ben? Ya, ne zamandır yazasım vardı, böyle buna adanmış bir giriş yapmayayım, çok nefret dolu olacak dedim, araya sıkıştırdım, fena mı ettim?..

Geçen gün -sonunda- Punch Drunk Love’ı seyrettik, bir süredir merak ediyordum, beğenmedim ben pek. Ama geçen hafta 1940 yapımı The Shop Around The Corner çok lezizdi, tadı damağımda kaldı.

Bir buçuk aydan fazla bir zamandır, termodinamik ve istatistikten zevk alıyorum, bir yaşıma daha girdim.

Saat 12 olmuş (10 dakikası var ama olsun), uykum var (çok), sabah 7.30’da Ece gelip uyandırır, o yüzden artık yatayım yavaştan (hızlıdan).

Haydi iyi geceler (niye yazdım ki ben şu son şeyleri şimdi yok Kızıl Ejder, Yeşil Elma, ne gerek vardı?)

J.D., Turk’ü seviyor.