Daha kısa..

Bugün ömrümden 2 saat gerek internette söz taramak, gerekse mütemadiyen dinlemek sureti ile Ian Curtis’in “Is it me, is it you?” dediği şarkıyı aramakla geçti. Bulamadım. O kadar Joy Division’dan sonra Chameleons’la devam edeyim dedim, ikinci şarkıda “Yoksa?.. Acaba?..” diyerek Ord. Prof. Google’a sordum, “Evek,” dedi, “Pleasure and Pain” (by the Chameleons). Hazır müzikten gidiyorken geçen gün (dün?) bir de Clash belgeseli “Westway to the World”ü izledim, elemanları ayrı ayrı konuşturmuşlar, üzerine de arşivden görüntü bindirmişler. Ramones’un “End of the Century”sinden sonra biraz yavan kaldı. Bir de tamam, partizanlık yapıyor olacağım ama Ramones’un sadece bir cümlede bahsi geçti, ayıp edildiği kanaatindeyim. “End of the Century”deki Joe Strummer röportajında (ki rahmetlinin son kaydıdır) bizzat kendisi nasıl Sex Pistols tayfası ile birlikte Ramones’un İngiltere konserinde onlara hasta olduklarını, arka camdan filan girdiklerini, o günden sonra da işte sound mound vesaire.. (cut). Or shut your mouth and pretend you enjoy it… Mick Jones harbi harbi bir insanmış, çok takdir ettim kendisini / Joe Strummer zaten bizden sayılır, efendi çocuktur, iyi aile çocuğudur. You need a little jump of electrical shockers / You better leave town if you only wanna knock us /Nothing stands the pressure of the clash city rockers

alt başlık.

…samimi söylüyorum, Liu o şekilde gittikten sonra bir daha Turandot’un yüzüne dahi bakmazdım. (depreşti yine. tamamıyla unutmuştum Liu meselesini, şimdi millet "aaaa!" deyince (Tu, che di gel sei cinta) kendime geldim, hatırladım. istemem, eksik olsun öyle prenses). Tü sana!


Sonradan edit(ler):


Fotoğraf: Malin Arnesson (imiş)


bu fotoğrafı etkileyici bulduysanız, bir de kaynağına bakın. Hayran kaldım.. (Turandot’u ilgili fotoğrafta canlandıran kraliçe İsveç-Amerikan ortak yapımı Erika Sunnegårdh imiş. Kişisel web sayfası http://www.erikasunnegardh.com/ adresinde ama siz hemen oradan başka bir iç linke geçin, çok korkunç (hayat dolu?) bir fotoğrafını koymuş giriş sayfasına.. (mesela biyografisindeki ikinci resim için ölünmese bile, bayılınmasa bile derinden bir ah çekilebilir. Bir de tabii Ute Lemper’i tam da bu noktada anmazsak olmaz.)

death in film/müzik

Dün akşamın bir vakti, geceye doğru, öyle demleniyordum harddisk’in filmler reyonunda.. Önce Juno‘ya takıldım biraz, oradan Closer, sonra Lars and the Real Girl, Half Nelson, Garden State, Four Weddings and a Funeral geldi sırayla… Garden State’in hemen başlarında, işte işe gelip de, benzin pompasını da beraberinde götürdüğünü anladığı sahnede bir müzik çalar, tanıdık geldi, noktayı koyamadım, imdb’yi açtım, şarkılara bakarken Zero 7 – In the waiting line’ı gördüm. Bera 2001’de geldiğinde getirmişti yanında albümü (Simple Things) taze taze dumanı üstünde.. Dinlemiştim ben de güzelce yeri geldiğinde o günden beri. Neyse. O sırada elimin altında (harddisk’te) mevcut olmadığından, youtube’den açayım dedim ilgili şarkıyı, bakayım o muymuş hakikaten de o esnada çalan şarkı. Şarkının bir konser versiyonunu buldum, iyi peki, haydi bakalım ve bir anda orada ölüverdim (“Ben mıhlanıp kaldığım yerde Allahın dediği olur.” – Emekli Binbaşı Ali Kocaer / Zetübiyer). Normalde konserlere uzuuuun bir süredir gitmeyen bir insanım (bkz 5 Mayıs 2006 tarihli şu girişin son paragrafı) hele de Zero 7 gibi sırtını elektroniğe dayayan bir grubun konserine gitmek isteyebileceğimi rüyamda düşünsem uyanınca abes bulurdum. Ama işte o konser kaydını izlerken kıpırdayamadım, öylece kaldım. Çok mu farklı bir yorum icra ediyorlar konserde albümdeki kayda kıyasla? Hayır. Ama işte ambiyans denen şey geliyor orada öyle kaplıyor her yeri. Yani eğer sistemi hackleyip, cennete gidecek olursam (bir haftadır matrix seyrediyorum öyle yaya yaya günlere, ağırdan, tekrar tekrarlardan), orada çalacak bir grup daha oldu. Anlatmakla olmuyor, yaşamak (ve akabinde benim gibi ölmek) lazım. Sophie Barker, ladies and gentlemen…

Hamiş: Benzin pompalı şarkı Coldplay – Don’t Panic imiş bu arada, minör detay.

Status update ya da

  • Neko Case “People Got A Lotta Nerve”e klip çekmiş. Kaplanın kızları yemesi dışında çok hipisel olmuş, olmamış. Komşuluk teklifim/isteğim/dileğim hala geçerli. (Klibin çıktığından Georgina sayesinde haberim oldu)
  • Bu aralar Camera Obscura – My Maudlin Career dinliyorum severek. öyle 60’lar gibi ama 2009 tarihli. Bir de Bat for Lashes’dan Fur and Gold’u — hele de Horse and I ne muazzam bir şarkıdır öyle. (Bu gruplardan Georgina sayesinde haberim oldu)
  • 80’ler listemi epey geliştirdim andığım günden beri. Yakında revize edilmiş (ne korkunç bir zorlamadır bu “revize dilmek” edimi! Yani benzetmek gibi olmasın ama “iğdiş edilmek” gibi geliyor kulağa (evet, o benim freudyenliğim)..) halini buraya bir yere asarım.. (Dün Georgina’dan 80lerin hitlerini içeren muazzam uzunlukta bir liste aldım, oradan bakıp bakıp “aaa bunu da atlamışız” demekle geçti akşamımız..)
  • Crying at Airports sanırım -bence- gelmiş geçmiş en iyi şarkı ismi. İlk göz ağrılarımdan Whale’in bir türlü bulamadığım da sonra unutup, sonra hatırlayıp yıllar sonra kavuştuğum 98 tarihli ikinci ve son albümlerinden bir şarkının ismi. Şarkı da albüm de iyi değil ama bu şarkının ismi (crying at airports), ama bu albümün ismi (all disco dance must end in broken bones) ve ama kapağı… nasılnasılnasıl ümit vaat ediyor, ah!
  • Hep böyle müzik şarkı gittim ama başka şeyler de var. (“Boğazını temizler” — ki bu da apayrı bir güzelliktir / Boğazımı temizliyorum, yani demek istiyorum ki, bir giriş yapacağım. Ne zaman giriş yapsam boğazımı temizlerim yani ben, yeni bir sayfa gibi. Ha çıkışlarda ne mi yapıyorum, nasıl mı veriyorum konuşmamın bittiği mesajını? Tabii ki arkaya 3 salto ve takiben bir parende ya da her nasıl yazılıyorsa (Salto nedir, parende nedir, hangisidir, ondan da emin değilim ya… (arkaya 3 salto atıp, mütekaip(?) bir parende yapar/atar/ovalara yayılır)) geçen gün kişisel isa Wiki’mdeki arzu sepetimde keşfettiğim (hem de taa 19 Şubat’ta girmişim ilgili list item’ı (bir de A-Team vardı)) Two Lovers‘ı izledik, acaip iyiydi, hatta o kadar iyiydi ki (yani beni duvardan duvara halı.. kısmını boşveriyorum), niye Joaquin Phoenix ile Gwyneth Paltrow gibi isimleri oynatmışlar, çok merak ettim. Vinessa Shaw müthişti. Kim bu kim bu nereden diye diye filmin sonunu getirdim. Hillary Swank’ın gençliği gibi, film boyunca parladı durdu, filmin sonunda baktım, bilmiyormuşum, ilk ciddi görüşümmüş kendisini..
  • Film deyince, bir de -yine geçen gün- canım çekti, favori filmlerimden Station Agent‘ı taktım (nereye? nereye ne takıyorsun sen? harddisk’i bağlayıp, çift tıklatıyorsun ancak!), onu seyrederken birkaç gündür aşerdiğim Air – You make it easy’yi de aradan çıkartayım dedim, onu da simultane (kadıköy simul taner) başlattım — öyle bir yere denk getirmişim ki, filme özellikle seçseler bu kadar senkronize olurmuş (merak edenler için: Peter Dinklage rayların üzerinde yürürken, küçük kız bunun peşine takılıyor, o ona merhaba deyince kız kaçıyor, sonra fade to akşam, kapı çalınıyor, Patricia Clarkson elinde bir şişe şarapla gelmiş, işte tam oradaki fade to akşam kısmında başlatın) — sahneyle başlıyor, sahneyle bitiyor şarkı da (alakasız ama, filmi bu seyredişimde fark ettim : müziklerini Stephen Trask (efsanevi Hedwig and the Angry Inch) ayarlamış. Film tabii her zamanki gibi çok çok güzeldi, sonunu getirmesem de..
  • (Bir şeyler daha yazacaktım sanki.. Hah!) Iris Murdoch’tan “The Sea, The Sea” (for the 2nd time) okumalarım yine devam ediyor, onu ilk okuduğumda nasıl sağ kalmışım, hem şaşıyor, hem de tebrik ediyorum kendimi (Jaws: The Revenge: This time it gets personal).
  • “Two Lovers”ı yazarken değindiğim listemdeki diğer birkaç film (çoğunu başarıyla temizledim) : The Reader, Rec, bir de Primer.
  • Çok geç oldu burada, yatıyorum ben şimdi balkabağına dönüşmeden bu giriş. (ThisTornadoLovesYouThisTornadoLovesYouThisTornadoLovesYou — WhatWillMakeYouBelieveMe?)