ece’nin babası dizileri fazla ciddiye alıyor..

İnsan bu kadar çok dizi seyredince, aklına ilginç şeyler de gelmesi olağan karşılanmalı (ya da aklına gelen şeylerin ilginç olduğunu düşünmesi). Dizi projeleri başlıklı dosyamın en başında yer alan maddelerden biri şudur:

Dizide rol alan oyunculardan birinin oynadığı bir başka role referans yapılması. Mesela Community’nin Brita’sı, Choke filminde striptizciyi oynar, buradan yola çıkarak, bütün karakterler film seyretmek için bir araya geldiklerinde filmleri gözden geçirirlerken, Jeff, “Choke’u izleyelim” der fakat Brita ısrarla karşı çıkar. Bu, benim fantezimdi ama mesela bizatihi yaşanmış örnekleri var. Misal Scrubs’da J.D. hademenin (The Janitor) “geçmişindeki” oyunculuk kariyerini keşfeder Kaçak / The Fugitive’ı seyrederken bir anda. Ben de kendisini Home Alone 3’de (Scarlett Johanson ki, Löker’im taa The Horse Whisper’da kendisine tanıyı koymuş idi) görüp loyloy olmuştum. House da bir bölümde hastanede Cuddy’nin transseksüel olduğu söylentisini yayar ki, Lisa Edelstein’ı bizim kuşak tabii ki ilk olarak Ally McBeal’deki transseksüel rolüyle hatırlar. Geçen gün de Castle’ı seyrederken (2×17), annesini oynayan Susan Sullivan’ı kendisini 1977’de oynadığı Hulk pilot bölümünde izlerken gördük. Cop Out‘da da Bruce Willis Hippi Kayey‘i hiç duymadığını söylüyordu. Ama tabii ki bu tür hayvanlığın en ileri ve kopartıcı versiyonu ailemizin en favori filmlerinden olan (hatta ben 2’ye 1’den bile daha hasta olurum) Ocean’s n; nE{11,12} 12’de vuku bulur, Julia Roberts’ın Julia Roberts’ı canlandırmaya çalıştığı sahnelerde, oyy, oyy.. Bunu Jonathan Ames dün seyrettiğimiz Bored to Death bölümüyle (2×2) egale etti, şöyle ki: Diziyi Jonathan Ames yazıyor, ana karakter de Jason Schwartzman’ın canlandırdığı kendisi bir yere kadar, işte Gece Gibi Geçiyorum’u yazmış, ikinci kitabı üzerine debeleniyor, buraya kadar bir derece tamam ama dünkü bölümde Irvin adlı bir karakter olarak çıkageldi, üstelik üstünüze afiyet çırılçıplak! Anlatılmaz, yaşanır izlenir. ZAZ’ın Uçak’ında da Kerim Abdülcabbar’ın benzer minvalde bir sahnesi vardır: çocuk babasının L.A. Lakers eleştirilerini pilota saydıkça, Kerim Abdülcabbar, basketle ilgisinin olmadığını ısrar etse de, en sonunda dayanamaz ve çocuğa babasına söylemesini, çok kolaysa kendisinin çıkıp oynamasını … eder (sanki “te” ile başlıyordu ama tembih değildi, nasihat da. Bulamadım.)

Annem buradayken bana halen oynamakta olan bir Türk dizisinde bir kız karakterini başka bir diziye geçişinin, o yeni dizinin karakterlerinin bu öbür diziye misafir olup da, kızı o şekilde alıp götürdüklerini anlattı. Eskiden Bir Başka Gece’de miydi, hatırlamıyorum, Müjdat Gezen’in oynadığı bir çingene dizisi olurdu (evet, Bir Başka Gece idi ve Darbukatör Baryam tiplemesi idi). Orada Nilgün Belgün karısını canlandırmaktaydı, sonra -artık buralarda uyduruyor olabilirim- başka bir çingene dizisinde oynamaya devam etti. İşte bu dizinin bir bölümünde (son?) Müjdat Gezen’le karşılaşıyorlardı – bu ikinci dizide (internetten baktım, adı Cümbüş Sokak’mış), işler biraz postmodern hal alıyordu (sıkıldım yazmaktan).

Bir de dizilerde pek görülmeyen ama hayatta epey sıklıkla karşılaşılan durumlar vardır, dizide görünce şaşırdığım, sevindiğim. Louie‘nin bir bölümünde (1×9) Louie bir hanım arkadaşıyla bir kafede laflaşırken kolejli hayvanlar (bunlardan Türkiye’de milyonlarca vardı, kolej=lise) tarafından taciz edilirler, akşamlarının tadı kaçar. Louie onu taciz eden grubun alfasını evine kadar takip eder, ailesiyle konuşmaktır amacı. İlk başta her şey beklendiği üzere gelişir ama sonrasında kurgu biter, hayatımda gördüğüm en gerçeğe uygun sahneler başlar. Dünkü Bored to Death’de de Jonathan, George ve Richard’ın sedir (ottoman) üzerindeki hali de öyle bir andı benim için.

C&H Nov 11, 1987
Şimdi başlıktan dolayı C&H’u alıntıladım ya, oradan aklıma geldi. Birkaç zamandır http://www.pantsareoverrated.com “Hobbes & Bacon” başlığıyla bayrağı devam ettirme teşebbüslerinde bulunuyor. Oradaki arkadaşların samimiyetinden şüphe duymasam da (özellikle de isim bulma konusundaki açıklamalarını çok güzel bulduysam da), yine de eski kafalı, tutucu bir C&H sever olarak, tasvip etmiyorum, oxyim moronum, olabilir.

Dertli gönüllere giren, etc, est…

Sizden güzel olmasın ama… (yeni diziler)

Geçen girişte yılın dizilerinden bahsederken yorumlarda galiba Outsourced’u söylemiştim ya, işte ona devam ediyorduk, böyle HIMYM’ın ilk sezonlarının heyecanı/havası var idi, hoşumuza gidiyordu, sonra canım bir tanem Emir(im), Raising Hope’u ve Community’yi önerdi, Raising Hope’da da My Name is Earl havası var, onu da (daha da severek izledik), işte oradaki anneye bayıldık, hayran olduk (kuş sesleri), zaten diziyi de My Name is Earl’ün amcası yapıyormuş, neyse, sadede gelelim:

Community. Budur. (ve evet, oradaki gerçekten de Chevy Chase)  [bu girişe başlamadan az evvel resim ararken efsanevi dizimiz Arrested Development’la bir akrabalığı olduğu yönünde duyumlar aldık].

Özetle, Community’yi severim ama Sui‘yi daha da çok severim (ben).

Yılın Listesi: Diziler (2010)

Bu sene, geçen sene başladığımız Modern Family’yi beğenerek izlemeye devam ediyoruz. Yeni dizi olarak, Parks and Recreations’dan aşinalığımızın olduğu Louie C.K.’in dizisi Louie var, 12 bölümlük ilk sezonu bir çırpıda tüketik (başladığımızda 4 bölümü filan çıkmıştı galiba, ondan sonra bir haftanın geçmesini iple çektik).

Louie, iyi bir dizi değil, komik bir dizi değil ama değişik bir dizi. Pek güldüğünüz olmuyor, ama doğallığı sizi (bizi) sarıyor (sardı). Tabii bir de Louie C.K.’nın pek bir şeye takmazlığı ve dünyayı kurtarmazlığı var. Açıkçası, Bengü’yle diziyi neden beğendiğimizi tam olarak bilemesek de, işte tahminlerimiz bu saydıklarım. Pek tavsiye edemem, arkasında duramam (nitekim Dee çaba gösterse de beğenememişti misal (yaw yoksa o bir başka dizi miydi?)

Bu sene dizi aralarında Castle ve Burn Notice’le dolduruyorduk. İşte sevdiğimiz Leverage (“… we provide.. hbrç”) aynı B-series tadıyla güzel gitti yine, bol bol tebessüm ettirdi, A-Takımı’nın filmi de iyiydi. Geçen sene bayıla bayıla izlediğimiz Lie to Me’ye anlaşılan nazar değdirmişiz, o da ağabeyi House’un yolundan koşar adım gidiyor gereksiz aile dramları, az aksiyon, yapay sorunlar kullanımıyla. House, bildiğiniz House (Patron kızma). Bildiğim kadarıyla Bengü bu konuda birtakım şeyler söyleyecek, ona birkaç gün veriyorum, olmazsa yorum kısmında açarım demek istediklerimi.

Big Bang Theory’yi izlemeyi bıraktık. Komik değil, gerçekçi değil, başta Sheldon bir insandı, son aldığı formu bilmiyorum ve dizinin merkezine oturtulması da hayli üzücü oldu benim açımdan (bir üzüldüm bir üzüldüm, sormayın). Ayrıca Penny nasıl oldu da o ilk sezondaki “glamor”ını kaybetti, o da muamma.

Yine Bengü’nün yazacağını düşündüğüm bir başka konunun anahtar kelimeleri: HIMYM, Glee, Ekin.

Hustle’a ara vermiştik, sevmediğimizden değil de zamansızlıktan (1 saat ya! İngilizler’de ayar denen şey yok. Sezon 6 bölüm, her bölüm 1 saat!), onu tekrar izlemeye başladık. Sherlock’u Hande önermişti, bizi (beni) o kadar da açmadı.

30 Rock desen, onu da zoraki, eski günlerin hatrına seyrediyoruz.

Ama işte Parks and Recreation öyle mi! Zaten iyiydi, bu sene süper başladı, kanat takıp uçuyordu, şimdi 6 bölümün ardından yine tatile girdi, bekle dur bakalım. Parks and Recreation, “bize has” bir dizi. Böyle oluşundan şüpheleniyorduk ama geçenlerde bir arkadaş bizdeyken seyredelim dedik, biz kahkahadan kırılırken, haliyle merak etti, “neye gülüyorsunuz, üçümüz de aynı şeyi seyrediyoruz, anlayamadığım bir şeyler oluyor anlaşılan, bana da anlatır mısınız?” dedi, biz de cevap veremedik, anlatamadık. Ron Swanson’ın bir kaş kaldırışı bile bizi kopartabiliyor. Karakterler çok oturduğu için, onlar bir şey demeseler de, biz anlayıp gülüyoruz (ya da benim korktuğum üzere, onlar bir şey demiyorlar, ima da etmiyorlar, ama biz yine de anlayıp gülüyoruz…)

Yılın Listesi, Filmler girişinde değindiğim üzere, Lie To Me’nin Detektif Wallowski’sine vurulmuş durumdayım (Monique Gabriela Curnen), HIMYM’da House’un Allison Cameron’ı Jennifer Morisson’ını görünce şok yaşadık (Bengü, yazacaksın, değil mi?) hiç böyle genç rolü yakışmamış koca kadıncağıza dedim, sonra kontrol ettim gerçek doğum tarihini, oturdum aşağı. Meğer House’la gençliğini yaşayamamış.

Geç oldu, uykum var, artık yatmam laızm: Yılın Dizisi: Parks and Recreation.

Haydi iyi geceler.

Alexa Hennig von Lange ile Maria Rita Epik (ya da: şarkısız)

Geçen hafta Ece ile, hem elimizdeki kitapları iade etmek, hem de yenilerini almak üzere bizim mahallenin kütüphanesine gittik. Çocuk kısmından çıkıp, memurun masasının orada sıramızın gelmesini bekliyorduk ki, gözüme yeni gelen kitapların sergilendiği raf ilişti. Kitapların arasında geçen sene okuyup da pek (hiç) beğenmediğim “The Curious Incident of the Dog in the Night Time”ın yazarı Mark Haddon’ın yeni kitabı “Boom!”, onun altında da daha önce hiç duymadığım bir yazarın (Alexa Hennig von Lange) hoş kapaklı “Tengo Suerte” (Şanslıyım) adlı kitabı vardı. Kitapla yazarın adını not edip, Ece’nin kitaplarını işlettirip, eve döndük.

Eve dönünce internetten baktım, işte böylelikle tanışmış olduk pek sevgili Alexa Hennig von Lange ile. İngilizce’ye çevrilmiş hiç kitabı yok ama Bengü’nün de tasvip ettiği üzere, insanın fotoğraflarına bakınca kitabını da okumak istediği türden bir fiziksel entitiy (oluşum). Bunca sıkıcı adamı/kadını tipine bakmayıp okuduk da ne oldu, bir de böylesini denemeli.

Gelelim Maria Rita Epik’e. Maria Hanım, 1979 yılında Eurovision yarışmasında “Seviyorum” adlı şarkısıyla ve 21. Peron adlı grupla ülkemizi temsil etmek üzere seçilen kişi. Sonradan Araplar demiş ki, yok kardeşim, bu yarışma İsrail’de ve dahi Kudüs’te yapılacak (Su yeniden yazmaya başladı bu arada, yupi yupi ya yo (and a bottle of rum)!), haşa zinhar namümkün. Giderseniz keseriz petrolünüzü, tu kaka! İşte bizimkiler de (apartman yöneticisi Sabri Bey, Erdal Özyağcılar, Ercan Yazgan, etc..) çareyi yarışmadan çekilmekte bulmuşlar ve böylelikle bu güzel şarkı ve bir genç hanımın umutları (nokta)

Ne Kitapsız Ne Kedisiz. (seviyorum, seviyorum)