Yılın Listesi: Diziler

 Bu sene bol dizili bir yıl oldu, güzel dizilerdi, güzel olmayanları da ilginçti üstelik. (Baştan belirtelim ki, "Up all night" bütün bu söylediklerimin dışındadır, kötü bir dizidir, bir de bana nispet yapar gibi Community’nin yerine koydular ya, eh ben daha bir şey demeyeyim)

Yılın dizisi Community. Tabii ki Community – hem de eski pırıltısını iyice yitirdiği, ilk sezondaki her biri kendi başına birer dünya, leb-i derya, cihannüma ve camera obscura olan karakterlerini acınası karikatürlere dönüştürmesine rağmen. Efendim, bu dramatik girişten sonra sebeplerimizi sıralayalım müsadenizle: geçen senenin yılın listeleri: diziler girişinden sonra sevgili Sui sağolsun, birkaç dizi de kendisi önerdi: Community’den başka hatırlayamadım şimdi (birkaç ay evvelki önerisi Episodes’ı karıştırmıyorum şimdilik). Community daha ilk bölümünden itibaren bizi bizden aldı, kattı karıştırdı. Çerez gibi her gün 3-4 bölüm seyrettik (o sıralarda ikinci sezonundaydı), kısa sürede de günceli yakaladık. Hasta dizimiz Arrested Development’la akrabalık taşıyan, oldukça uzun bir süre için her bölümünde bir janrı ele alıp suyunu çıkaran ve gerek öz, gerekse geek referansları ile ne kadar da seçkin bir kitleye (geeks & freaks) hitap ettiğini bize göz kırpan bir dizi oldu. Bu noktada bir ara verip, bir kez daha yılın dizisi ilan edelim şöyle ortaya resimli filan:


Chang’in kendini tereyağlayıp havalandırma tüneline sıvıştığı sahneyi sizleri sevdiğimden es geçtim

Sonrası bildiğiniz üzere, Community ratinglerde düşük çıktı (ah bu torrentler azizim — halbuki ne diye Nielsen ratinglerinde mevcut torrent sayısı da kıstas olarak kabul edilmez? Psych mesela, iç reklam olayıyla yıllardır kıvırıyor benim bildiğim), bu sezon kalan bölümleri buza kondu (gösterilecekmiş bir ara ama 4. sezon pek ihtimal dahilinde görünmüyor). Sonuçta 3. sezon "meh" bir sezondu ama yine de ilk iki sezonun -en azından- bir 4 yıl hatrı olurdu yahu..

İptalden söz açılmışken, bak yine hatırladım, Free Agents ya! Yazıktır, günahtır. Daha bud’ında budadılar (özenti ingriş kreativiti).

Yeni diziler: Threesome, New Girl, Episodes, Wilfred (Wilfred yeni miydi, 2. sezon mu bitti yoksa, aman neyse). Biz bu sene bir de the Sarah Silverman Program’a başladık, onu da 3. sezonun ardından 2010’da bitirmişler, çok bile (yanlış anlaşılmasın, seviyoruz kendisini, programını ama… yeter yahu o kadarı).  Raising Hope seyretmeye başladık, Earl’ü iptal edip de niye buna tamam demişler, onu anlayamadık (başlarda ortanın üstü, iyi, vaatkar başlıyor, iyi de gidiyor ama çok çabuk tüketiyor yakıtı. Halbuki Martha Plimpton’la Garret Dillahunt (imiş adı, gittim baktım da yazdım wiki’den) ne kadar süper oyun koyuyorlar. Geçtiğimiz hafta aklıma şu sahne geldiydi de 4 saat düşünmüştüm nerede vardı diye: Marlee Matlin’in canlandırdığı sağır-dilsiz avukat yıllarca uğraşıp didinip konuşmayı becermiştir ama işte müvekkili olan mahluklar onun her ağzını açışında gülmekten yerlere yatarlar… sonrasında hatırladım tabii: My Name is Earl’ün Joy’u idi. My Name is Earl white trash olayını sonuna kadar kullanıyordu, ileriye de gidiyordu ama Raising Hope artık moronluk mertebesinde ilerliyor bu aralar…

Threesome ile Episodes’a (bir de Wilfred’a) yukarıdaki Free Agents’ı bağladığımız bağlantıda değinmişiz, New Girl’ü atlamışız niyeyse azıcık bir değinmeyle. Halbuki bu yılın en iyi çıkış yapan dizisi (it’s jess). Gerçi Zooey Deschanel’i arzu nesnesi‘nden şu bizim şaşkın ördek mertebesine indirdi ama olsun. Bir de pilotla dizi arasında arap oğlanı kaybettiler ya, o biraz battı (bana). Dizi iyi ama çok kolay dağılabiliyor yan zevzekliklere. HIMYM’ın ilk sezonlarının şeysi var (geist) tavsiye edering ama siz biliyorsunuzdur zati (o-hoooo!).


böyle durduğuna bakmayın (ki bu duruşu da tercih sebebidir aslında), hakikaten Katy Perry’ye benziyor

Bu sene bir de çok uçurmayan fakat hayli yaratıcı bir dizimiz vardı, Dee’nin tavsiyelediği: Web Therapy (her therapy yazışımda, irlandalı canavarlarımın sayesinde sonuna bir de soru işareti eklemek geliyor içimden ama therapy var, therapy? var sonuçta, değil mi efenim?). Lisa Kudrow, zaman mekan ve kadro üçlemesinden mürekkep bütçe sorunsalına hakikaten nefis bir konuyla gayet alternatif bir çözüm getirmiş idi. Öyle ahım şahım bayılarak izlemesek de, izlemeden de edemedik, hele son bölümlerde kopuyorsunuz, kopmamak elde değil. Onu demişken, 30 rock yeni sezonuyla da poffidi poff (Alec Baldwin bu sezon gidiyormuş temelli olarak televizyondan), House izlemedik hiç (bu sezon son sezonuymuş, he mi?), tBBT’nin de işte 100. bölümünü Neslihancığım sobeledi, bir de genel kanı da iyi yöndeydi, indirdik, seyredeceğizdir büyük ihtimalle belki yarın, belki yarından da yakın. Onun dışında Leverage, Hustle ve bol bol Castle vardı kendini ciddiye almadığından ötürü eğlencelik diziler kuşağında (tabii bu kuşağın kralı Psych gene gönül telimizin tepelerinde endam eyliyordu, onlar da artık yorulmuş olsalar da). Mike & Molly’de Molly ile Mike’ın annesini seyretmediğimiz bir diziye (mesela tBBT yahut Glee)  postalasalar ve Carl’ın sahnelerini 10’la çarpsalar ne kadar iyi olacak. Modern Family’ye de devam ettik, her bölümde en az bir kere güldük ama o da ciyuvvvv boom yörüngesinde. Ben Bengü ile Ece’nin yokluğunda Fringe’e başladım, gene Sui’den tavsiye ile Warehouse 13’e baktım. Fringe’ı bu sezon bitireceklermiş (deyyolar), Warehouse 13 de çok önemli bir gerekçe olmadıkça seyredilmiyor.

Özetle diyeceğim odur ki, Community bitmesin ama onlar da silkinip kendilerine gelsinler porfi.


you big cat, you! (S01E2)

Peaks and Recreation

Emir ve Gurer ve diger tum kotu kalpli iyi insanlar/dizifiller icin geliyor: Peaks and Recreation!

Peaks and Recreation from Charles Pieper on Vimeo.

Sonradan (18/12/2011) edit:
Bu da Disket icin ozel:


Bir de, Beetlejuice hayvanligi var ki, Community’nin neden son yillarin en iyi dizilerinden biri oldugunu gosteriyor (Arrested Development filan falan kategorisinde) bu esprinin her bolumu bir sezondan – yani 3 sezon span eden bir espriden bahsediyoruz (oy oy!)

vice, not versa.

(ya da: shaken, not stirred)

“A Beautiful Mind” filminin bonus malzemelerinden birinde, filmde kullanılan özel efektlerden bahsediliyor. İlgili videonun, 5. dakikasından itibaren de, “güvercin ve kız” sahnesine yer veriliyor. Filmde, özel efektlerin kullanımı kendi başına epey ilginç – vaktiyle okuduğum Star Wars kitaplarından birinde (Heir to the Empire – Timothy Zahn) “General” Han Solo, tehlikeli bir adamla buluşmaya bir bara gider, adamla konuşurlar ederler, kalkarken adam Han Solo’ya der ki “sivil korumaların çok bariz idi, daha dikkatli olmalısın..”, Han da, “haklısın kardeş, ne yapalım, idare etmeye çalışıyoruz…” mealinde bir şey söyler, o “gizli” korumalara işaret eder, onlar da oturdukları masadan kalkarlar, hep birlikte mekanı terk ederler. Onlardan çok sonra, “asıl” gizli korumalar da masalarından kalkıp giderler. Filmdeki özel efektler de bu minvaldeydi, iki üç tane kör gözüme parmak efekti görünce insan burun kıvırıyor ama işte, bu girişte -konudan sapmamayı becerebilirsem- paylaşacağım örnekte olduğu gibi, esas oğlanların farkına bile varmıyoruz (eskiden, ben ilkokuldayken, “Balance of Power” diye bir oyun vardı, onun yazarı demişti: “Oyunun gerçek dünyadan eksikliklerini fark etmeye başladığınızda, oyun amacına ulaşmış olacaktır” deyu. Bir de klişe “Tanrının mükemmeliyetinin en büyük kanıtı ateistlerin varlığıdır.” hedesi).

İşte geçen gün tramvayda giderken (Prag tramvaylar şehri), aklıma geldi o sahne. Hani bu nacizane yazarınız (yours truly) kafayı pek bir takmış durumda ya şu “sanal ne, gerçek ne?” muhabbetine, ondan kelli, hoş bir farkına varış oldu, anlatayım, şöyle ki: (artık gerçek bir adamın hayatından aktarılan film ne derece spoil edilir, bilemem ama) şimdi John Nash şizofreniden muzdarip ya, buna bağlı olarak gerçekte olmayan kişilerle haşır neşir oluyor, işte bu kişilerden biri de Marcee adında, bir arkadaşının yeğeni olan küçük bir kız (ki aslında yok öyle biri). Filmi seyrederkden insan (ben) farkına varamıyor, Marcee’nin ilk göründüğü sahnede, Marcee bir parkta, güvercinlerin arasında neşe içinde koşuyor ama güvercinler ürküp koşmuyor (çünkü aslında yok öyle bir kız). Gayet ince, gayet de güzel bir detay (ama gelin görün ki, benim takdirim için visual effects for dummies takdimine ihtiyaç duyuluyor). Peki, görsel efekt, güzel, hoş ama işte bu noktada -benim için en azından- bir güzellik daha vuku buluyor: Filmde kız sanal, güvercinler gerçek. Halbuki gerçek dünyada (i.e. filmin çekildiği ortamda) kız gerçek, güvercinler sanal. Film, gerçekliği tersine çeviren bir aynaya dönüşüyor.

Yazmak istediğim diğer şeyin bunlarla hiç alakası yok ama kısa bir şey olduğundan onu da bu girişe dahil edeyim: Vaktiyle (2005’te) NTV’de Can Kozanoğlu ile Kanat Atkaya’nın hazırlayıp sunduğu, “Arka Sayfa” adında leziz bir program vardı. Hele de bir önceki cümlenin bağlantısında bahsettiğim Perihan Mağden’li olan bölüm nasıl keyif doluydu! Enternete baktım, birileri belki bir ihtimal bir yerlere koymuştur kaydını diye, yok, birileri koymamış ne yazık ki (belki -çok düşük ihtimal- bizde duruyordur kopyası, eve dönünce bakayım ama çok çok düşük ihtimal). Neyse, arada aklıma gelir “X ne yapıyordur acaba şimdi?” diye düşünürüm; bugünkü o X, Can Kozanoğlu idi işte. Ne yapıyordur acaba şimdi? Hayır, internete sormayacağım, böyle birinin ne yaptığını merak etmek vesilesiyle onu yad ediyor olmak da başlı başına güzel bir duygu/olgu.

İyi geceler, Emre Sururi ve 40 Haramiler.

dünyanın bütün dizileri/tous les matins des mondes engloutis

Geçen gün dizi stokumuz (kast ettiğim 20 dakikalar yoksa soğuk, uzun kış geceleri için her daim el altında NX (Northern Exposure), Hustle ve Castle; bilinç altında da sözgelimi, The Burn Notice bulunduruyoruz) dibini çekince, Bengü’yle yeni dizi keşfine çıktık. Kraliçemin yazılarıyla şenlendirdiği 22dakika.org sağolsun, bir dolu bir şey öğrendik. Ondan öncesinde lil’ sis vesilesiyle haber aldığımız Wilfred‘ı (….!) ve Sui’ciğimin fişeklediği Episodes‘u bünyeye sindirmiştik (ikisi de farklı şekillerde de olsa öldürücü, sıkın dişinizi, yılın listelerine az kaldı, o vakit güzel güzel, uzun uzun, tıpış tıpış inceleriz elbet).

22dakika.org’un listesinden şu dizileri seyre daldık: Up All Night, The New Girl, Threesome, Free Agents.
Up All Night, sadece Will Arnett için bile seyredilir sanıyorduk, yokmuş öyle bir şey, Will Arnett gibi sonsuz bir ferahlık absürdite awkwardness şelalesini fıskiyesini harcamışlar, e ben daha ne diyeyim… Christina Applegate ne yazık ki istikrarlı düşüşünü sürdürüyor (poffidi poff… taa kaç sene evvel (20) Married… with children’da oynarken ettiğim evlenme teklifini kabul edecekti, bak şimdi ne oldu (dönsen bile dönsen bile bulamazsın beni bende…)). Bu arada, Arrested Development geliyor — 1 sezon + film olarak, darmadağın olacağız. Kocasından bahsediyorken, hanımına değinmezlik olmaz: bugün, posta kutumda amazon.de’den bir mektup buldum, “Jetzt neu: “Pawnee: The Greatest Town in America” von Leslie Knope” diyordu, artık nereden öğrenmişse zaaflarımı (bağlantısı da burada merak edene / biz Leslie’nin şiirlerinin olmadığı edisyonla ilgilenmedik). Up All Night’ı bıraktık neticede, ya çok kötüydü ama ya.

The New Girl, Zooey Deschanel, “It’s Jess!”. (Başka söze gerek var mı? An itibarı ile favorilerimizden). (“I sing a lot… <-Lionel Ritchie, Hello ritmiyle-> A-lot…”).

Threesome, inanılacak gibi değil ama, iddiasız bir biçimde gelip, o da zirveye yakın bir yere oturdu. “Bazen,” diyorum, özellikle Wilfred’ı ve bunu seyrederken, “gel de bizim gibi normal, munis(?) Taşcı familyasının bu dizilerde gülmekten göz yaşlarına boğulduğuna hayret etme!”. Black Books filan neyse, onlarda böyle bir tepeden bakma, entel dantel göndermeler vardı ama Wilfred yahu! İt. Ayrıyeten, bugün web’de harıl harıl Threesome’ın yeni bölümünü ararken, her gördüğüm motora sorarken, artık adres kısmına “t” harfini basmamla birlikte, çeşitli “threesome” siteleri çıkıveriyor (ama diziyle alakalı, ama alakasız). Firefox sync kullandığımdan, hocam yanımdayken t tuşuna, akabinde de faka basacağım günü dört gözle bekliyorum! 8P

Bakayım bir daha, neler vardı… Free Agents ya. Bilirsiniz, bilmezsiniz, İngiliz dizilerinin Amerikan adaptasyonları tutmaz. Bir tane istisna vardır, o da “Office” bunu da dünya alem bilir (Episodes’da da bahsi geçer). Bunun yanı sıra uyarlama olduğu halde tutmuş iki dizi daha vardır – biri İsrail’den gelen (gerçi o da 3. sezondan sonra iptal edildi ya, ama neyse) “In treatment”, diğeri de Avusturalya’dan “Wilfred” (iti). In treatment’ın senaristini bizzat getirmişlerdi, Wilfred’ın itini. İt yazınca, aklıma geldi, IT Crowd da başka bir ülkede uyarlanmış fakat tutmamıştır, bilin bakalım hangi ülke? Hayır, bilemediniz, doğru cevap ALMANYA!!! olacaktı! ALMANYA! 30 Rock’ta Alman sitcom’ları vaktiyle süper bir şekilde işlenmiş idi (bu video bilenlere anımsatıp onları güldürecek fakat bilmeyenlere pek bir şey ifade etmeyecektir). İşte, Free Agents da aynı isimli İngiliz dizisinin uyarlaması. idi. Uyarlaması idi, 4. bölümü gösterdikten sonra iptal ettiler (kötüler, pisler – ellerinde gösterilmemiş 2 bölüm tutuyorlar). Ben Hank Azaria’yı naif şekilde çok severim, özellikle A Night at the Museum 2’de süperdir (Bengü’yle 5 yıldan sonra sinemada izlediğimiz ilk filmdir – Ece’yi dedeye bırakıp da kaçtığımız Ar-Tur Işık sinemasında o gece bu oynuyordu 8). İşte diziyi seyretmeye başladık, “Aaaa! Hank Azaria, ne güzel!” dedim, bir dizide dikiş tutturabildiği için sevindim. Karşısında oynayan Kathryn Hahn’a da hemen kanımız kaynadı (çok), senaryo da ilginç (ayrıca İngiliz versiyonunda Hank Azaria’nın rolünü Episodes’un loyloyu oynuyormuş). Pat, diziyi seyredip sevdikten sonra öğrendik ki, işte iptal olmuş. İngiliz versiyonunu denedik (az evvel), İngilizce konuşuyorlardı, hiçbir şey anlamadık, zaten Hank Azaria da yoktu, Kathryn Hahn da, kapattık 30 saniye bakıp.

Episodes hakkında da bir şeyler yazıp, bitireyim gayri bu yazıyı, yatayım da uyuyayım, he mi. Friends’i hiç sevmem, oradakileri de pek sevmem ama illa ki birini seç diyecek olursanız, Matt Le Blanc derim. Black Books’un Frannie’si (Tamsin Grieg) birkaç fictional/kurgusal hanımla birlikte, kalbimde ayrı bir yerde durur, hastasıyımdır, Episodes da hakikaten klişe tabirle yepisyeni bir soluk getiriyor dizi konusu sorunsalına, ayrıca İngiliz komiği. Dizide Amerikalılar İngilizlerin burunlarından getirseler de, durum tabii ki tam tersi. Sondan bir önceki bölümde bu kadar mı her şey alt üst edilir! İngiliz awkwardness zirvesi (Handeeeeeeeeeeeee! ¡Ayuda me por favor!) Son bir not olarak da, komedi bölümü şefini oynayan Daisy Haggard’a oradaki rolü itibarı ile komedi dalında gönlümüzün bu yılki yardımcı oyuncu katından paye veriyorum (ama daha sonra, listeleri hazırlarken).

PİNAS A.Ş.

Düne 1971 yapımı, başrollerinde Hülya Koçyiğit ile Tarık Akan’ın oldukları “Vefasız” filmi damgasını vurdu. Okumakta olduğunuz bu satırların yazarı şahsiyet, sabah kahvaltısından az biraz sonra “arkadaşlarını para için satanlar için kurulmuş bir şirket” repliğini aklına getirebilme yetisine sahip. Neredeydi, neredeydi bu replik derken, önce Belkıs Özener’in “Sahibinin Sesinden” albümündeki şarkılar tek tek çalındı (bir tek “Civciv çıkacak, kuş çıkacak”ı es geçtim, onun başında böyle bir repliğin atılmasının imkansızlığına istinaden), orada bulunamayınca, şu Yeşilçam şarkılarının listelerine baktım, sonra da Profesör Google’ın kapısını çaldım.3 saat sonunda hedefe ulaşmıştım.

Filmi, cümleten bayıldığımız “Neşeli Günler” (1978, nam-ı diğer “Turşucular”) ile efsanevi “Uçtu Kuşum”lu “Ah Nerede” (1975)’nin de yönetmeni olan Orhan Aksoy yönetmiş (o filmlerin senaristi Sadık Şendil, “Vefasız”ınki ise Safa Önal imiş). Neyse, konuya gelelim: Hülya Koçyiğit ile Tarık Akan, fakir ama mutlu bir çift, Tarık Akan onu terk edip, zengin kızla evleniyor, Hülya Koçyiğit de “kaderin tokadını yiyip, kötü yola düşüyor”. En nihayet bir gün müşterilerinden biri “Senin gibi bir kadına sahip olmak en büyük hayalim, bu uğurda her şeyi yapmaya hazırım” diyor, o da “Her şeyi mi?…” derken ekran kararıyor, açıldığında Hülya Koçyiğit adını PİNAS koyduğu, bir şirket sahibi, bu sırada Tarık Akan’ların şirketinin işleri bozuluyor, işte karısı da, PİNAS şirketine kredi almaya gidiyor, orada anlıyoruz ki Hülya Koçyiğit kafayı çizmiş (olayın vehametini yine de daha tam boyutlarıyla anlayamıyoruz). Tarık Akan’ı onun elinden alan -bir zamanlar- zengin kız, kötü olması gerekirken, aralarındaki konuşmada aklı selim taraf oluyor. Mesela, kredi almak için geldiği muhatabının Hülya Koçyiğit olduğunu anlayınca, “Ama,” diyor, “sen bu kadar parayı normal yollardan yapamazsın ki…” (buna cevap olarak Hülya Koçyiğit “e bana babamdan para kalmadı (senin gibi)” diyor). Sonra zavallı kızcağız “bu bir kabus olmalı” diyor ama H.K. durmuyor, PİNAS’ı onlar için, yani “Para için namusunu arkadaşlarını satanlar” için kurduğunu söylüyor (nasıl diyeyim sana / ilk harflere baksana – Anonim kek şiiri, M.Ö. 300). Akşam kız(cağız) eve dönünce, Tarık Akan’a PİNAS’taki muhatabının bunak, aksi bir ihtiyar olduğunu söylüyor ve ekliyor “ama bu tatsız karşılaşma bana çalışmak için şevk verdi, çok çalışıp, bu krizin üstesinden gelme azmiyle doldum”. Fakat akşamına PİNAS’ın çalışanlar toplantısına davetiye gelince, Tarık Akan da bilmediği bu “huysuz ihtiyar” karşısında bir şansını denemeye karar veriyor. Oradaki muhabbet de süper: Hülya Koçyiğit, kutlama için kiraladıkları düğün salonununda çalışanlarına “hep siz bana hizmet ettiniz, bugün ben size hizmet edeceğim” deyip, elinde tepsi, kuru pasta dağıtıyor masadan masaya. Sonra bir bakıyor, Tarık Akan gelmiş, tabir-i caizse, böyle “kütük” gibi bakıyor. Sonra Hülya Koçyiğit, oradan geçmekte olan müdür eliyle (munchassen by proxy), Tarık Akan’a laf sokuyor ama orada elinde bir başka tepsiyle duran ve alet olduğunun her kertede bilincinde olan müdürün yüz ifadesi, onun da, bizim gibi, patronunun öyle böyle değil, hakikaten kafayı fena çizdiğini kavradığını bize anlatıyor. (bu paragrafın hepsini ve daha fazlasını Vefasız 8/10 videosunda izleyebilirsiniz, tavsiye de ederim)

Karısı ekonomik krizden çıkamayıp, iflas edince, Tarık Akan onu terk ediyor (halbuki öncesinde kızcağız, Hülya Koçyiğit’le görüşmesinin ardından, Tarık Akan’a, her şeyi bırakıp, sade bir yaşam sürmeyi teklif etmiş ve akabinde reddedilmişti). Tarık Akan, Hülya Koçyiğit’in evine gidiyor ve orada delilik ürkütücü seviyeye vuruyor: Hülya Koçyiğit, Her yan yüzünde Tarık Akan’ın bir fotoğrafının olduğu bir altıgen prizmanın yanında duruyor. Tarık Akan çok etkileniyor “beni masallardaki kadar çok seviyorsun demek” diyor, Hülya Koçyiğit’se “Sana taptım” dedikten sonra, fotoğrafların arkalarını çevirmeye başlıyor, hepsinin arkasından da farklı farklı başka adamların fotoğrafları çıkıyor. Tahmin edeceğiniz gibi “sana ulaşmak için bu adamların hepsinden yardım aldım” diyor, “hala beni istiyor musun?”. Tarık Akan’ın yüz ifadesinden pek de istemediğini anlayabiliyoruz ama sonra Hülya Koçyiğit içi para dolu bir dolap gösteriyor ve “ama sen herhalde nakit istersin — ne kadar istersen al..” deyip çıkıyor (Vefasız 9/10 videosunda 5:48 ve sonrası). Sadede gelelim, filmin sonunda Tarık Akan ona yetişiyor, “istersen tekrar eski muhitimize yerleşiriz, sen terzi kızı bilmemkim, ben de kamyon şöförü bilmemkim olurum, parada gözüm yok” diyor. Sarılıyorlar, el ele tutuşuyorlar ve film de böylelikle mutlu son’la bitiyor, ruh hastası bir kadın ile para delisi bir adam böylelikle birbirlerini bulmuş oluyorlar.

Peki niye yazdım ben bunu böyle? Çünkü öyle böyle değildi. Artık hem kendimden, hem de Hülya Koçyiğit’ten daha da fazla korkuyorum… Bırrrr….