bugün. (ya da erasure’dan sometimes)

 Bugün Barış çok güzel haberlerle geldi, biz de çok mutlu olduk. Bugün, son birkaç gündür aklımda "şu bloga şunları yazsam" dediğim şeyler vardı (80’lerde gazetelerde bu tür demeçler şu şekilde verilirdi: Bugün, son birkaç gündür aklımda (şu bloga şunları yazsam) dediğim şeyler vardı), ama hatırlayamadım şimdi bilgisayarın başına oturunca. O yüzden her zamanki sistematik yaklaşımımı bir kenara bırakıp, aklıma gelen havadisleri ve havadis olmayan şeyleri yazayım (ben bir ara, ama çok önce, 96’da filan, "şey" yerine "nen" derdim, meğer Nurullah Ataç yaygınlaştırmaya çalışmış vaktiyle).

Akşamleyin, Tömbeki’de Emre ve Serkan’la buluştuk, Cesim biraz daha geç gelecekti, onunla da ben veda edip Kızılay’a giderken yol üstünde karşılaştık. Bugün derste yine kendimi tebeşir tozuna buladım (evet, fırınlara un çuvalı taşıyorum yan uğraş olarak). İspanya’dan döneli hemen hemen bir yıl oldu; önümüzdeki haftalardan birinde, bir haftalığına Getxo’muzu ziyaret edeceğiz, dostlarla hasret gidereceğiz… sonra döneceğiz….. 

Hande’den de güzel bir haber geldi bugün, keman çalmayı öğreniyor! Ben bu aralar onun tavsiyelediği Eleanor Catton’ın "The Luminaries"ini okuyorum, Ece Temelkuran’ın tabiriyle "(Eee,) So what?" şeklinde ilerliyor kipat, gün be gün elimde kipat değil de bir çuval keçiboynuzu (Ahmet Uğurlu, keboy) tutmakta olduğum hissi yoğunlaşıyor.

Biz yokken favori gruplarımızdan Delafe y los Flores Azules yeni bir albüm çıkarmışlar, kapak şarkıları olan "De Ti Sin Mi"yi de çok beğendik, klibi acıklı, zaten benim şarkının sözlerinden anladığım "Söyle bana, benim yokluğumda sana ne olacak…".

Böyle bir şey işte… xkcd’nin normalde dinlediğiniz müzikler ile biri yanınıza geldiğinde o sırada çalmakta olan şarkıların tersliği hakkında çok hoşuma giden bir karikatürü vardır (http://xkcd.com/668/), onun gibi ben de ne zaman böyle "sabun köpüğünden" girişler yazsam bloga, içimden bir ses hemen ve illaki beni merak edip de internetten aratan olası bir kişinin işte o girişlerle karşısına çıkacağımı söylemeye başlıyor. Bunun bir nebze önüne geçeyim diye entel dantel girişlerimi içeren bir "Entel EST 101" sayfası hazırlayayım dedim, ben bile sıkıldım kendimden, yarıda bıraktım.

Fransız Teğmenin Kadını’nı geçen haftaydı, bitirdim, duvardan duvara öyle vulgar display of power bir şekilde vurmasa da, hakikaten dipten, derinden fethetti beni (merak ediyorsanız, kipat listemde 5* alan tek giriş oldu), aralarda düşünüp durgunlaşıyorum işte öyle bir şey (hani bir yıldız kayar ya bazen).

3 haftadır X-Com: Enemy Unknown’un Firaxis eliyle hazırlanmış yeni versiyonunu oynuyordum, ben buna (MicroProse’unkine) en son 1994’te üniversiteye hazırlanırken sarmış idim. Neyse, geçen gün bitirdim de bir mola aldım. Bir yandan da makaleler yazıyoruz (iyi bir şey).

Hande vesilesiyle, önce süper bir (teknik) terimden, sonra da süper bir siteden ve oradaki birçok süper terimden haberim oldu – terim: "ters ninja kanunu", site: http://tvtropes.org/pmwiki/pmwiki.php/Main/HomePage, birçok süper terimden örneğin bir tanesi: "The Worf Effect".

Daha yazacaktım ama mürekkebim bitti. (bunu yazınca da şunu hatırladım: çok sevdiğim bir Pilot kalemim var – Pilot G-2 0.7 imiş ama aslında içinde rotring uç var; zaten en başından, Bilbao’dayken bu kalemi elimdeki bir kutuda bulduğum 2-3 kalem içiyle uyumlu diye almıştım, sonra içler bitti ama George Washington’ın baltası misali kalemin değeri azalmadı, bu sefer ona uygun iç aradım Türkiye’de de, en sonunda Office 1 Superstore’da buldum. Geçen gün ise kalemimi kaybettiğimi düşünüp karalar bağladım ama neyse ki çıktı bir yerlerden yine, o günlerde yaptığım aramalar ışığında, Türkiye’de de satılmakta olduğunu öğrenmiş oldum hem.

Yeter sanırım bu kadar. Bunları yazarken Hooverphonic dinliyordum, güzel bir gruba benziyorlar (mesela Portishead 8). İyi geceler, iyi geceler (motoru ısıt oğlum… bir saniye….

Bana bir resmini ver arkadaş
Ve söyle
Neresinden bulurum şu İstanbul’u
Bulamam
Senin bakışın düzgün
Bizimki çatık
Ama anlaştık ya sen ona bak
Yolun düşerse gene uğra
Bizim gönlümüz kanmaz
Aşımız bitmez senin gibi konuğa
Üstelik daha bir pekişiriz
İşleriz yan yanyanayken başkalarına da
Tükenmez olur sevgimiz
İyi yolculuklar sana.

İyi geceler sana da
Oğlum motoru ısıt
İyi geceler Van
Yolumuz bir başka Van’a, Kars’a.

(E.C., "Su altında kanat çırpan üveyik"ten detay)

bir daha unutmamak için…

Kritik bir şey değil, sadece şu iki (potansiyel) dizinin adlarını da, bağlantılarını da unutup unutup duruyorum – insan bu tür şeyleri blog’una not almayacak da ya nereye alacak?

bunların dışında, iyiyim, yıllardan sonra Bat for Lashes dinliyorum (standart Fur and Gold). Bekliyoruz, bekliyoruz, düzenli yayınımıza (yılın listeleriyle birlikte) mayıs ortası gibi geçeceğiz kısmetse, antenlerinizi Çamlıca yönüne çeviriniz, daha da başka bir şey yapmanıza gerek yok.


Bir zamanlar biz
Soldan Sağa: (yukarı sıra) Bera – Efe – Sezen – Yasemin – Ben – Barış
(alt sıra) Bengü – ‘Ande
Resmi çalıp çırptığım kaynak: http://www.howtosteampunk.org

Sururi Teyze

UYARI: Norman Warne’ın hayatı ve dolayısı ile Miss Potter filmi hakkında "spoiler" içerir, beğenmeyen almasın.
(İmza: Sizi seven, sosyal sorumlu, sorunlu sazanya SururiDeyze)


Norman Daiziel Warne (resimde yeğeni Fred ile görülmekte), 1868 doğumlu, iyi kalpli bir insandır. Ağabeyleri ile birlikte Londra’da bir yayınevi işletirken, bu vesileyle çocuk kitapları yazarı Beatrix Potter ile tanışırlar, aşık olurlar. Birkaç dünyevi zorluğun üstesinden geldikten sonra evlenmeye karar verirler fakat kısa bir süre sonra, sevgili Norman, 1907’de, 37 yaşındayken lösemiden ölür, müzik biter. Geçen ay Bengü kütüphaneden bir kız filmi olduğu kapağından buram buram taşan Miss Potter filmi ile geldi, "ben sonra arkadaşlarımla da seyredebilirim, seyretmek zorunda hissettme kendini" filan dedi ama o gün lütufkârlığım üzerimde olmalı ki, birlikte seyretmeyi teklif ettim. Kız filmleri değişik bir olgu: gayet güzel, keyifli başlıyor, öyle de devam ediyor. Alışkanlıklarınızdan ötürü her dakika kötü bir şeyin olmasını, ya da şu herkese iyi davranan teyzenin/amcanın kilerinde hapis tuttuğu birileri olduğunun ortaya çıkmasını bekliyorsunuz, tık yok, olaylar gayet güzel, çok neşeli (as in "kakara kikiri") olmasa da hoş devam ediyor, küçük dedikodular, takılmalar…

 – ya intikamımız? İntikamımız ne olacak? (İtiraf et, Alev’i sen öldürdün. Ne zaman öldürdün, niçin öldürdün Alev’i?)

İşte sonra iyi kalpli oğlan ölüyor, film bitmiyor, hayat devam ediyor. İnsanlar yine aynı eskisi gibi iyi kalpli olmaya devam ediyorlar – ortada kötü adam yok ki, ortadan kaldırıp intikamını alasın, ya da vatan kurtarmıyorsun ki, özgürlük bayrağın göklerde dalgalanırken, geride kalanlar için gökyüzüne iki dakika daha fazladan gözün kısık anlamlı bakışlar atasın.

Sulugöz değilimdir (no, no, no), aslına bakarsanız, pek ağlamam. Aman aferin bana, Miss Potter’ı izlerken sonlarında salya sümük olmamak için on bin takla atan ben değildim sanki (şimdi bunu yazınca aklıma 2000’li yılların Eti Brownie reklamındaki o güzel kız geldi yahu – gittim baktım o dala, Zeynep Aktuğ imiş adı, o reklam serisinden de bir tek bunu bulabildim, ama benim kast ettiğim reklamda iki arkadaş acıklı bir şey mi izliyorlardı sanki ne). Neyse, ne diyorduk, işte yılbaşında Yasemin’den bir dolu kitap almış idim, onlardan biri de 

(Neyse, ne diyorduk? yukarıdaki kısmın üzerinden 2 saat geçti de…) … işte, onlardan biri de Mary Ann Shaffer ile Anne Barrows’ın (teyze – yeğen) yazdığı The Guernsey Literary and Potato Peel Pie Society idi. ve kız kitabı idi. Ne kadar güzel bir kitaptı. Bunda da kötü insan yok ama İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardında geçmekte olduğundan, e ben daha ne diyeyim. Kitap bir İngiliz yazarı merkezine alıyordu ve bir İngiliz yazardan beklenecek bütün o sarkazma da haiz idi. Benim aklıma bölük pörçük Lina Salamandre (aka H.E.) şiirleri geliyordu. Bir de kitabın yapısı, mektuplar serisi olarak kurulmuş – bu tarza örnek düşünürken, John Updike’ın S.‘sini hatırladım, kitabın sonunda yazar da Daddy Long Legs’i gösteriyor örnek olarak. Ek olarak Genç Werther’in Acıları ile az evvel Çocuk Kalbi‘ni düşündük ama ikisi de günce şeklinde imiş. Mektup yapısı hayli pratik bir anlatım şekli: hem sadece ilginç/etkin olaylara/gelişmelere odaklanmanızı sağlıyor, hem de akıcılıktan kaybetmeden okura çeşitli mola noktaları koyabiliyorsunuz (bu nedenledir ki hikaye kitapları romanlardan daha kolay okunagelir, ayrıca Bay Ahkâm’ı takdimimdir).

Yazarların İngiliz olduğundan emindim (yeğen Anne Barrows’un neredeyse on yıldır görmediğim Suzan’ı andırdığını düşündüğümü zaman aşımından yazamam tabii ki [bu parantez içi de Erdal Öz’ün Can Yayınları’nın sansürlenmiş kitaplarına dava tutanaklarını koyup, sansürü aşışı gibi oldu]). Sonra ah işte o Afterword… yok mu! Vaktiyle 10.5 Bölümde Dünya Tarihi‘ni okuyuşumun ardından Julian Barnes’ın bir kadın oluşuna emin oluşum gibi, bunda da yanılıp, akabinde şaşırdım (ayrıca "ay ne kadar güzel bir yere benziyor şu Guernsey, yazar orada uzun yıllar yaşamış olmalı, sanki ben de orada yaşıyormuşçasına loyloy" mitini de şangırt! diye kırıveriyor çok afedersiniz). Kitap güzel, Charles Lamb, Bronte’ler ve Jane Austen muhabbetleri de yapılıyor (ve Hande, bir arkadaşın kindle’ına hediye kitap gönderilebiliniyor mu, yoksa illaki herkes kendisi mi almak zorunda? ve anladın sen onu 😉 Yalnız, kitabın insanın içini açan bir kapağı (+iç kapağı) var, sanal olmayan bir kipatçıda bakmak tavsiye edilir.

Sonuç: kız kipatı, kız fülmü, ağlak Sururi (ama güzel ağlaklıklar bunlar, böhü böhü). Bu arada, yine olsa, yine seyreder, okurum, tavsiye de ederim (istismar etme, gel canımı ye).

Haftanın Resmi

 Hitit Güneşi yapıyor, güzelonlu yapıyor (haftanın… şeklinde olmasa da), benim neyim eksik? 


Leon Riesener(1808-1878) / Hedy Lamarr (1913-2000)

Soldaki, Leon Riesener, ressam Eugène Delacroix’nın kuzeniymiş, bu tablosunu da Delacroix yapmış zaten ama kendisi de ressammış. Hande sayesinde haberimiz oldu bu hafta (anahtar kelimeler: Delacroix’s hot dead cousin). Sağdaki ise aktris Hedy Lamarr – onunla da okulun koridorlarında, bilim kadınlarının "promote edildiği" afişlerde tanıştık, "Wi-Fi’nin öncülerinden" olarak belirtilmiş (var gerçeklik payı ama c’mon yani… Marie Curie varken, hele hele Emmy Noether varken, bilim kadınlarını temsilen niye bu hanım seçilmiş, belli). Ben artist payımı vaktiyle Louise Brooks ile doldurmuştum (onun da aslıyla değil, Hugo Pratt çizimi ile), o yüzden size kalsın güzel insanlar (kaldı ki Leon Riesener’in zamanı için güzel addelip edilmediğini de merak etmekteyim — o kadar olmasa da, biraz ediyorum yani).

güzelonlu’nun Colin Firth fetişini biliyor musunuz? Yani, öyle resimler kullanmaya başladı ki, neyse, neyse… zaten şimdi kontrol ve link için gittim baktım, iki tane varmış meğer. Öyleyse ben nerede görüyordum ki ne?