Seventeen seconds / A measure of life…
(Bazen canınız sıkılır, bazen aptalca şeylerden, bazen güzel şeylerden — Charlotte sometimes)
tekrar et, bugün günlerden cuma…
Seventeen seconds / A measure of life…
(Bazen canınız sıkılır, bazen aptalca şeylerden, bazen güzel şeylerden — Charlotte sometimes)
Kritik bir şey değil, sadece şu iki (potansiyel) dizinin adlarını da, bağlantılarını da unutup unutup duruyorum – insan bu tür şeyleri blog’una not almayacak da ya nereye alacak?
bunların dışında, iyiyim, yıllardan sonra Bat for Lashes dinliyorum (standart Fur and Gold). Bekliyoruz, bekliyoruz, düzenli yayınımıza (yılın listeleriyle birlikte) mayıs ortası gibi geçeceğiz kısmetse, antenlerinizi Çamlıca yönüne çeviriniz, daha da başka bir şey yapmanıza gerek yok.
Norman Daiziel Warne (resimde yeğeni Fred ile görülmekte), 1868 doğumlu, iyi kalpli bir insandır. Ağabeyleri ile birlikte Londra’da bir yayınevi işletirken, bu vesileyle çocuk kitapları yazarı Beatrix Potter ile tanışırlar, aşık olurlar. Birkaç dünyevi zorluğun üstesinden geldikten sonra evlenmeye karar verirler fakat kısa bir süre sonra, sevgili Norman, 1907’de, 37 yaşındayken lösemiden ölür, müzik biter. Geçen ay Bengü kütüphaneden bir kız filmi olduğu kapağından buram buram taşan Miss Potter filmi ile geldi, "ben sonra arkadaşlarımla da seyredebilirim, seyretmek zorunda hissettme kendini" filan dedi ama o gün lütufkârlığım üzerimde olmalı ki, birlikte seyretmeyi teklif ettim. Kız filmleri değişik bir olgu: gayet güzel, keyifli başlıyor, öyle de devam ediyor. Alışkanlıklarınızdan ötürü her dakika kötü bir şeyin olmasını, ya da şu herkese iyi davranan teyzenin/amcanın kilerinde hapis tuttuğu birileri olduğunun ortaya çıkmasını bekliyorsunuz, tık yok, olaylar gayet güzel, çok neşeli (as in "kakara kikiri") olmasa da hoş devam ediyor, küçük dedikodular, takılmalar…
– ya intikamımız? İntikamımız ne olacak? (İtiraf et, Alev’i sen öldürdün. Ne zaman öldürdün, niçin öldürdün Alev’i?)
İşte sonra iyi kalpli oğlan ölüyor, film bitmiyor, hayat devam ediyor. İnsanlar yine aynı eskisi gibi iyi kalpli olmaya devam ediyorlar – ortada kötü adam yok ki, ortadan kaldırıp intikamını alasın, ya da vatan kurtarmıyorsun ki, özgürlük bayrağın göklerde dalgalanırken, geride kalanlar için gökyüzüne iki dakika daha fazladan gözün kısık anlamlı bakışlar atasın.
Sulugöz değilimdir (no, no, no), aslına bakarsanız, pek ağlamam. Aman aferin bana, Miss Potter’ı izlerken sonlarında salya sümük olmamak için on bin takla atan ben değildim sanki (şimdi bunu yazınca aklıma 2000’li yılların Eti Brownie reklamındaki o güzel kız geldi yahu – gittim baktım o dala, Zeynep Aktuğ imiş adı, o reklam serisinden de bir tek bunu bulabildim, ama benim kast ettiğim reklamda iki arkadaş acıklı bir şey mi izliyorlardı sanki ne). Neyse, ne diyorduk, işte yılbaşında Yasemin’den bir dolu kitap almış idim, onlardan biri de
(Neyse, ne diyorduk? yukarıdaki kısmın üzerinden 2 saat geçti de…) … işte, onlardan biri de Mary Ann Shaffer ile Anne Barrows’ın (teyze – yeğen) yazdığı The Guernsey Literary and Potato Peel Pie Society idi. ve kız kitabı idi. Ne kadar güzel bir kitaptı. Bunda da kötü insan yok ama İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardında geçmekte olduğundan, e ben daha ne diyeyim. Kitap bir İngiliz yazarı merkezine alıyordu ve bir İngiliz yazardan beklenecek bütün o sarkazma da haiz idi. Benim aklıma bölük pörçük Lina Salamandre (aka H.E.) şiirleri geliyordu. Bir de kitabın yapısı, mektuplar serisi olarak kurulmuş – bu tarza örnek düşünürken, John Updike’ın S.‘sini hatırladım, kitabın sonunda yazar da Daddy Long Legs’i gösteriyor örnek olarak. Ek olarak Genç Werther’in Acıları ile az evvel Çocuk Kalbi‘ni düşündük ama ikisi de günce şeklinde imiş. Mektup yapısı hayli pratik bir anlatım şekli: hem sadece ilginç/etkin olaylara/gelişmelere odaklanmanızı sağlıyor, hem de akıcılıktan kaybetmeden okura çeşitli mola noktaları koyabiliyorsunuz (bu nedenledir ki hikaye kitapları romanlardan daha kolay okunagelir, ayrıca Bay Ahkâm’ı takdimimdir).
Yazarların İngiliz olduğundan emindim (yeğen Anne Barrows’un neredeyse on yıldır görmediğim Suzan’ı andırdığını düşündüğümü zaman aşımından yazamam tabii ki [bu parantez içi de Erdal Öz’ün Can Yayınları’nın sansürlenmiş kitaplarına dava tutanaklarını koyup, sansürü aşışı gibi oldu]). Sonra ah işte o Afterword… yok mu! Vaktiyle 10.5 Bölümde Dünya Tarihi‘ni okuyuşumun ardından Julian Barnes’ın bir kadın oluşuna emin oluşum gibi, bunda da yanılıp, akabinde şaşırdım (ayrıca "ay ne kadar güzel bir yere benziyor şu Guernsey, yazar orada uzun yıllar yaşamış olmalı, sanki ben de orada yaşıyormuşçasına loyloy" mitini de şangırt! diye kırıveriyor çok afedersiniz). Kitap güzel, Charles Lamb, Bronte’ler ve Jane Austen muhabbetleri de yapılıyor (ve Hande, bir arkadaşın kindle’ına hediye kitap gönderilebiliniyor mu, yoksa illaki herkes kendisi mi almak zorunda? ve anladın sen onu 😉 Yalnız, kitabın insanın içini açan bir kapağı (+iç kapağı) var, sanal olmayan bir kipatçıda bakmak tavsiye edilir.
Sonuç: kız kipatı, kız fülmü, ağlak Sururi (ama güzel ağlaklıklar bunlar, böhü böhü). Bu arada, yine olsa, yine seyreder, okurum, tavsiye de ederim (istismar etme, gel canımı ye).
Hitit Güneşi yapıyor, güzelonlu yapıyor (haftanın… şeklinde olmasa da), benim neyim eksik?
Soldaki, Leon Riesener, ressam Eugène Delacroix’nın kuzeniymiş, bu tablosunu da Delacroix yapmış zaten ama kendisi de ressammış. Hande sayesinde haberimiz oldu bu hafta (anahtar kelimeler: Delacroix’s hot dead cousin). Sağdaki ise aktris Hedy Lamarr – onunla da okulun koridorlarında, bilim kadınlarının "promote edildiği" afişlerde tanıştık, "Wi-Fi’nin öncülerinden" olarak belirtilmiş (var gerçeklik payı ama c’mon yani… Marie Curie varken, hele hele Emmy Noether varken, bilim kadınlarını temsilen niye bu hanım seçilmiş, belli). Ben artist payımı vaktiyle Louise Brooks ile doldurmuştum (onun da aslıyla değil, Hugo Pratt çizimi ile), o yüzden size kalsın güzel insanlar (kaldı ki Leon Riesener’in zamanı için güzel addelip edilmediğini de merak etmekteyim — o kadar olmasa da, biraz ediyorum yani).
güzelonlu’nun Colin Firth fetişini biliyor musunuz? Yani, öyle resimler kullanmaya başladı ki, neyse, neyse… zaten şimdi kontrol ve link için gittim baktım, iki tane varmış meğer. Öyleyse ben nerede görüyordum ki ne?
Ece Hanım ve İspanyolca dublajın standart olmasından bir de pause özelliğinin olmamasından ve daha bir sürü ufak tefek sebeplerden ötürü, nicedir "şu film güzele benziyor, sinemaya gideyim de izleyeyim" demişliğim yok. Ama ben bile buradan, bu oturur halimle biliyorum/duydum ki bu yıl oğlanlarda Michael Fassbender’in (Rainer Werner Fassbinder ile tabii ki bir alakası olamazdı ama yine de gittim, teyit ettim), kızlarda ise Emily Blunt’ın (Türkçe’si ile söylersek: Demet Evgar) yılı olmuş durumda, artık bu sene bizim buralara (DVD filan) da gelirler, misafirimiz olurlar. Biz o yüzden bırakalım şimdi bugünü, geçmişe bakalım…
Geçen senenin listesini 21 Ocak’ta hazırlamışız, o günden bugüne izlediğimiz filmlerin çetelesine bakıyorum şimdi:
Yılın kekliği: Kendim. Sebep? El mismo amor, la mismo lluvia‘yı yazdıktan sonra, El secreto en sus ojos‘a bakarken listede, geri dönmeyi unutmuşum, o yüzden geçen senenin filmlerine girmişim, şimdi uyandım. Kaldığımız yerden devam ediyoruz sayın seyirciler, okuyucunuzun/tarayıcınızın ayarı ile oynamayınız reca ederim…
Demek ki neymiş arkadaşlar, bu yılın (2011) filmi, 2009 tarihli I Love You Phillip Morris imiş (roll the drums / ya da Chumbawamba – Scapegoat’ın girişini çalınız)
Hüsran listesi:
Micmacs
Bakjwi (Thirst)
Vicky Cristina Barcelona – Woody’den beklemediğim gibi bir filmdi, bana ters geldi. Ayrıca Rebecca Hall’u yakında Everything Must Go’da görebilirsiniz (ben görmeyeceğim çünkü Carver’a olan sevgimden, filme gıcık oldum jeneriğini görüp de).
Neslihan ile Brian’ın yılın favori filmlerini yazacaktım ama lil’ sis yazsın dedim, hem yorumunu görürüm, hem de belki Pirates of the Carribean 3’ün de sıraladığı filmlerden biri olduğunun kamuca bilinmesini istemez.. 8) (biz mesela daha seyredemedik onu ama planlar arasında var – benzer şekilde Paul’ü de Black Swan’ı da hala görmedik, hatta Paul ne ben bilmiyorum : insan isimli filmlerden Hugo ile Pina’yı bekliyorum ama mesela). Briantje ile de The Illusionist’le kesişmişiz.
Bunlar da kısa kısa…lar olsun bakalım:
Bu sene izlemek için not aldığım diğer filmler:
iyi seyirler, patlamış mısırlar.