Bugünlerde güldüğüm şeyler…

Bir – iki ay kadar önce, Bing Crosby’nin klasik yeni yıl şarkıları yorumuna tepetaklak bir bakış getiren… aslında tanımlamaya çalışmanın çok da bir alemi yok, buyrun, aşağıdan bakın:

 
evet, ne diyordum, işte o çok hoşuma gitmişti (arada Christopher Lee’nin "A Heavy Metal Christmas"ı da var, ama konudışı olduğundan onu pas geçiyorum), ama dün Mary Poppins’in "supercalifragilisticexpialidocious"ını görünceye kadar, çok da yazılacak, paylaşılacak bir şey değildi, ama Mary Poppins, ama supercalifragilisticexpialidocious!
Devamı geliyor zaten:
Louise Armstrong – What a wonderful world
Judy Garland – Somewhere over the rainbow
yine bir başka favorim, Bee Gees – How Deep is Your Love:
oy vey! Tabii bunların tersi de var, olmak zorunda (enerjinin korunumu ilkesi):

Metallica – Enter Sandman
KISS – Detroit Rock City

Bunları Andy Rehfeldt diye bir arkadaş toparlamış, iyi de yapmış. Tersinir durumda benim favorim, bu işi geyiğine değil de, ciddi ciddi yapan Postmodern Jukebox (misal "Sweet Child O’ Mine" yorumları, ya da "Careless Whisper" ile adına anachronism dediğimiz (ve benim son yarım saattir yana yakıla aradığım) bu olguyu — "anachronism" terimini aramaya giderken cümle yarıda kalmıştı, şimdi bulup dönünce de toparlayamadım, parantez durumlarını bile bilemiyorum. Neyse, zaten bu konuya geçen sene değinmişim.

Başka şeyler de vardı, gitmişler şimdi aklımdan…

tweet…

Birini (bir oyuncuyu) bir tanıdığınıza benzetiyorsunuz (1). Sonra, ortak tanıdıklarınıza (ki bu kişiler, benzettiğiniz kişiyi sizden daha iyi tanıyorlar) bu fikrinizi söylüyorsunuz, onlar pek size katılmasalar da, sizi de gereksiz yere üzmemek, kırmamak için bir "eh, yani, biraz…"la karşılık veriyorlar (2). Sonra bir gün o benzettiğiniz kişiyle karşılaştığınızda, bu benzerlik düşüncenizi kendisine de söylemeden edemiyorsunuz, o da kendisinin hiç benzediğini sanmadığını söylüyor (3).

3 adımda kafamdan geçen olası etkileşimler (an itibarı ile kimseyi kimseye benzetmemiş olsam da).

Bu arada, bir de: Ellen Page. Shailene Woodley, and Brie Larson. (Oxford comma – I’ve seen that English dramas, too, they’re cruel 8P)

Ellen Page – Julide Kural + zaman makinesi; Emily Blunt – Demet Evgar. (145/145)

Dizi dizi inciyim..(bu başlığı vaktiyle kullanmamış mıydım?)

Evet kullanmışım, 8 sene önce. Filmlerle aramız bozuk (geçen gün "Albino Noi" ve "Voksne Mennesker"in yönetmeni Dagur Kari’nin "The Good Heart"ını izledik, o güzeldi bak) ama dizi derseniz, ohoooo memur bey.

Çoktandır böyle derli toplu bir dizisi yazmamıştım ama sevgili kraliçemin son posket‘ini de seyredince, iyice motive oldum. Oradan öğrendim ki, Community ile Growing Up Fisher iptal olmuş: Growing Up Fisher, acemiliklerine karşın, dengeli bir diziydi, birkaç damla yaş düştü, çok ağlamadık; Community, evvelden hastası olduğumuz bir diziydi, ama muhterem therapy? elemanlarının da dediği gibi "there’s nothing darker than love that’s gone sour" (Bowels of Love). Futuruma’da da, Arrested Development’da da böyle olmadı mı! Yıllardır (yakında 15. zafer senesine gireceğiz, bu vesileyle) söyledim, söylüyorum, söylerim: giden sevgililer asla ve de asla ve asla geri dönmemelidirler, "giden sevgili" oldukları gerçeğini o güzelim gözlerinden, güzelim endamlarından ve güzelim her şeylerinden asla çıkarmamalıdırlar. İki taraf için de üzücü oluyor öbür türlüsü.

Parks and Recreation (ki gönlümüzde tahtı vardır) seneye veda edecekmiş, zaten sezon finalinin son 5 dakikasında epey uçtular, vedaları muhteşem olacaktır, eminim. Psych da veda sezonuyla ilerliyor, onunla da tadında ayrılacağız. Castle da bitebilir artık, halen izlemekte olsak da yokluğunu çekmeyecek bir noktaya geldik. Bu kulvarda (Psych, Castle, etc..) ele alageldiğimiz bir diğer dizi olan Person of Interest büyük plot’a kilitlendiğinden beridir, tadından azaldı, olsun. Sherlock’u ilk sezondan sonra bırakmıştım, ocak ayında THY’de yer bulamadığımdan Lufthansa ile uçunca gidiş-gelişlerdeki 5 ve 7 saat Münih aktarmalarında 2. ve 3. sezonları aradan çıkarmış idim (hele de 3’ün ilk bölümü!), şimdi Bengü’yle çok ama çooooook zamanımız olduğunda izliyoruz. Bir ara da Lucy Liu’lu Elemental’a başlamıştık, gittik birkaç bölüm ama orada kaldı (kötü olduğundan değil de uzun olduğundan, bir de nerede coşku kardeşim? Lucy Liu’ya sakinlik hiç yaramıyor (Manavım ben manaaaaav!)).

Geride bıraktığımız dizileri buraya alalım, sahnenin önünde toplanıp "Samanyolu"nu söyleyelim, el ele tutuşalım (geçenlerde favori gruplarımdan Mecano’nun (80’ler İspanyasının 80’ler Türkiyesinin Sezen Aksu’su gibiymişler) 2000’lerde bir TV programında bir araya gelişinin görüntülerini izledim, üzüldüm de üzüldüm (ABBA neden bir araya gelmiyor? Çünkü akıllılar, İsveçli onlar!)): Threesome, Dirk Gently, Breaking In…  Threesome‘ı hala arıyoruz, bambaşka bir şeydi o. Bir karakterini Sherlock’un "The Dog of the Baskerville" bölümünde, bir diğerini Moone Boy’da yeni resim öğretmeni olarak gördük de, hasretimiz depreşti, ne deli komşumuzdun sen Fahriye Abla!.. Dirk Gently’nin devamı gelir belki – Stephan Mangan elindeki on bin karpuzun bir kısmını (biz Episodes kalsın deriz, düşes Jeeves & Wooster’ı tutmak ister, Mangan’ın da işi zor şimdi Allah için…) yere koyarsa (şimdi baktım Wiki’ye, "ncık" imiş, yok yani devamı filan).. Geçen Veep’i seyrederken tanıdık bir oyuncu çıktı da, nereden, nereden, aradık bulduk: Dirk Gently’deki ciddi, vakur sidekick değil miymiş meğer! (Darren Boyd) Veep de güzel gidiyor, Web Therapy’yi severek izlerken bırakmıştık artık oradaki "kötülüklere" dayanamayarak, aynı gerilim -farklı bağlamda olsa da- Veep’de de bolca var (Bengü cumhurbaşkanlığına adaylığını koymayı düşünüyordu nicedir, çok şükür bu dizi onu bu fikrinden vazgeçirdi 8P). Breaking In, Sui’ciğimin bana tavsiyesi idi, bayıla bayıla izledik, gidişine de, hem de öyle zamansız gidişine yandık, yanarız (hele de ikinci sezonda Megan Mullally kadroya eklenince daha da süper olmuştu!).

Kışın açıkta kalmamak için (aslında diziler söz konusu olunca yazın demek daha doğru oluyor), arada depreşir, dizi avına çıkarız. Geçen haftalardan birinde Bengü’yle Breaking In’in rasgele açtığımız bir bölümünü seyrederken (bu aralar bir de Pushing Daisies’i yeniden seyretmeye başladık, ah bütün o witty kelime oyunları! / siz "puns" diye okuyuverin), dizide iki kere görünen, esas oğlana lisedeyken aşık olup, şimdi aynı okulda müzik(?) öğretmeni olan kızcağızın ne kadar da sağlam bir minör (do) karakter olduğunu takdir etmiştim ki, işte, ne diyordum, hah, arada, kışı geçirmek için dizi falan, işte onları cevizlerin yanına koyarız, bir yandan cevizleri yerken (sincap!) bir yandan da dizi izleriz (sincap!), dizi avına çıktım: Ground Floor, Jennifer Falls, Uncle, Dag, Sirens, Neighbors.

Ground Floor, Scrubs’ın amcası Bill Lawrence’ın son projesi, Scrubs’dan sevgili John C. McGinley (Dr. Cox) burada abartılı bir oyunculuk sergiliyor (Scrubs’dan o gelince, belki Christa Miller (Scrubs’da Jordan, gerçek hayatta Mrs. Bill Lawrence) da gelir diye boşuna umutlandık), asıl oğlan da fena halde Bizimkiler’in Ali’sine (Atılay Uluışık) benziyor (halbuki bu rolü hazır HIMYM da bitmişken Josh Radnor’a vermeliydiler (Ted Mosby) [peki ya gönlümüzün sultanı Greta Gerwig‘in HIMYF‘da oynamasına ne diyoruz? Oyyy oyy oy!..] nokta / Jennifer Falls da My Name is Earl ve çoktandır selamı sabahı kestiğimiz, bu sene de bu diyarlardan taşınacaklarının haberini aldığımız (sağolsun kraliçem bir kez daha) Raising Hope‘u yapan amcanın olmalı, ne diyordum, ne diyordum, evet, işte onu denemek için açtığımızda hızlı hoşbeş’ten sonra bir anda karşımıza satırlar satırlar önce bahsettiğim Breaking In‘deki minör, tatlı, kocaman, sevimli kızcağız kötü kadın rolüyle çıkmadı mı! Hem de bu olay bizim Breaking In‘i seyredip de kendisini andığımız günün hemen ertesi akşamı olmadı mı! Yaaa, ürktüm telopotik güçlerimizden, ben önceden sevmişliğim olduğumdan da Jennifer’dan (Joyce) çok onu haklı buldum. Bir de Missi Pyle niye/nasıl hiç yaşlanmıyor? Uncle, bu senenin açık ara muhteşem girişi oldu, çok tavsiye ederim, Daisy Haggard da oynuyor, daha ne olsun? (onunla daha evvelden birkaç bölüm izleyip vazgeçtiğimiz meh bir komedi olan Parents‘da da karşılamıştık; dizinin en komik şeyiydi diyebilirim – bu arada bağlantı vermek için gittiğim wiki’de birinci sezonunun ardından iptal edilmiş olduğunu öğrendim, İngiliz sezonu dediğin zaten epitopu 6 bölüm olduğundan, belki de yarıda bırakmamışızdır ama kim takar..) Uncle yani, izleyin mutlaka, şarkılı türkülü, kötü mizah, altın kalp. Dag bizi hiç açmayan bir Norveç komedisi idi, denedik, hemen bıraktık, Norveç komedisi diye bir şey olmadığını ayırdsadık (ayırdsamak?). Sirens’i de AV Club çok övmüştü, açtık baktık, Scrubs’ın son (+1) sezonunda asıl oğlan, Castle’ın da Nemesis’i olan oğlan oynuyor, iki üç sene kalırsa toparlanır zannederim. Neighbors, konusu itibarıyla (insan kılığındaki uzaylılarla komşu olan bir Amerikan ailesinin başından geçen, güldürürken düşündüren, farklılıkların değerini ve uyum içinde yaşamayı anlatan….) pek vasat olmasını beklediğimiz bir diziydi ama süper bir dizi olmamakla birlikte, boş geçtikleri bölümleri de yok (şimdilik, geriden takip ediyoruz – Dick Butkins’in Halloween’de yaptığı anne/baba taklidi mesela, öte anlarındandı).

Happy Endings de sonlanmış; o da dizi arayışında, elde dizi kalmayınca cevizlerin yanında birkaç tane çıtlattığımız meh dizilerdendi.

Gelelim yılın dizisine: Brooklyn Nine Nine. Parks and Rec tadında, misler gibi bir dizi, ailecek hastasıyız, karnımıza ağrı giriyor her bölümden sonra: hem entelektüel, hem -siz nasıl diyor?- "avam". 8) Heyecanla bekliyoruz yeniden başlayacağı günleri (28 Eylül / yaşama sebebi 8P).

Yılın dizi bölümü:
Moone Boy: Babaların dayanışma yaptıkları bölüm

Ne çok yazdım, bu kadar yeter!

demiştim ki, kraliçe’nin posket‘inden not aldığım denenecek dizileri hatırladım: Crossbones, Hannibal, Reign.

Ha, bir de Louie’yi bıraktık nicedir, borç isterse bizim adımıza filan vermeyin sakın, ilişkimiz yoktur.

(Şimdi fark ettim ki hiç resim koymamışım, Kraliçemin resmini koyayım, değil mi ki kalplerin yanında, dizilerin de kraliçesi a!)


(Breaking Bad’i hiç seyretmedik, 22dakika’yı ilgili yerlerden takip etmedik;
o yüzden birisi bana "Özür dilerim merbabu" ne demek, açıklayabilir mi?)
— sonradan not: e, açıklamış ya Dee zaten yorumlarda!
8P oku adam oku! (Kraliçe zaten benim aklımı okumuş 8)

bir iki kelime ya da biraz daha güzel bir şeylerin nokta

Göreli epey (1-2 ay arası) oluyor, G’N’R’ın leziz şarkısı "Sweet Childe o Mine"ını yorumlamışlar jazz olarak*, olmuş gibi. Vaktiyle ben Ella Fitzgerald’dan "Sunshine of Your Love"ı dinleyip kanmıştım "orijinali odur" diye (koskoca leydi, bitli hipiler Cream’den cover yapacak değildi herhalde! Öyleymiş kazın ayağı). Geçen gün neşe içinde bahsettiğim Boogie-Woogie dansları var, Amelie var, ama (herhalde) en uç örnek olarak steampunk dünyası var. Gerçek olmadığını (ya da daha doğru olarak gerçekleşmemiş olduğunu diyelim) bile bile kurgulanan bir dünya (bunu bu şekilde yazınca da aklıma Babavatan ile Yüksek Kuledeki Adam geldi, ama o janrı ("alternate history") şimdi bir kenara bırakalım). Elfler, orklar varmış, ejderler uçarmış değil, güpegündüz bu zamanın o zamanda yansıması (bir nüansa dikkat çekmek istiyorum: o zamanın bu zamanda yansıması post-modern dünyada normal, hatta dikkat etmezseniz arada kaynayacak bir şey olsa bile (yine de Fransız Teğmenin Kadını çok ama çok üstün bir istisnadır bu duruma), dediğim bu zamanı o zamana götürebilmeyi başarabilmek).

Bir keresinde bahsetmiştim, yine bahsedeceğim, 12 Maymun’un başında bir yazı çıkar…

Çok ilginç geliyor bana, o zamanki insanlar gibi davranmaya çalışmak. O zamanki insanları konuşturmak, halbuki o zamanki insanlar hiç olmamıştı belki de: hep biz vardık, tek biz vardık. Marty McFly’ın (ki 1985’te çekilip, 1985’te geçen bir filmde gelecek diye 30 sene sonrasına, 2015’e gider) kovboylar zamanına giderkenki giydiği elbiseler ne kadar gerçekçiyse, biz de o kadar gerçek (aslına, hatıraya, ahde) sadık davranıyoruz, kimse gücenmediğinden yanlış yapmış da olmuyoruz.

"X yaşasaydı/burada olsaydı/duysaydı böyle yapardı." Hayır efendim, yapmazdı, zaten onun o andaki yokluğu yüzünden böylesi emin olabiliyorsunuz. Woody Allen (ki geçen hafta bir arkadaşa karşı kendisini savunmak zorunda kaldığımdan biraz güceniğim) bunun zirvesini yapmıştı (Annie Hall’daki Marshall McLuhan sahnesinde), üzerine hiçbir şey söyleyemeyeceğim (3 dakika izlemek sizi yorarsa, son 50 saniye diye not düşeyim…).

Star Wars, steampunk’da nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü? Ben düşünmemiştim ama bu başkalarına engel değil.

hatta yapılmışı dahi var.

(Elbet bir hinlik vardır bunu yazışımda, ey bloga çakıllar karıştıran nisyan! 8P)

ne kadar da bağlantılı bir giriş oldu bu böyle, iki kelime laf bile etmedim halbuki.

* Bu da başka bir örnek olsun "Postmodern Jukebox" arkadaşlardan: 1930 Jazz yorumuyla Careless Whisper (arada Dave Brubeck taksimi de var).

bugün. (ya da erasure’dan sometimes)

 Bugün Barış çok güzel haberlerle geldi, biz de çok mutlu olduk. Bugün, son birkaç gündür aklımda "şu bloga şunları yazsam" dediğim şeyler vardı (80’lerde gazetelerde bu tür demeçler şu şekilde verilirdi: Bugün, son birkaç gündür aklımda (şu bloga şunları yazsam) dediğim şeyler vardı), ama hatırlayamadım şimdi bilgisayarın başına oturunca. O yüzden her zamanki sistematik yaklaşımımı bir kenara bırakıp, aklıma gelen havadisleri ve havadis olmayan şeyleri yazayım (ben bir ara, ama çok önce, 96’da filan, "şey" yerine "nen" derdim, meğer Nurullah Ataç yaygınlaştırmaya çalışmış vaktiyle).

Akşamleyin, Tömbeki’de Emre ve Serkan’la buluştuk, Cesim biraz daha geç gelecekti, onunla da ben veda edip Kızılay’a giderken yol üstünde karşılaştık. Bugün derste yine kendimi tebeşir tozuna buladım (evet, fırınlara un çuvalı taşıyorum yan uğraş olarak). İspanya’dan döneli hemen hemen bir yıl oldu; önümüzdeki haftalardan birinde, bir haftalığına Getxo’muzu ziyaret edeceğiz, dostlarla hasret gidereceğiz… sonra döneceğiz….. 

Hande’den de güzel bir haber geldi bugün, keman çalmayı öğreniyor! Ben bu aralar onun tavsiyelediği Eleanor Catton’ın "The Luminaries"ini okuyorum, Ece Temelkuran’ın tabiriyle "(Eee,) So what?" şeklinde ilerliyor kipat, gün be gün elimde kipat değil de bir çuval keçiboynuzu (Ahmet Uğurlu, keboy) tutmakta olduğum hissi yoğunlaşıyor.

Biz yokken favori gruplarımızdan Delafe y los Flores Azules yeni bir albüm çıkarmışlar, kapak şarkıları olan "De Ti Sin Mi"yi de çok beğendik, klibi acıklı, zaten benim şarkının sözlerinden anladığım "Söyle bana, benim yokluğumda sana ne olacak…".

Böyle bir şey işte… xkcd’nin normalde dinlediğiniz müzikler ile biri yanınıza geldiğinde o sırada çalmakta olan şarkıların tersliği hakkında çok hoşuma giden bir karikatürü vardır (http://xkcd.com/668/), onun gibi ben de ne zaman böyle "sabun köpüğünden" girişler yazsam bloga, içimden bir ses hemen ve illaki beni merak edip de internetten aratan olası bir kişinin işte o girişlerle karşısına çıkacağımı söylemeye başlıyor. Bunun bir nebze önüne geçeyim diye entel dantel girişlerimi içeren bir "Entel EST 101" sayfası hazırlayayım dedim, ben bile sıkıldım kendimden, yarıda bıraktım.

Fransız Teğmenin Kadını’nı geçen haftaydı, bitirdim, duvardan duvara öyle vulgar display of power bir şekilde vurmasa da, hakikaten dipten, derinden fethetti beni (merak ediyorsanız, kipat listemde 5* alan tek giriş oldu), aralarda düşünüp durgunlaşıyorum işte öyle bir şey (hani bir yıldız kayar ya bazen).

3 haftadır X-Com: Enemy Unknown’un Firaxis eliyle hazırlanmış yeni versiyonunu oynuyordum, ben buna (MicroProse’unkine) en son 1994’te üniversiteye hazırlanırken sarmış idim. Neyse, geçen gün bitirdim de bir mola aldım. Bir yandan da makaleler yazıyoruz (iyi bir şey).

Hande vesilesiyle, önce süper bir (teknik) terimden, sonra da süper bir siteden ve oradaki birçok süper terimden haberim oldu – terim: "ters ninja kanunu", site: http://tvtropes.org/pmwiki/pmwiki.php/Main/HomePage, birçok süper terimden örneğin bir tanesi: "The Worf Effect".

Daha yazacaktım ama mürekkebim bitti. (bunu yazınca da şunu hatırladım: çok sevdiğim bir Pilot kalemim var – Pilot G-2 0.7 imiş ama aslında içinde rotring uç var; zaten en başından, Bilbao’dayken bu kalemi elimdeki bir kutuda bulduğum 2-3 kalem içiyle uyumlu diye almıştım, sonra içler bitti ama George Washington’ın baltası misali kalemin değeri azalmadı, bu sefer ona uygun iç aradım Türkiye’de de, en sonunda Office 1 Superstore’da buldum. Geçen gün ise kalemimi kaybettiğimi düşünüp karalar bağladım ama neyse ki çıktı bir yerlerden yine, o günlerde yaptığım aramalar ışığında, Türkiye’de de satılmakta olduğunu öğrenmiş oldum hem.

Yeter sanırım bu kadar. Bunları yazarken Hooverphonic dinliyordum, güzel bir gruba benziyorlar (mesela Portishead 8). İyi geceler, iyi geceler (motoru ısıt oğlum… bir saniye….

Bana bir resmini ver arkadaş
Ve söyle
Neresinden bulurum şu İstanbul’u
Bulamam
Senin bakışın düzgün
Bizimki çatık
Ama anlaştık ya sen ona bak
Yolun düşerse gene uğra
Bizim gönlümüz kanmaz
Aşımız bitmez senin gibi konuğa
Üstelik daha bir pekişiriz
İşleriz yan yanyanayken başkalarına da
Tükenmez olur sevgimiz
İyi yolculuklar sana.

İyi geceler sana da
Oğlum motoru ısıt
İyi geceler Van
Yolumuz bir başka Van’a, Kars’a.

(E.C., "Su altında kanat çırpan üveyik"ten detay)