dizilerde talim var, bahriyeli yarim var…

Efendim, malumunuz, pek çok dizi, gerek yılbaşı yaklaşıyor diye olağan ara döneme girdi, gerekse de süregiden yazarlar grevinden ötürü, ama öyle ama böyle, fena halde sekteye uğradı.

Hal böyle olunca, favori dizilerimizden “Scrubs”, “How I Met Your Mother”, “My Name is Earl”, “House, M.D.” stoklarımızı bitirdik, hatta, ayıptır söylemesi, bu kışta kıyamette, olanaksızlıklardan ötürü, -Hande Hanım duymasın ammavelakin- Pushing Daisies’in bile yeni bölümlerini mumla arar olduk (bu arada, H.T. kabul etmesin istediği kadar fekat PD son 4 bölümdür filan fena halde Gilmore Girls havası taşıyor bütün o kelime oyunları, o iki kelimenin sırasını değiştirip, farklı bir anlam oluşturup, öyle karşılık vermelerle filan, ha, bir de tabii dizilerde pek rastlamaya alışık olmadığımız Olive vakası var, kötü olmayan, kötülük yapmayan sadece acı çeken 3. kadın rolüyle).

Neyse, geçen gün yine sıkıntıdaydık, Amazon’a sordum, “ben House’u seviyorum, benim gibi House’u sevenler başka neler izliyorlar?” diye, o da bana tuttu, 4 dizi önerdi: Bones, Huff, Monk ile Psych. Wiki’den inceledim dizileri, içlerinden bir tek Monk’u biliyordum önceden ama onu da seyretmişliğim yoktu. Neyse, netten sadece Psych’ın bölümlerini bulabildim, gerçi onlar da Almanca ve uygun altyazı bulunamıyor, bir garip senkronizasyon yapmış Hanslar.

Hangi dizi olursa olsun, bıdı bıdı konuşurum, sıklıkla akışı durdurup bidi bidi bir şeyler söylerim, işte twistleri tahmin ederim filan falan, ama tutar ama tutmaz ama o bır bır daimdir her zaman. Örnek vermek gerekirse, hani Lost’ta, Sawyer’ın şu kadıncağızı dolandırdığı bölüm vardı ya, işte orada benim tahminimce olması gereken, o teyzenin de aslında Sawyer’a bir kazık atacağıydı (bu tür dolandırıcılı filmleri seviyorsanız, popülerlerden Matchstick Men (Scott:2003)‘i ama asıl olarak pek de popüler olmayan bir film olan House of Games (Mamet:1987)‘i tavsiye ederim), ya da How I Met Your Mother’da Barney’nin şu jimnastik salonlu bölümde, filmin sonundaki zaferinin sebebinin aslında kendi yeteneği değil de, Ted’in ilgili teyzeye vermiş olduğu bir söz (tıpkı vaktiyle Barney’nin kardeşinin yaptığı gibi) olacağını düşünmüştüm. Böyle bir şey işte. Psych’da da benzer yollardan gidiliyor: karakter, küçük ipuçlarından hikaye yazıyor ve işin komiği bunu gizemli bir şeymiş gibi sunmak zorunda, komik ve ilginçti. Seyretmeye çalışacağız… Bones pek ilgimi çekmedi, CSI olaylarını sevmiyorum, Huff iyi olabilirmiş, iptal edilmeseymiş… Dün sevgili Patronumla yazıştık bu konularda, o da bana Life‘ı önerdi, ben de The Singing Detective‘i söyleyeyim, henüz seyretmişliğim olmasa da 😉

Bill Bailey – Part Troll

Bill Bailey - Part TrollUzun zamandır bu kadar gülmemiştim. Black Books‘un Manny’si Bill Bailey‘nin stand-up şovu (böyle mi deniyordu?) beni benden aldı, tavsiye ederim… Özellikle Gürer Bey’in görmesi gereken bir “scale of evil (This must be Kelsey Grammer from Frasier – Niles, it’s a costume party!)” ve “axis of evil (Yes, this is the axis of evil, how can I help you?)” kısımları var ki, anlatmakla olmaz. Bu arada Hitler’in vejetaryan olduğunu da öğrenmiş bulundum bu vesile ile (ayrıca Ku Klux Klan for the Enviroment Program: Keep the Arctic White!).

Lost in Langoliers

Ankara’da ısrarlı bir şekilde ıskalayıp, İstanbul’da başladığımız Lost maceramızı geçen gün Ankara’da -şimdilik- noktaladık. Eh, ömrümüzün bunca saatini verdiğimiz bir şey hakkında yazmak lazım.

Öncelikle, Lost’un şu anda belirlenmiş bir sonu olduğunu sanmıyorum. İlk sezonun sonlarına kadar bir son vardı, o da Loserların aslında araf benzeri bir yerde bekletiliyor olduklarıydı. Yapımcılar sonradan bu purgatory teorisini kesin bir şekilde yalanlasalar da, kazın ayağının öyle olmadığına dair birtakım sebepler öne sürülebilir:

  1. [SPOILER] Boone’un şu ağaçlara asılı kalmış olan uçağın içinde yaptığı telsiz konuşmasında gelen cevap: “There were no survivors of Oceanic Flight 815” (Deus Ex Machina – S01E19). Sonradan (The Other 48 Days – S02E07) bu söylemin aslında “No, we’re the survivors of Oceanic Flight 815” olduğu “net” bir şekilde gösterildiyse de, yemedim açıkçası (Daha fazla bilgi için bkz: Transmission on the Beechcraft’s radio). Bildiğiniz / bilmediğiniz üzere, Lost dizimiz başta hemen her dizide olduğu gibi kanaldan sadece 1 sezon için anlaşma koparabilmişti ve eğer tutmasaydı, bilin bakalım nasıl sona erecekti… Eğer “yapımcıların çelik iradesi”nden ya da “bütün dizinin gidişatının, hangi karakterlerin katılacağının, hangilerinin gidici olduğu”ndan bahsetmek gerekirse şöyle de güzel bir ilk bölüm örneği var karşımızda: Yapımcılar ilk bölümün sonlarında canavarın pilotu yediği noktada aslında biricik Jack’imizi mama yapma planlarında olsalar da (ki kanımca gerçekten harika bir twist olurdu, bölümün başından beri sevip saydığımız adamın hapur hupur yenmesini izlemek), kanal sorumlularının “tavsiyeleri” sonucunda, onun yerine pilotu kurban etmek durumunda kalmışlar.
  2. Dumanla da ilgili olarak arkadaşlar vaktiyle sanırım Yahoo! Answers’da bir giriş açmışlar, “Sizce bu duman ne iş?” babında, 8000 küsür de yanıt almışlar. Sonrasında en iyi olarak seçtikleri cevap için de “12’den vurmuş da olabilir, tamamıyla ıskalamış da, biraz doğru biraz yanlış da… ama hangisi olduğunu söylemeyeceğiz.” diye beyanatta bulunmuşlar. Castaneda’nın ilk kitabının anlatım kısmının sonunda Don Juan, arkadaşa öyle bir oyun oynar ki, gülmekten yere yatarsınız, bunu da bir türlü kitabı inandırıcı bulamadığınızdan her şeye dışardan bakmakta olduğunuzdan becerirsiniz. Lost’ta da bence durum böyle: rasgele bir şekilde bir torbadan 100 tane kelime çekiliyor, sonra bunlar kullanılıyor. Konunun nasıl gelişeceği belirsiz, o yüzden onlarca olan forumlara takılıyor ve en çok tutulanını değil ama üst sıralardan bir tanesini alıyor, interaktif ve mutlu bir şekilde yola devam ediyorsunuz. Lost bu açıdan Charles Dickens’ın vaktiyle kitaplarını yayınlama şekline, yani fasikül hesabına dönüyor. Dickens, yayınladığı fasiküllerin satış oranına bakarak, okuyucuların nabzını yoklar ve ona göre bir sonraki (ya da iki sonraki – çok mu fark eder?) bölümü yazarmış. Bir sonraki fasikülün satışını garantilemek için de hep heyecanlı biter kitapları (çok da okumuşluğum / beğenmişliğim yoktur bu arada Dickens’ı ama bu bilgiyle donanmış olarak vaktiyle okuduğum Great Expectations bu kaideye bir istisna değil idi). Böyleyken böyle.
  3. Bu üçüncü sebep, sanırım en sağlam delil bu adamların hiç de öyle derinden, detaylı şeyler kuramayacaklarına dair.. Bkz. Aşağıdaki resim:

    Bilmem daha fazla söze gerek var mı? 8P

Lost’u seyrederken, genelde yaptığım üzere, gene ahkam kesip şu tespiti yumurtladım:

Bence iki tür dizi vardır: Önceden yazılmış, ne zaman ne olacağı belirli hikaye dizileri ve her bölümü bir konuyu işleyen “kendine yeter” (stand alone) bölümlerden mürekkep, süresi belirsiz diziler.

İlk türe örnek olarak aklıma hemen Babylon 5 geliyor. Yapımcısının bir yazısında, ana konu ile yan konuların sezonlara göre kabaca dağılımları verilmişti. Diyelim ilk sezonda ana konu %20 / yan (bölümlük) konular %80 şeklindeydi fakat son sezonda bu %90/%10 gibi bir orana dönüşüyordu. Yan konularda karakterleri, ortamı tanıyor, alttan alttan ana konunun kullanacağı yollar döşeniyordu. İkinci tip için de alın size herhangi bir sit-com. “Annelerimizin seyrettiği Türk dizileri” kategorisindeki bütün dizilerse iki klasmanın da en kötü özelliklerini almakta. “Tuttuğu sürece sorun çıkartırız biz, üzülmeyin” modunda sağlam adımlarla sündürülüyorlar. (Ya, acaip sıkıntı geldi bu blogu yazmaktan ama daha Langoliers’a giriş yapmam gerekiyor..) Artık Lost’un kaç sezon süreceği belirlendi, bu çok büyük bir avantaj dizinin selahiyeti açısından, kervan yolda düzülür hesabı bir iyileşme bekliyorum ibiş arkadaşlardan… Ayrıca (4. sezonun) son bölüm(ün)deki flash-forward olayı beni benden aldı götürdü, hayran kaldım. Eğer Stephen King’in “IT”i tadında bir kurguya kavuşursak, yani flash-forward’lara şimdiki an kadar ağırlık kazandırılırsa sevinç göz yaşları içinde kalırım. Şimdi Babylon 5’a bağlantı vermek için gittiğimde görüp hatırladım: Mira Furlan ayrıca! Lost’un sonunu da zahmet olmazsa Sphere‘in sonu gibi yapsınlar, karakterlerin tercihi üzerine, hiçbir şey olmamış olsun ve her şey kurtulmuş / düzeltilmiş olsun, bu arkadaşlar huzur içinde ve birbirlerini tanımadan, binsinler, Sydney’de insinler pls.. Aman, bana ne oluyorsa. Bana Juliet‘i (aka Elizabeth Mitchell) verin, gerisi sizin olsun.

SK’s Langoliers’ını da sonra gireyim, hakikaten usandım yahu!.. (Nerede benim “Sabun Köpüğü” kategorim? Hımm? A-ha!)


Bu kısımla önceki kısım arasında 5 saat kadar bir fark var. Bu geçen 5 saatte okuldan çıktım (her gün düzenli olarak okula gidip ders çalışıyorum), uzunca bir minibüs kuyruğuna girdim (Ankara’da, İstanbul’daki gibi minibüs/dolmuş farkı olmadığı için buralılar minibüslere dolmuş diyorlar), kuyrukta beklerken, taze bitirmiş olduğum Langoliers’ın yerini tutsun diye Nina’ya (Nokia 770’imin adı) alelacele yüklemiş olduğum Stanislaw Lem’den bir hikayeyi okudum ama hikaye kısaltılmış bir versiyondu, adı Tale of The Computer That Fought a Dragon idi ve açıkçası pek de güzel değildi – sevimliydi ama güzel değildi. Mortal Machines adındaki bir toplamada yer alıyordu, benim bu toplamadan Damla sayesinde haberim olmuştu, Lem’in bir tek bu kitabını bulamadığını belirtmişti de, bir ihtimal internette, gizli saklı köşelerde bulurum ümidiyle şöyle bir taramıştım. Zaten Lost münasebetiyle Langoliers referansını da Damla yapmıştı – Gece Yarısını Dört Geçe‘nin ilk hikayesi olan Langoliers’ını okumamıştım, diğer üç hikayeyi okumama karşın, sanırım o sıralar uzun geldiğinden ve benim yapacak “daha önemli” işlerim olduğundan. Ayrıca, bu kitabın (da) Türkçe’ye iki kitap olarak çevrildiğini biliyor muydunuz – Gece Yarısını İki Geçe (Langoliers ile Secret Window, Secret Garden) ve Gece Yarısını Dört Geçe (Kütüphane Polisi ile Güneş Köpeği) olarak (diğer ikiye bölünmüş SK kitabı için bkz. Wastelands). Hakikaten baştaki gidişat fena halde Lost havası taşıyor. Ayrıca kitap okumanın güzel yanı şu ki, istediğiniz kadar okuyabiliyorsunuz, gelecek haftayı ya da sonu ne olacak diye beklemeniz gerekmiyor, okuyorsunuz, öğreniyorsunuz… Ayrıca bu hikayede Steve Amca Kara Kule’nin sonunda marifetmişçesine (yazınca garip durdu) yediği herzeyi burada yapmıyor, Kubrick’in Space Odyssey 2001’den fena arak yapsa da (aynı arağı House’un 2. bölümünün başında gördük. Tabii orada bir de Bester’in Kaplan! Kaplan!’ında okuduğum, büyük bir ihtimalle Oliver Sacks’in kitaplarından birinde de karşılaşmış olduğumu düşündüğüm “şu” olay da vardı), oturup güzel güzel betimliyor (Stephen King, hikayenin sonunda diyordum…8) Lost’ta bir de Stand (Mahşer)’in şu “Kötüyüz ama çalışkanız kardeşim” olayı var. Tamam, Others iyidir-kötüdür, belli değildir ama çalışkanlar yahu! Arı gibi, vız vız vız… Stand’de de öyle değiller miydi? Tamam, başlarına ne geldiyse bu vız vızlıktan geldi, ama olacak o kadar…

Eğer Lost tutulmayıp da ilk sezonun sonunda bitirilecek olsaydı, Langolier’lar gelecekti, bu da böyle biline!..

Neyse, iyi geceler, yesin sizi Langolier’lar (Türkçeye nasıl çevrildi ki acaba bu Langolier terimi?) Gittik, sözlükten baktık şimdi, “Umacılar” olarak çevrilmiş, hımm, olabilir pekala, OK. Çeviri filan dedim, yazmayacaktım ama dayanamadım: Her zaman için Sevin Okyay ile Betül’ün tanışsalar ne kadar iyi anlaşacaklarını düşünürdüm (nb, SO ile yüz yüze konuşmuşluğum yoktur ama 40 fırın yazısını okumuşluğum vardır 8), dünkü Radikal sayesinde görev vesilesiyle zaten tanışmış olduklarını öğrendim, dünya adına mutlu oldum..