Filmler

Futurama – The Beast with a Billion Backs
Half Nelson
Definitely, Maybe

Futurama kötüydü, Brittany Murphy güzeldi, 1977’liymiş. Tek espri Bender’ın çocuğu idi.

Half Nelson iyiydi, Ryan Gosling‘i beğendik (Bengü daha çok beğendi), Lars and The Real Girl’de de iyiydi, hele şu bir şey söyleyince/sorunca cevap vermek yerine önce yere bakıp sonra yine size bakması yok mu (var). İyi adam, hakikaten sıkılgan ama bir yandan da rahat. Half Nelson, kurt kapanının bir varyantı imiş güreşte. Kurt kapanı Full Nelson oluyormuş, anlayınız işte. Bora seyretse sever sanırım bu filmi, ben Ryan Gosling’i de Bora’ya benzetiyorum zaten. Ryan Gosling 1980’li imiş. Film sömürü yapmadan anlatıyordu anlatmak istediği şeyi. Hep derim, karakter kendine acımıyorsa, ağlak muhabbet açmıyorsa, ben niye üzüleyim, birlikte takılırız pekala..

Two Guys, a Girl (and a Pizza Place) dizisi rastladığımda seyrettiğim ama öyle pek de takılmadığım bir dizi idi (yanlış hatırlamıyorsam Patron severdi), zaten sonra(?) Friends çıkınca EkinMekin Bey de şiftırmıştır herhalde (işkembeden sallıyorum). Oradaki kızı severim (Traylor Howard imiş adı), şimdi Monk’da oynuyor, bir de benzer bağlamda Numb3rs’ın ilk sezonlarındaki profiler’ı da sevmiştik biz (Sabrina Lloyd imiş, ona da baktık şimdi).

Definitely, MaybeŞimdi Elizabethtown ile How I Met Your Mother‘ı alınız, birleştiriniz. Ana karakteri two guys a girl and bilmemne bilmemne’den Ryan Reynolds‘a oynatınız, bir de aşırı derecede gereksiz biçimde bunun kızı rolünü de Little Miss Sunshine’daki kızı ile No Reservations’daki kızı (Ratotuille’ün gazıyla seyretmiş idik) oynayan rahatsız edici bilmemkime veriniz. My Summer With Des‘te hastası olduğumuz ve o ünlendikçe şiddeti azalsa da hala daha sevdiğimiz Rachel Weisz’ı, Scrubs’tan bayılageldiğimiz, 40 year old virgin’le hasret giderdiğimiz Elizabeth Banks‘i ve yeni tanıyıp, haydi onu da sevdik diyelim, Isla Fisher‘ı da adaylar olarak oynatalım.

Şimdi, film, HIMYM diye bir dizi olmasa imiş, zannetmem ki yine çekilirdi, sonuçta evet, arak. Ama batmıyor, çünkü öyle devrimsel nitelikte yeni bir şey getirmiyor. Yani Matrix de Ghost in the Shell ya da Blade Runner olmasa belki çekilemezdi ve bu önemli bir şey çünkü oradaki düşünceleri yeni bir şey gibi pazarlıyor. Filmimiz ise kendi halinde, hayli eli yüzü düzgün, size de acaba bu mudur, bu mudur şeklinde sorular sorduran ve birkaç kere de ters köşeye yatıran bir film idi, teşekkür ediyoruz kendisine. Müzikler beklentilerin altında kaldı, filmi keşke Cameron Crowe yönetse idi şeklindeki düşüncemi yönelttim kendime. Bengü de süper bir saptama ile Ryan Reynolds’ın ne kadar da Will Ferrel’imsi olduğunu işaret etti, yerine de Ryan Gosling’i oynatsalardı keşke dileğini paylaştı sonra da, katıldım.

Bu giriş çok uzadı, tanıtım mahiyetli bir şey olmuş olsun bu, sonradan belki ana konuya da gireriz. Bu arada siz de filmi izleyin, tavsiye ederim, beklentinizi normal tutun ve HIMYM holiganlığı yapmayınız pls.. Ve evet, film hakikaten Almost Famous ile Elizabethtown tadı taşıyor ki, Cameron Crowe çekseydi daha da iyi olacaktı (böyle de güzel, yanlış anlaşılmayayım).

Tezer Özlü – Yaşamın Ucuna Yolculuk
Tarkovsky – Solyaris
Iris Murdoch – Black Prince
Iris Murdoch – The Sea, the Sea
Jim Jarmusch – Broken Flowers
BD as ES, DG – İlgili Haytnet Muhabbetleri

Hamiş: Kevin Kline’ı iki saat tanıyamadım. Yani tanıdığım biri, görüyorum ama kim, çıkartamıyorum bir türlü… Herhalde Bill Murray in Wes Anderson oynadığı için. Ama yaşlılık yakışmış, rol yakışmış.

8090

Bu sabah kahvaltımızı yaparken dinlediklerimiz:

  • Fikret Kızılok – Gönül
  • Yeni Türkü – Resim
  • 4 Non Blonds – What’s Up
  • Tracy Chapman – Crossroads
  • Toto – Africa
  • Cyndi Lauper – Girls Just Wanna Have Fun
  • Whitney Houston – I Wanna Dance With Somebody
  • Lionel Richie – Dancing On The Ceiling

The Darjeeling Limited / No Country for Old Men / Lost

ya da Sabun Köpüğü / TV Kafa!

Uzun uzadıya yazamayacağım ama:

  • The Darjeeling Limited: Wes Anderson’ı ailecek severiz çok. Geçen gün bir siteye bakıyordum da (Rotten Tomatoes’du sanırım), bu filmin reklamını gördüm, ancak öyle haberim oldu (çoluk çocuğa karışmak). Hemen ediniverdim bir yerlerden. Sonuç — İyi haber : Fena film değildi. Kötü haber : Wes Anderson’ın en kötü filmiydi. Ayrıca Owen Wilson ne kadar Robert Redford. Sonra Bengü’yle en beğendiğimiz Wes Anderson filmi hangisi ola ki konusunda istişarede bulunduk, o Rushmore ile The Royal Tennenbaums’u pek hatırlamadığını söyledi (e geriye kalıyor zaten bir bilmediğimiz bottle rocket ile bildiğimiz Life Aquatic With Steve Zissou) ben de Rushmore’un en favori Wes Anderson filmi olduğu kanaatinde olduğumu söyledim, konuyu kapattık. Ayrıca günün saptaması benden geldi: Müzikteki Cake’in sinemadaki karşılığı Wes Anderson filmleridir. Anahtar kelime: cool olmayan şeyleri cool bir biçimde yapma sanatı.
  • No Country For Old Men: Coen kardeşleri eskiden severdim. Eskiden olduk şimdi. Evet belki şaşıracaksınız ama Fargo’yu beğenmemiştim ben. O’ Brother Where Art Thou’dan öygh gelmişti, çok çok fena idi. Sonra Intolerable Crulety pofffff, Ladykillers’a gitmedim bile. Bu arada çıkanlardan bir tek The Man Who Wasn’t There idi, bir tek o. Halbuki Barton Fink – başyapıt! Hudsucker Proxy – deha işi! Big Lebowski – İlahi! (Blood Simple’ı pek hatırlamıyorum doğrusu ama Raising Arizona da tam olması gerektiği gibiydi). Neyse, ümidimi kesmiş idim ki, şu son filmleri aldı başına gidince merak ettik, etmez olaydık. Arkadaşlar, buradan duyuruyorum ki, bu Coen Biraderlerle her türlü dostane, ticari ilişkimi kesmiş bulunmaktayım, eğer olur da gelir benim adıma sizden para filan isterlerse vermeyiniz.
  • Lost: Kötü, daha da kötü oldu, bırak allasen. Bu kadar yazmam bile ona övgü. 8P (Ayrıca dünya bir yana, Sawyer bir yana, yiğidi öldür hakkını yemeyelim)