yılın listesi: filmler 2010 (ve inanmazsınız, 2009)

bu ikinci giriş aynı konudaki, bir öncekinde epey söylenmiştim, küsmüş, bozulmuştum, uçtu gitti sonra, vardır bir hayır. evet.

neden kızmıştı emre? çünkü bu yılın film listesini hazırlamadan evvel geçen senenin listesini bulmaya çalışmış fakat böyle bir listeyi hazırlamamış olduğunu fark edince ve dahası kimsenin de onu ne arayıp ne sorup, “yahu üstad/monşer/haşibaşi, bu sene liste gelmedi, ne iş, bir sorun mu var, yardıma koşalım bir sözün yeter” diyenim olmadı. Bir de üstelik 2008’in listesine bir dolu şey yazmışım, demiştim, ondan sonra da bu sene yok öyle şey, listelemem bile büyük nimet mis puding filan yazmıştım, demiştim, etmiştim. bir de izlediğim filmlerin çetelesini tutuyorum diye övgüye mazhar eylemiştim kendimi (nihansın dideden).

2009 (2009!)

  • Blinkende Lygter (Flickering Lights)
  • The Shop Around the Corner
  • Mad Dog and Glory
  • Efter Brylluppet (After the Wedding)
  • Batman: The Dark Knight
  • Coraline
  • Two Lovers
  • The Boat that Rocked
  • Sunshine Cleaning
  • Primer
  • Okuribito (Departures)
  • Limits of Control
  • Rosencrantz & Guildenstern are Dead
  • Choke

http://www.filmofilia.com/wp-content/uploads/2008/12/two-lovers-b.jpg
2009’un en iyi filmi. o kadar.

2010

  • District 9
  • UP
  • Moon
  • Avatar
  • Up in the Air
  • The Men Who Stare at Goats
  • El Secreto de sus ojos (The secret in their eyes)
  • Greenberg
  • Synechdoche, New York
  • The Illusionist
  • Cloverfield
  • London River
  • Nueva Reinas (Nine Queens)
  • Inglorious Basterds


2010’un en iyi filmi, var mı?

yumuşayan kalbimden, sizler için, yine de:

  • Moon’un robotu. Çok teşekkür ederim, böyle bir robota gerçekten ihtiyaç vardı.
  • (Yılın dizileri listerinde gene bir daha yazarım ama yine de: ) Lie to Me’de Monique Gabriela Curnen var, Polonya asıllı polis memuru Sharon Wallowski’yi canlandırıyor ve ben onu çok seviyorum.
  • Cop Out’un rehine sahnesi beni gülmekten yere yatırdı, kendisi de bütün olarak kötü değildi (ama Kevin Smith değil – double negative. Artık çok üzülmüyorum da onun böyle oluşuna).
  • Yılın sahnesi derseniz, çok kesin olarak, (Onların) Gözlerinin Sırrı (El secreto de sus ojos) filminden (ki film de müthişti – ya sanırım bu yabancı film oskar komitesi, nobel barış ödülü gibi farklı bir grup tarafından hazırlanıyor, zira son dört yılın üç filmi de çok iyiydi (Die Falscher’i seyretmedim, diğerleri: Das Leben der Anderen (Başkalarının yaşamı), Okuribito (Gidenler), El secreto de sus ojos (Gözlerinin sırrı)). Gelelim sahneye, işte Benjamin Irene’le kitabı hakkında konuşuyor, tren sahnesini anlatıyor, Irene de “aman pek romantik, duygusal olmuş (amaaaaan, alın işte şu sahnenin oradaki Irene’in o bakışı var ya, ah o bakış, kansorejen–

– Bu ilk çalışma.
– Biraz daha kahve yapayım.
– Evin hayal ettiğim gibi.
– Ah, öyle mi? Nasıl hayal ediyordun?
– Nasıl mı? Böyle. Şöyle böyle tahmin ediyordum.
– Tabi. Senin evine göre bayağı farklıdır.
– Benim evimi biliyor musun?
– Hayır. Bundan farklıdır, diyorum.
– Ah.
– Tamamen farklı.
– Neyden korkuyorsun Benjamin?
– Ha?
– Burda bir kağıtta “korkuyorum” yazıyor. Neyden korkuyorsun?
– Hayır, hayır. O.. o yazmaya çalıştığım zaman yazdığım bir şey.. yarı uyanıkken hayal gücümü ortaya çıkarmak için… yazdığım bir saçmalık, önemseme.
– Peki, hadi, bana anlat.
– Pekala, bu bir roman… bir romanda gerçek hikayeden bahsetmen gerekmez… ya da inanılası bir şeyden.
– Evet.
– Hayır,hayır, nasıl? İnanılmayan şey ne?
– Ay Benjamin, şu kısım, adam Jujuy’a gittiği zaman… kendini yırtarcasına ağlıyor.. kız da kaldırımda sanki hayatının aşkı gidiyormuş gibi koşuyor.
– Peki…
– Camdan ellerini değdiriyorlar sanki tek bir insanmış gibi… ve kız ağlıyor… sanki kendini vasat ve sevgisiz bir kaderin beklediğini biliyormuş gibi.. sanki hiç itiraf edemediği bir aşk için… bağırmak istermiş gibi…
– Evet.. böyleydi. Ya da değil miydi?
– Eğer yaşanan gerçekten böyleydiyse, neden beni yanında götürmedin?.. Aptal.

bugünlerin, yarını da var, gidiyorum ben, sen hoşça kal.

Ayşe için synechdochelar.

Wiki’den baktım da Türkçe karşılığına, pedi “kinaye” diyordu, benim kafamdaki kinaye kavramına pek yediremedim, ikşınari ise “kapsamlayış” olarak veriyordu karşılığını, ki bu kadar kastırıcı bir kelime olduğuna göre, büyük ihtimalle doğrudur ama ben yine de orijinalini kullanmaya karar verdim. Zaten şunun şurasında bu blog vasıtasıyla tanıdığım iki kişi var, iyice soğutmayayım istedim.

Synechdoche’ların beni en büyüleyen özelliği, tanım itibarı ile hem bütünün parçayı temsil etmesine, hem de parçanın bütünü temsil etmesine karşılık gelmesi. Vaktiyle Mandelbrot’un Fraktallar kitabını okurken böylesi bir tabiat olayına denk gelmiştim: nasıl ki fraktallarda parçadan bütünü çıkarabilirsiniz (and vice versa), kitap da sürekli kendine referans verip duruyordu.

Yanan ev metaforu ne kadar ne kadar güzeldi gerçekten de. Önce kör göze parmak gibi geliyordu ama sonra olayın kaçınılmazlığı, “odadaki fil”, genelde biri öldükten sonra farkına vardığımız ama aslında her zaman bariz olarak orada duran şeylerin ağırlığı, eziciliği göz önüne alındığında, o kör göze parmak metafor daha da hüzünlü bir hal almasına yol açıyordu bütün hikayenin.

Ben yine yaptım yapacağımı ve onca katmanları bir kalemde es geçip, şu mevzuya kafamı çarpmıştım, çarptım: bir insanın, sadece onun taklidini yaparak kendisinin etkilemeyi başaramadığı birini etkilemeyi başarmak bir (o) insanın başına gelebilecek en kötü şey, vurabileceği en derin dip ve tadabileceği en yok edici yeniliş değildir de nedir? (tersaneleri dağılmış, kaleleri zapt edilmiş).

Bu noktada, sponsorumuzdan bir reklam alıyorum araya:
Ama öyle ama böyle, işte bir şekilde, kahverengi renkte ve baloncuk çıkaran, şerbetçiotlu ve şekerli bir içecek icat ediyorsunuz, adını da rahmetli dedenizden ilhamla Coca Cola (Koka Kola) koyuyorsunuz. Sonra çocukluktan hasmınız Pepe, kötü bir taklitle çıkageliyor ve buna Pepsi Cola (Pepsi Kola) adını veriyor, üstelik de bir dizi reklamla sizin ürününüzle dalga geçiyor (Amerika’da dalga geçme maksadıyla her türlü telif ve royalty’den (her neyse) muaf olabiliyorsunuz — Weird Al Jankovic, Richard Cheese ve Robot Chicken gibi faydalı sonuçları olsa da ne yazık ki işte böyle kımıl zararlılarının eline de fırsat verebiliyor).

Ben üniversitedeydim o zaman. Kendimi bildim bileli çok (rakamla: ÇOK!) kola içerim. Tercihim iptal edilene kadar Diet-Cola idi, artık yalnızken Coca Cola Light, civarda Ece varsa da normal kola oluyor (çünkü benim zararlandığım her zararlı şeyden göz payını zorla alıyor). Pepsi’yi hiç sevemedim, hem tavır, hem de tat olarak pek uyuşamadık kendisi ile (evet, o da benim tadımı beğenmez öteden beri). Gelin görün ki, işte ben üniversitedeydim, gençtim, ve bir gün televizyonda Generation Next’in işte o ilk parti “Generation Next” reklamıyla karşılaştım. İzlediğim en etkili şeylerden biri olmuştu ve ciddi ciddi, sırf bu reklam yüzünden, hem de reklamın aslında Pepsi ile hiçbir alakası olmadığını bildiğim halde, Pepsi içmeye başlamayı ciddi ciddi aklımdan geçiriyordum ki, Pepsi Spice Girls ile bol sıfırlı bir anlaşma yaptı, şarkıyı onlara devretti, içinde Spice Girls olan bir reklamdan bekleyeceğiniz her şeyi barındıran bir dizi reklam filmi çekti ve öbür (asıl) reklam unutuldu gitti. Düzenli olarak bu reklamı yıllar boyu Youtube’de aradım (zaten oradan biliyorum Pepsi’nin öbür agresif reklamlarını), nihayet yakın zamanda buldum — bu kadar yazınca ilgili 16 saniye karşısında “bu muymuş yani” diyeceksiniz büyük ihtimalle ama olsun, bana ne (gam+keder)! http://www.youtube.com/watch?v=eJ8PJR434Z0 . Budur. (aslında tam halinde spoken word ile başlar, bir de şu Beck’in Loser’ının başında çalan aletten (banjo? anormal synthli bir gitar?) çalar boing bong diye, ama bunu bulduğuma da şükür – bunu dediğim anda şunu da buldum : http://www.youtube.com/watch?v=QfVF36TzL28&NR=1 – ses biraz patlak olsa da 7saniye longer ya da fps’den öyle geliyor).

Reklamı bitirip gene filme/hayata dönelim ve evet, bence kesinlikle bilinçli bir şekilde yapılmış bir göndermeydi o Chloe göndermesi. Yani kişisel değildir (aka “paranoyak olmanız izlenmediğiniz manasına gelmez”). Bu filmi izledikten sonra Philip Seymour Hoffman’ın belki de gerçek hayatında neşe dolu bir insan olabileceğini düşündüm iyimser olmak için ama değil tabii ki. Kötü, kötülük için iyilik yapma lüksüne sahip olsa da, iyilik için kötülük yapılamaz. Yani bir insan hem komedi hem de dram filmlerinin de hakkını verebiliyorsa, bu o kişinin mutlu olduğunun değil, mutsuz olduğunun kanıtıdır (yani komedide rol yapmıştır). ve blah blah…

Kaufman çok tehlikeli bir adam benim için. Hakikaten. Beni anında Being John Malkovich’le vurmuştu diğer filmleri birkaç nokta dışında laylay gelmişti (Eternal Sunshine of the Spotless Mind haricinde — onu izlerken hor görmüştüm ama sonrasında beynimde filizlenip, ardı ardına takdir edilmek suretiyle intikamını aldı – Adaptation’da da kardeş olayına vurulmuştum mesela). Ama Synechdoche, New York tam manasıyla öldürücü. Yönetmenlik lisansını iptal edip, kendisini kimseyle iletişime geçemeyeceği bir ortama hapsetmek taraftarıyım, zira etkileşime girip bozulmasın, onun yerine ömrü boyunca saf halde bir şeyler üretmeye devam etsin, o öldükten sonra da bunlar halka arz edilsin(ler). Bir Kafka, bir Oğuz Atay kolay yetişmiyor, şöhretin/tatminin/mutluluğun bu tip kişilere ulaşıp bozmasına müsade edilmemeli, devlet erkanımızı göreve çağırıyorum (nerede bu devlet when you most need it?).

Sanırım nokta. Aklıma başka şeyler gelende, yorum olarak yazarım aşağılara elbet. Hakikaten güzel filmdi, Bengü yokken izlemiştim, şimdi onun aklını çelip bir de onunla izlersem, yine yazacak bol bol şey bulurum elbet. Bir de bir de sanırım bunu daha evvelden yazdım ama sanırım buraya değil de arkadaşa giden bir mektuba: Samantha Morton ile Emily Watson’ı düşünebilmenin yalnızca bana has bir özellik olduğunu sanırdım, yanılmışım (yanılmışım as in : “My noon, my midnight, my talk, my song; I thought that love would last forever: I was wrong.”).

house dur.

Biz aşağıda imzası bulunmayan insanların bir kısmı olarak, bu blog girişinde beyan ederiz ki, birazdan izlemeye koyulacağımız House, M.D. dizisinin 7. sezonunun 3. bölümünün de bundan önceki iki bölümü gibi patlak çıkması halinde torrent veya başka paylaşım metodlarıyla reklamlardan arındırılmış bölümlerini bilgisayarımıza indirmekten vazgeçip, kendisine “buraya kadarmış, haydi eyvallah!” bile çekmeyip, izlemeyi bırakacağız(dır). İnanmayan varsa gitsin iki mi, bir mi artık hatırlamıyorum sene öncesinde aynı akıbete uğramış How I Met Your Mother dizisine sorsun.

Öyle işte House efendi, birazdan göreceğiz artık, el mi yaman bey mi yaman! Hıh! Bu kadar da olmaz ki artık canım, tadında bırakmak diye bir şey var eğer artık olmuyor, olamıyorsa. Nerede bu devlet, nerede bu Bryan Singer!

Yılın Listesi: Diziler

Bir yıl ne kadar uzun zamanmış! (Hele de bu yıllık liste işini Mayıs ortasında yaptığım düşünülürse)

Ne çok değişti böyle geldi gitti. My Name is Earl’ü bitirdiler (hele de tam da o kadar mütevazi bir dizi olmasına rağmen  sezonu “devamı gelecek” ibaresiyle kapatmalarından sonra). Pushing Daisies’i bitirdiler (hem de artık zevk alıyordum – Dee, bu arada The Brothers Bloom’da var biraz PD tadı, nicedir söyleyeceğim, unutuyorum, buradan yazayım aklıma gelmişken). Family Guy’ın uzunca aradan sonra tekrar başladığı ilk bölümünde Peter karısına söyler: işte “bizim dizi başlayacakmış, şu şu şu diziler sona erdikten sonra” sonra da 10 dakika okur o dizilerin listesini.

Bu sene 30 Rock’la çok güldük, çoook güldük, hala da biraz gülüyoruz – artık o ilk 2/3 sezonun her daim komiği olmasalar da yine de komik olunca katıyorlar insanı. Parks and Recreations da favorilerimizden. House düzeldi, Lost’u biriktiriyoruz, beğendik son (yani teknik açıdan sondan bir önceki) sezonunu. How I met your mother’ı izlemeyi bıraktık.

Ya, niye kasıyorum ki bu liste 2009’a ait olacak diye, olsa iyi olurmuş ama Mayıs’tayız güzel kardeşim! Yine de, bu yılın dizisini 2010’a girmeden bir gün önce bitirdim. Sevgili Neslihan ile Brian’ın önce tavsiyesi, sonra da ısrarıyla : Life on Mars (orijinal İngiliz olanı). 2 sezon, işte İngiliz dizisi, 12 bölüm toplamda, darmadağın ediyor, off be(y)! dedirtiyor bittiğinde de böyle içli oluyorsunuz.

Bu sene FlashForward’a başladık Lost’u biriktirirkene, o da sardı bizi. Yani Joseph Fiennes’den sırf Doğuş’a benziyor diye köşe bucak kaçardım, artık izleyebiliyorum. Geçen bölümlerden birinde (hani) Coupling’in Steve’inin evine gitti bir şey sormaya, karısı Olivia da oradaymış meğer, böyle eridi bitti öldü kapı eşiğinde, inanın acıdım, içim cız edi ediveğdi… Ege bamyası.

Bir de iki hafta önce yepyeni bir dizi keşfettik, off offff! Modern Family. Marriage with Kids’in Al Bundy’si Ed O’Neil’i de var, efsane dizi Arrested Development tadı da, daha ne istesin deli gönül. (Biz bir de guilty pleasure’ımız Psych’ın tatile girmesiyle çıkan boşluğu Castle’la dolduruyoruz, Nathan Fillion fazla kassa da çoğu zaman seviyoruz oni). Karadeniz hamsisi.

Asıl Scrubs bitti ya! Dile kolay! Bizi gençlikten işte şimdi her ne isek ona taşıyan şeylerden biri bitti. Devamını da beğendik, iyi kaynattılar öncülüne ama onu da bitirdiler (namıssızlar).

Neyse, ne diyorduk, yılın dizisi Life on Mars. O olmasa idi 30 Rock bankoydu.

İlgiye değer özel Kenan Kalav ödülü de Dr. Horrible’s Sing Along Blog’una gidiyor (when I hand you the keys to Australia).

Buraya resim ister deli gönül.

Life on Mars

(Bengü, According to Jim de bitmiş)

Lie to Me ile In Treatment’ı atlamışız, fark edince, sonradan müdahale şart oldu.

Lie to Me, belki de konsepti çok güdük olduğundan ötürü (aka el kol hareketlerinizden şıp diye çözerim beng senig), senaristlerinin iyice kasıp, hakikaten çok heyecanlı ve mükafatlandırıcı (anladın sen) gelişmeler sundukları bir dizi, hanımla hastası olduk.

In Treatment da, saygı duyduğumuz fakat pek yaklaşamadığımız (bkz saygı ve dahi uzak durmak) bir dizi oldu. Öyle işte, elbet bir gün.

Gurbette, Star Trek, Voyager’ı izledim epey. Sevdim de bazı bazı (çok). Samantha Who’dan Turock’u, Leverage’dan Jery Ryan’ı, hele de A-Takımı’ndan Dwight Schultz’u görünce çocuklar gibi şenlendim (şenlenmişliğim vardır)ç

Bir de geçenlerde şu siteyi keşfettim, hatta benim aklımda vardı nicedir böyle bir şey kasıp kodmak, sonra dedim ki, benim aklıma geldiyse, başkasının aklına haydi haydi gelmiştir… Güzel kardeşim, gidiyorsun siteye, işaretliyorsun takip ettiğin dizileri, yeni bölümleri çıktıkça RSS feed’den haberin oluyor, bir de takip ediyorsun en son hangi dizinin hangi bölümünde kalmıştın, vesaire ve daha pek çok detayyyy (zagor tenay). http://www.myepisodes.com/