alone and forsaken (ben de iyiden iyiye arabeske kaçıyorum)

Neko Case’in bir şarkısıdır, bir de Cardigans’ın "Sick, tired and lonely"si vardır, sonra Suicidal Tendencies’in "Alone"u da, keza Heart’ın "Alone"u, vs., vs. vardır da vardır, konumuz o değil (Alev’i sen öldürdün, niçin öldürdün Alev’i). Ne diyecektim, neredeyse unutuyordum onu da.

Pek bir hevesle başladığım Tom King – A Once Crowded Sky’ı nihayet geçen gün pek bir uğraşarak bitirdim. Ben bitirdim, siz bitirmeyin, diyeceğim odur. Murathan Mungan’ın "Şairin Romanı"na niyetim var ama bu aralar böyle bir ilişkiye "bağlanmak" istemiyorum (yani kalın bir kitap). Onun yerine, atıştırmalık olarak kollektif bir çalışmanın ürünü olan "Machine of Death"ten hikayeler okumaya başladım (kitabın adındaki bağlantıdan AV Club’ın incelemesine gidiliyor – kendi öz sitesi içinse buradan buyrun: http://machineofdeath.net).

2005 yılında Ryan North hazırlamakta olduğu Dinasour Comics karikatür serisinde bir fikri paylaşıyor: insanlar kan tahlilinden nasıl öleceklerini söyleyen bir makinenin olduğu bir dünyada yaşasalar, nasıl olurdu? Ama makine ironiyi sevsin, mesela "doğal sebepler" demişse, bu bulunduğu ağaçtan kayıp bir insanın kafasına düşmek suretiyle onu öldüren bir koalayı da kapsasın.

Ne kadar sıkıcı, banal bir meydan okuma (setting/challenge/obstruction) değil mi? Bir de insan, bu işin kaynağının pek de komik olmayan bir karikatür serisinden çıktığını düşününce iyice soğuyor (ha, bir de hikayelerin komik -ya da daha kötüsü, ironik- olacağını düşünüyor).

İşte bu minvalde insanlar hikayelerin adlarının ölüm şekilleri olduğu halde yazmışlar kendi düşündüklerini. Editörler de bunların arasından bir seçki oluşturup hem de Creative Commons Attribution–Noncommercial–Share Alike 3.0 lisansıyla sunmuşlar (ne de iyi etmişler). Bu sene bir de "devam" kipatı çıkmış (This is How You Die).

Neyse, ne diyordum, işte biraz da burun kıvırarak, rasgele bir hikayeyle başladım okumaya ("After Many Years, Stops Breathing, While Asleep, With Smile On Face"). Komik değildi ve güzeldi. Ardından gelen de güzeldi ("Killed by Daniel"), buruk bir tadla birlikte. Sonrasında -şimdiye değin- 5-6 tane daha okudum, bu ilk ikisinin tadına varamadılar ama çok da kötü değillerdi (hele de şu son zamanlardaki kipatlardan yana talihimi düşünürsek!).

BergBergBergBergBergBergBerg

Sonra blah blah ve blah blah. Blah.

Ah, bir de Nurullah Ataç’ın dedikleri var tabii bu konuda:
"Ne kadar saçma olursa olsun, bir söz oyunundan da bir roman çıkabilir, ona diyeceğim yok. Ama bir bitiş, bir roman sonu çıkamaz. Nedir Monsieur Vialar’ın yaptığı? Önce romanın nasıl biteceğini, neye yarayacağını düşünüyor, sonra ona göre, o sonuca götürecek olaylar kuruyor, o olaylar için gerekli kişiler arıyor. Artık o kişiler onun elinde, hepsini de birer kukla gibi oynatacak. ‘Gibi’ de değil, birer kukladan başka bir şey olamaz o kişiler. Yaşamazlar, gerçekten yaşayamazlar. Gerçekten yaşayan kişi bir roman kişisi de olsa, yazarın önceden seçtiği bir sonra doğru gidemez." (Günce)

ne diyordum? ah, evet: blah.

Reklam Arası

 Bu ilanı facebook’ta gördüm. Mevzubahis beş filmin üçünü biliyorum, onlar da en sevdiğim üç film arasındalar, bu sebepten "Kaçığın Günü" ile "Sorun Yaratan Adam"ı izlemek de elzem oldu.

"Disclaimer": Size gösterimleri tavsiyelemem benim gideceğim anlamına gelmemektedir; ben (a)sosyal varoluşsal nedenlerimden ötürü evimde paşa paşa izleyeceğimdir (elbet bir ara).

Uzun-mesafe ilişkiler yürür mü ya da Danimarka sineması

Bu yaz, ne de güzel bir çakışma sonucu Emren’le rastlaştık. En son 4 sene evvel yine aynı yerde rastlaşmıştık, biz Bilbao’ya, onlar Madrid’e gitme hazırlığındaydılar. Emren sinemacılıkla uğraşır, dünyanın en tatlı, temiz kalpli, iyi niyetli, epey de cool bir kişisidir. Ayaküstü konuşmalarımızdan birinde bana iki yönetmen tavsiye etti: Thomas Winterberg ile Per Fly. İkisi de Danimarkalı (kısaca "Dan"?). Anders Thomas Jensen (ve bizi onun filmleriyle tanıştıran Briantje) sağolsun, Danimarka filmlerine tamamıyla yabancı değiliz. Geçen gün Winterberg’in filmlerini kontrol ederken (hele de "Jagten" ("The Hunt") — ah Mads Mikkelsen, o nasıl kapak bakışıdır öyle, filmi seyretmeden dağladın içimi) işlediği temaların benim Tuscaloosa yüreğimin kaldıramayacağını anladığımdan, Per Fly’a yöneldim, üçlemesinden de yine benim T. kalbimin en az zorlanacağı Drabet ("Manslaughter") filminde karar kıldım, bugün de izlemeye başladım (dün Looper ile sonrasında onun kötü etkisi geçsin diye Matrix’i izledim bu arada (neden 12 Monkeys ya da La Jetee değil de Matrix? Because.).

Konu sağlam, epey sağlam. "The Hunt"taki gibi "adamın canını çıkarıyorsunuz ama o aslında masum!.." ya da genel olarak "biz bunları cezalandırıyoruz çünkü bak hakikaten kötüler" kaypaklığına kaçmadan, şimdilik -filmin bitmesine bir yarım saat daha var ama heyecana gelip arada bu girişi yazayım, bakarsın sonra bir sapış filan olur dedim- taş gibi ilerliyor. Belki filmi izlemişliğiniz vardır, olacaktır (Seyfettin!..), diyebilirsiniz ki "ama bunda da vicdan azabı var.." eh vicdan azabı çekmeyen bir karakteri ben ne yapayım? (1) Bu film o karakterin değil, diğer, "her şeyi bilen" karakterin (2). O zaman da bu sefer belki "ama aşık o da, aşık olmasa yapar mıydı?" — Tuzak soru çünkü bence, başta aşık değil, öyle yaptığı, yapmak zorunda olduğu, öyle hissettiği için aşık (bkz. eşiyle konu üzerine yaptığı ilk konuşma).

Danimarka’dan kan bağıyla (literally bu arada), Norveç’e, Joachim Trier‘e gidersek, müthiş Reprise‘dan sonra yeni bir film daha çekmiş çekmesine (Oslo, Ağustos 31) ama tanıtımını izleyince, T. kalbim yine cayıverdi. Yaşlandık biz bu işler için… (drifting in and out…)

[Yazının başlığında sorulan soruya gelince… çok, çok zordur, Allah çekene kolaylık versin.]

————-
Bir başka film arası hamiş : 20 dakika kala akla gelen iki film: Gegen die Wand (Duvara Karşı) & -seyretmediğim- İtiraf, şu kısmıyla (hele de):

Yakın arkadaşı kendisini akşam yemeğine davet eder. Karısı yemekten sonra Nilgün’ün başına gelen bir dizi felaketten Harun’u haberdar eder. (Nilgün’ün aşık olduğu adamın ailesi tarafından tehdit edilmesi, tartaklanması, adamın kızının intihar etmesi ve bu yüzden Nilgün’ü suçlaması, ilişkilerinin bitmesi, kadının işini kaybetmesi, gecekonduda yaşamak zorunda kalması vs.)
[altyazı, #8 Haziran 2002, Filiz Cemsu’nun eleştirisinden]

hele de Nilgün rolünde duru su gibi manalı Başak Köklükaya’yı oynatmak!…

Yumurta, Süt, Bal…

Hollanda’ya yeni gelmiştik herhalde, nereden edindiğimizi de hatırlamıyorum şimdi, Semih Kaplanoğlu’nun Yumurta’sını seyretmiş, çok da beğenmiştik. Eşe dosta tavsiye ederken "Nuri Bilge Ceylan’ın seyredilebilir versiyonu" diye tasvir etmiştik. Nuri Bilge Ceylan’ı da severiz ama yalan mı işte, Yumurta’nın izlemesi daha bir kolaydı.

Sonrasında Süt ile Bal’ın da çıktığını öğrendik ama nasıl olduysa bir türlü fırsat bulup da edinemedik, edinip de seyredemedik. Geçen gün aklıma geldi, arayıp sorunca, gayet eli yüzü düzgün, fiyatı nispeten cazip bir DVD setinin çıktığını öğrendim "Yusuf Üçlemesi" adıyla; yanında da Uygar Şirin’in Semih Kaplanoğlu’ya söyleşilerinden hazırlanmış "Yusuf’un Rüyası" adlı kitabı eklemişlerdi (ah, bir de yapım DVDsi var ama daha ona bakmadım – aslını isterseniz DVDlere de bakmadım daha).

Kitabı okumaktayım son günlerde. Okudukça bir şeyler hatırlıyorum (Yusuf’un koç alırken bayılması, baştaki annenin yürüyüşü, sahaf sahnesi… bir şey daha vardı, Çerkez düğünü, evet, ama sanki başka bir şey daha… değilmiş, koç alırken bayılması imiş). Şu aşağıdaki ise hatırlamadığım bir şeydi, okuyunca hayal meyal (ama hakikaten çok hayal meyal) hatırladım, çok ince, çok kırılgan, çok hüzünlü geldi:

– Yusuf’un Gül’le konuştuğu sahneyi konuşalım biraz da…
– O sahnenin Gülçin (Santırcıoğlu) için çok kolay olmadığını zannediyorum, çünkü hiçbir şey söylemedim ona. Senaryodaki diyaloglarda Gülçin neredeyse sadece soru soruyordu, Nejat’ın cevapları ise belirsizdi. İkisini çekimden önce karşı karşıya getirmedim, ön çalışma yapmadım, böylelikle uzun süre görüşmemiş iki insanın duygusunu ve tazeliğini daha iyi verebileceğimizi düşündüm. Oyuncular geldi, Nejat’la biraz konuştum, "Sana sorular soracak, hepsine hemen cevap verme, mesela gözünün içine bak biraz, sonra cevap ver" dedim. Gülçin’e ise özellikle hiçbir şey söylemedim, tedirgin olmasını, çaresiz kalmasını istediğim için. Öyle bir sıkıntı ki bu, çekimin ortasında Gülçin bize dönüp "Ne bu ya? Yeter artık! Keselim!" diyebilirdi. Çünkü orada şöyle bir şey anlatmak istedim: Bir zamanlar bu adam bu kıza aşıkmış ama kızın umurunda bile değilmiş. Kız gidip kendi hayatını yaşamış, evlenmiş, boşanmış, hayal kırıklığı yaşamış ve adamın geri geldiğini duyunca "Acaba" diyerek yanına gelmiş. Belki o adamdan sonra yaşadığı hiçbir şey o kadar güzel değildi. Kızın kafasında eskiden ona aşık olan ve belki, bir umut, hâlâ aşık olan bir adam var; fakat bulduğu, başka bir adam. Bunun şaşkınlığının da görünmesini istedim. Yıllar sonra eski sevgilisiyle karşılaşan herkesin yaşayabileceği bir durum. Ama adam orada sahici bir duruş gösteriyor, kıvırmıyor. Geçmişi hatırlıyor ve cevapları geçmişten geliyor, kadının aslında ne kadar yanılmış olduğunu yüzüne vuruyor… Bize bu iki insanın geçmişini, söylenmeyen her şeyi, aynanın arkasını hayal ettirebilecek kadar yoğun ve güölü bir sahne olmalıydı. Bunu denedik ve istediğim oyun hemen çıktı Gülçin’den. En hızlı çektiğimiz sahnelerden biri oldu, bir saatte çekip bitirdik.

Semih Kaplanoğlu, "Yusuf’un Rüyası", Timaş Yay. 2010, 2. baskı, s.134

Bu aralar "fırsattan istifade" Türk edebiyatı okuyayım dedim ve nicedir ihmal ettiğim, başlamadığım Cemil Kavukçu’yla açtım sezonu. Ondan ilk olarak "Başkasının Rüyalarını" okudum, hele de ondan evvelki iki konuk yazarım olan Murakami ve özellikle de Houllebecq’den sonra böyle duru su gibi geldi. "Memleketimin havası" gibi böh böh şeyler demeyeceğim ama Murakami’de garip Japonlar daha garip şeylerle kayıtsızca uğraşırlarken, Houllebecq’de ("Elementary Particles"da) insanlar 2 sayfada 50 çeşit pozisyon denerken, bir anda (ve Gemlik’e doğru):

Ortaokulda, ikiden üçe geçtiği yıl, yaz tatili boyunca farklı, daha önce tanımadığı bir sıkıntıyı yaşadı. Aşık olmuştu. Sınıflarında, ön sırada oturan, ince, uzun kumral saçları omuzlarına dökülen, solgun yüzlü, ince sesli, kısa boylu bir kız vardı. Adı Sevim’di. Ağlayacakmış gibi bakardı. Ona ilgi duyar, ama bunu kimseye, ablasına bile söyleyemezdi. Okul saatleri dışında, sokakta, evde, gece yatağına yattığında onu düşünürdü. Kız bunun farkında bile değildi. Çok sık hastalanırdı. Sevim’in okula gelmediği günler kendini, koydaki çocuk kadar yalnız hissederdi. Ders saatleri geçmek bilmezdi. Sevim’e bir şey sormak, ya da istemek için nedenler uydurur, konuşurken gözlerine bakamaz, yüzünün kızardığını hisederdi. Sonra yaz geldi. Uzun bir tatil. Onu görmeden geçen, aslında geçmeyen günler. Görürüm umuduyla evinin önünden geçer, belli etmemeye çalışarak pencerelere bakardı. Herkes o sokaktan neden geçtiğini biliyormuş gibi de uyanırdı.

Tatil bitti. Okullar açıldı. Bütün bir yaz göremediği Sevim’i görünce düş kırıklığına uğradı. Sevim serpilmiş, kocaman bir kız olmuştu. Yine ağlayacakmış gibi bakıyordu ama, ondan büyüktü artık.

(…)

Ortaokuldan sonra ailesi Sevim’i okutmadı. Aynı sokakta oturan sınıf arkadaşına onu sordu hep. Birkaç kez çarşıda gördü. Artık başını bağlıyordu. Lise sona geçtiği yıl Sevim’in evlendiğini duydu.

Cemil Kavukçu, "Rüya" – "Başkasının Rüyaları", Can Yayınları

Bu kitabı, sonrasında okuduğum bir diğer Cemil Kavukçu kitabı olan "Gemiler de Ağlarmış"dan daha çok beğendiysem de, orada da "Tehlikeli Yoklayışlar" adlı hikaye beni aldı, taa Raymond Carver ("Where I’m calling from") ile Miranda July’a ("The Shared Patio") kadar taşıdı. Bir de öyle Türk gücü filan diyorum ama tabii "Başkasının Rüyaları"ndaki "O Kadın Fatma Girik Değil" hikayesini doğrudan Murakami’nin arasına koyabilirsin (al ablam, bozuk çıkarsa, getir değiştireyim).

Neyse, ne diyorduk, nerelere geldik…