İstanbul’dan Ankara’ya gelmemden sonra başlayan ve İstanbul’u arkamda bıraktığıma üzüldüğüm az sayıdaki sebepten biri olan !f film festivali, sonunda güzide şehrimize geldi! Ankara programına buradan erişebileceğiniz festivalde, hayatımın filmi, Miranda July‘ın Me and You and Everyone We Know da gösteriliyor (3 Mart Cuma günü, saat 22.00 seansında, AFM Ankara Migros’ta). Ayrıca, bu sene seyrettiğim ilginç filmlerden biri olan Surviving Style 5+ da gösterime girecek filmler arasında. Absürd bir film fakat çekimler ve dekor ve kostümler ve tüm bunların birbiriyle uyumluluğu çok iyi kotarılmış, Almodovar’ın filmlerini anımsatıyor (Pastel renklerin uyumluluğu Me and You and Everyone We Know’da da çok iyiydi).
Kategori: Kültür / Sanat
And just like before the band starts to play…
…they always play your favorite tune…
filmler..
geçen hafta seyrettiğimiz filmler arasında iki tanesi kayda değerdi: Twelve Monkeys ile I am Sam. Bunları söyledikten sonra, bu noktada bir spoiler uyarısı yapmak isterim:
İlerleyen satırlarda Twelve Monkeys, I am Sam ve Saving Private Ryan filmleri hakkında ufak spoiler’lar bulunmaktadır, sonradan söylemedi demeyin! |
eveet, uyarımızı da yaptıktan sonra gönül rahatlığı ile mesaja devam edebiliriz..
Twelve Monkeys’i bu, ikinci izleyişim oldu. İlk izleyişte fark etmediğim bir sürü detayı fark edince, bu ikinci izleyiş de keyifliydi. Film, aklıma Saving Private Ryan’ı getirdi zira, iki filmde de bir şaşırtmaca taktiği var: 12 monkeys’de filmin başından epey sonuna kadar bize söylenen şey şu: salgını 12 monkeys örgütü yaptı (“we did it!”) halbuki, hızla son on dakikaya girildiğinde kazın ayağının hiç de öyle olmadığı gözümüze sokuluyor, biz de dumur olmuş bir şekilde, ağzımızda olta ile çırpınıyoruz. Saving Private Ryan’da ise çok daha pis bir şaşırtmacaya maruz bırakılıyoruz: işte, filmin başında yaşlıca bir adam torun-torba mezarlığı ziyaret etmektedir, sonra an gelir dayanamaz, biraz sendeler, etrafındakiler koluna girer, amca kameraya bakar, gözler sabit kalır, yüz tom hanks’in yüzüne dönüşür. biz de kek gibi atlarız, bu amca tom hanks’miş diye.. ahh ahh! Twelve Monkeys’in gazıyla daha önce birkaç kere izlemeyi deneyip her seferinde yarıda bıraktığım La Jetée’yi de tamamlayabildim. oradaki kız da etkileyici idi, güzel idi, fransız idi 8). Twelve Monkeys’de sonda girdikleri sinemadaki hitchcock’lar arasında Jetée’dekine benzer bir sahne geçiyor – şu ağacın üzerindeki timeline meselesi..
gelelim I am Sam’e (ya da şahan’ın masal saati formatında söylersek: “evveeet çocuhlarrr.. sıradaki filmimiz ben semim, ben semsem sem kimsin..). filmi seyretmeye DVD’lerin birine (Calendar Girls‘dü sanırım) koydukları fragmanını izlediğimizde karar vermiştik. Film güzeldi, Beatles bağlantıları da çok güzeldi, filmden sonra canım fena halde beatles çekti de, dinledim uzunca bir zamandan sonra. hatta ‘with a little help from my friends’i dinlemek istedim de, hiçbir cd’de bulamayınca, sgt. pepper’s lonely hearts club kasedimi aradım, onu da bulamayınca, yıllar yıllar evvel bengü’ye hazırladığım bir karışık beatles kasedi imdada yetişti. bir de filmin sonundaki evlatlık edinen annenin repliği çok tanıdık gelince, kramer vs. kramer‘e gittim hemen, o filmi de en son izleyeli herhalde bir 10 sene olmuştur. o filmin de son 20 dakikasını izledim, çok çok iyi oyunculuk….
Gelelim şimdiye: odamda oturuyorum, dışarıda epey yoğun bir şekilde kar yağıyor – sezonun ilk karı. Barış’la Sezen’in (ve 15 arkadaşın daha) yeterlilik sınavı var. Barış ilk sınav olan quantum’dan çıktı, Sezen’i bekliyoruz.. bunları yazarken Sezen de geldi, ikisinin de sınavı çok iyi geçmiş.
Şimdi yemek zamanı – yemekten sonra sırada istatistik var
slav hüznü..
az evvel öğlen başlayıp, sonrasında ara verdiğim gece nöbeti nam-ı diğer Nochnoy dozor‘u bitirdim. film, ön planda kendine konu olarak matrix ile vampir filmlerinin bir sentezini alsa da (klişe), beni asıl vuran anlatım tekniği oldu. bu ruslarda kimi zaman ortaya çıkan ve çıktı mı da adamı yerden yere vuran böylesi bir hüzün bilinci var. farkında olsunlar ya da olmasınlar, varoluşçuluk damarlarında akıyor. dostoyevski’de kör gözüm parmağına derecesinde ileri kertede olan bu kavramın farkına varmak için ille de dostoyevski kadar ileri gitmeye de gerek yok. aklıma gonçarov’un oblomov’u geliyor: o oblomov ki romanın başından sonuna kadar hiçbir şey yapmasa da, dipten dipten varoluşu üstüne biner, onu ezer. film de böylesi bir ortamda yapıyor yapacağını. bir boşluk peyda oluyor izleyicide. öyle nefes kesen bir aksiyon, gözleri yuvalarından oynatan CGI efektler filan zorlamadan, kendini izletiyor. sorunlu oldukları her hallerinden, davranışlarından belli karakterler var / bilinçli olarak bu sorunlarının kaynakları gizlense de, yahut 3., 5. plana atılsa da, karakterlerin üzerine sinmiş durumda. uzunca bir zamandır, sömürü yapan, acıklı filmlere tahammül edemiyorum. bu gibi durumlarda aki kaurismäki‘nin filmleri imdada koşuyor. o filmlerdeki karakterler dünyanın en mutlu insanları değiller fakat başlarına kötü bir şey geldiğinde “neden ben! neden ben!” diye dövünmek yerine, bunu kabul edip hayatlarına devam ediyorlar, ya da salya sümük olmadan devam etmiyorlar basitçe. havaların soğukluğundan mıdır bilmem, donuk oluyorlar, ama bu donukluk zekalarına değil de, duygularına işliyor (ayrıca finler ne kadar slav ırkına dahil sayılır, hiçbir fikrim yok!) bunları yazınca aklıma bir de epey sağlam bir film olan Nói albínói geldi (benzer şekilde, izlandalıların da ne kadar slav olduklarını bilmiyorum!). onda da aynı mesele, aynı acındırmadan kabulleniş. me and you and everyone we know için vaktiyle sömürüsü olmayan todd solondz filmi ile soytarılık yapmayan magnolia tarifi yapmıştım. bir filmin kendini acındırması, o filmin ne kadar yetersiz olduğuna ilk elden delalet. slavlarda böyle bir durumun olmaması, onlara asil bir hava veriyor.
SLAV HÜZNÜ / Enis Batur
Radyoda, Renaud’nun şarkısına kırık |
bu bağlamda, nuri bilge ceylan’ın mesela, karakterleri bizi üzmek için yapılmış bir makinedir sanki. eğer zekiyse kendine kızar, bir öfke ve nefret patlamasına yol açar, eğer zeki değilse, biz onun yerine de üzülürüz, her halikarda içimizi bir bunaltı kaplar — ama bu bunaltı, kalitesiz bir bunaltıdır, çünkü bariz araçlarla bize bulaştırılır. todd solondz’da ise (bkz: welcome to the dollhouse) haneke’nin küçüğü bir durum söz konusudur. yahu, tamam, böyle böyle ama niye? diye düşündüğünüz anda film etkisini yitirir (yine de, bu noktada -şekilde görülmekte olduğu üzere- bir parantez açıp, haneke’nin nezdimde tamamen silinmiş olsa da, solondz’un epey az (bir filmlik) kredisinin bende hala mevcut olduğunu belirtmek isterim – palindromes seyretmeyi istediğim, merak ettiğim bir film).
sonuçta, gece nöbeti, bildik bir hikayeyi anlatan, fakat hikayeyi değil de, asıl olarak hüznü ve varolmanın dayanılmaz ağırlığını kendine dert edinmiş, izlenesi bir film.
Ayrıca, az evvel wikipedia‘dan baktım da, Finlerin de, İzlandalıların da, slavlıkla uzaktan yakından bir ilgisi yokmuş. olsun, ben demek istediğimi dedim sanırım.. 8) zaten bunları da tamamıyla kişisel menfaatlerim için yazdım: saat 3 oldu, artık ben de rahatlıkla son bir şeyler yiyip, içip, yarın (da) oruç tutmak üzere yatabilirim!.. lay lay lom.. 8) (“always look on the bright side of life! fifiy, fi-fiv-fiv-fi-fiv!..”)
tom waits: bir delikanlı abimiz..
haftabaşına tom waits girişiyle başlamak ne derece normal bilemiyorum ama şu sıralarda, vaktiyle dinlediğim ilk tom waits albümü olan the heart of saturday night‘ı hele de san diego serenade‘i dinliyor olmam şüphesiz güzel bir şey:
San Diego Serenade
I never saw the morning ’til I stayed up all night I never saw the white line, ’til I was leaving you behind I never saw the east coast ’til I move to the west |
ya 1993, ya 1994… lise sondayım, eXpress sayesinde haberim olmuştu Tom Waits’den. ilk olarak, dediğim üzere, The Heart of Saturday Night‘ı dinlemiştim, arkasından da büyük bir şans eseri Frank’s Wild Years‘ı.. Innocent When You Dream, doğal olarak kafama fena vurmuştu.. iki sene sonra da Jarmusch gelmişti festivale, ne güzel günlerdi onlar.. Daha önce de yazmıştım, Tom Waits, müzikal dehasının yanında, ne yazık ki aktörlük kabiliyetinin 0 olduğu bir abimiz.. bir de şöyle bir olay oluyor, öylesine televizyonu açıyorum, alakasız bir şekilde, alakasız bir filmde Tom Waits’i görüyorum, dumur yaşıyorum.. dün de bengü’yle gilliam’ın ‘Fisher King‘ini seyrederken pat diye giriverdi adam görüntüye, ondan önce, cuma günü ben stiller’ın, geoffrey rush’ın filan oynadığı ‘Mystery Men‘ adlı abuk bir filmde gene gösterdi kendini.. ah ah! bir de ‘Cold Feet‘ dumuru var ki, hiç girmeyeyim!..