Sinema Haftası

Önceden çok film seyrederdim. Ben. Sonra Bengü’yle -eskisi kadar çok olmasa da- yine de hayli film seyretmelerde bulunduk. Biz. Ondan sonra Ece doğdu, zaman doldu, bir filmin giriş-gelişme-sonuç kısmı uzun zamana yayılınca tadı kalmadı, her seferinde bu kim, bu ne yapıyor derdine girmemek için, kendimizi dizilere vurduk, öylece de kaldık. Biz, üçümüz.

Bildiğiniz -ya da ne mutlu ki bilmediğinizse eğer- üzere, Amerika’da emekçi dizi yazarları sınıfı ekmek kavgasında haklarını aramak üzere kahpe oligarşiye karşı grev ilan ettiler, o sırada dünya tabii ki sekteye uğradı, ne yapacağımızı bilemez olduk, birlik beraberlik yerine kaos ve anarşiye bıraktı.

Biz de (taze) dizisiz kalınca, bir müddet alternatiflerle idare ettik, işte bildiğiniz üzere, Psych’a geçiş yaptık, beğendik ama yedik onu bitirdik, aralarda Northern Exposure ilaç gibi geldi, benim Numb3rs’la bir takım çapkınlıklarım oldu, vesaire… Nihayetinde, diyeceğim odur ki, olan dizileri de tüketip, mecburen yüzümüzü sinemaya çevirdik.

MirrorMask – Darjeeling Limited ve No Country For Old Men’i yazmıştım zati, şimdi listeyi kronolojik olarak güncelleyelim: Juno; Interstate 60; Once; A Praire Home Company. Madde madde yazınca pratik oluyor, o halde buyurun bakalım:

  • Juno : Filmi ilk olarak birkaç ay önce, buradaki bir hocadan duydum. O sıralar Rotterdam Film Festivali vardı (ama sonradan anlaşıldı ki filmle Rotterdam Film Festivali arasında bir ilgi yoktu) ve bu sebepten dolayı ben bu filmi a) “sanat” filmi ve konusu itibarı ile de b) İngiliz filmi olarak algılamış idim. Hocanın söyledikleri arasında filme en ilgimi çeken şey, sömürüye hayli açık bir konunun hiç de öyle ağlak muhabbeti yapmadan, handiyse eğlenceli, güle oynaya bir şekilde çekilmiş olması oldu. Daha önce de kırk defa söyledim, bir filmdeki karakterler kendilerine acımıyorlarsa, başımın üzerinde yerleri var (bkz: Kaurismäki, ve “Slav”lar üzerine bu konuda yazdığım ibretlik yazım). Juno da hayli tatlı, normal şeyleri normal gelmeyecek kadar normal anlatan bir filmdi. Ayrıca Allison Janney adındaki bayanla da hayranlıkla tanışmış olduk bu sayede.
  • Interstate 60 : Gürer sayesinde haberim oldu. Bob Gale, Back to the future co-writer, bunda yazan yönetmen. Biraz geçkin bir WoZ(ardoz), hiç olmamış yol hikayesi, “fuck”lı naiflik. Ama Gary Oldman sürprizi var, film eğer Gaiman’ı bilmiyorsanız ve daha önemlisi Tim Burton’ın Big Fish’ini izlemediyseniz daha güzel olur. Güzel bir pazar sabahı seyirliği. JAmes Marsden Cyclops olmadan evvel ama yüzü çok güzel, daha eblek olasıymış (mesela Ted Mosby).
  • Once 2007Once : Once… Ah Once. Kekliğime veriniz, bu filmden bir şekilde haberim olmuştu epey önce ama zamandan beridir küçük bağımsız bir yapım zannedegeliyordum (ki öyle tabii biraz da). Neyse, işte bu dizi kıtlığında aklıma geldi tekrardan, gittik edindik, çok beğendik. Sonu itibarı ile – neyse spoiler olur ama işte amaaaan, olursa olsun Lost in Translation ile ilginç bir şekilde Duvara Karşı’yı getirdi benim aklıma. Film olarak da, kalbimizde apayrı bir yeri olan Before Sunrise’ın gölgesinde bir yere koyduk kendilerini. Bu film de, o film de karakterleri itibarıyla içinizin ısındığı, kanınızın kaynadığı filmler… Sanki oyuncuları arkadaşlık mertebesinde tanıyormuşsunuz da, şöyle bir film çekelim deyip, doğaçlama / belgesel tadında takılmışlar. Bize de keyiflice izlemek düşmüş. Ayrıca, şu Oscar törenindeki yarım kalıp sonrasında tamamlanan konuşma olayı da tuz biber. Maşallah diyelim. Zaten Hansard ile Irglová birliktelermiş filmden sonra gerçek hayatta, Allah tadlarını bozmasın.
  • A Praire Home Companion : Ummadık taş baş yardı. Robert Altman’a öyle büyük bir düşkünlüğümüz yoktur (M.A.S.H. onun muydu – bakayım… evet, onunmuş), Raymond Carver’ı ki, o kadar severiz ailecek, Short Cuts filmine iki-üç kere başladık, hiçbirinde tamamlayamadık (halbuki film kötü de değil ama bir de Voksne Mennesker’de başımıza geldi bu başlayıp başlayıp tamamlayamama durumu). A Home Praire, radyo kültürüne bunca uzak oluşumuza rağmen, bizi “ekran başına kilitledi”. Çok candan ve sıcak olmuş, işte yine Robert Altman’dan dengeli karakter dağılımı dersleri var, sonrasında araştırdım işte gerçek versiyonunu filan, filmden aldığım zevk bir kat daha arttı. Ve bir de not, Bengü’ye de söyledim, klasik müzikte nasıl ki, en “popüler” olanlar en usta, en iyi olanlarsa, arada sırada sinemada da böyle örneklere rastlıyorsunuz. Meryl Streep ya! Sırf bunca ünlü olduğu için kötü olacağını düşünüyorsunuz ama müthiş sayın seyirciler. Bir de Brad Pitt’te böyle bir yanılgıya kapılmıştım da, ilkin 12 Monkeys’de, ardından Fight Club’da ağzımın payını vermişti.
  • Yani diyeceğim odur ki sevgili okur, çok uzun bir aradan sonra epey bir film seyrettik, iyi de ettik.

    Ah, bir de şunu keşfettim: Independent Spirit Award; ilgili bağlantıdaki listelere bir göz atın derim.

Fatih Özgüven – Bir Şey Oldu

Fatih Özgüven’i severim, sinema yazılarını da yaşlı amcaların Hasan Pulur’u okuyuşu gibi onaylaya onaylaya okurum. Seneler seneler evvel (ahanda şlak 1995!) Kelepir’dendi sanırım, Esrarengiz Bay Kartaloğlu‘sunu almıştım da, bir türlü kitabın içine girememiştim. Aklımda kalan tek şey Commodore 64’te dizdiğini ek bilgi olarak belirtmiş olmasıydı. Tipini de -nedense- sevgili Yağmur’a benzetirim. Ah, bir de çevirileri iyidir. Özellikle de Jonathan Ames’in Gece Gibi Geçiyorum çevirisi, orijinalini aratmaz (baktım, oradan biliyorum, multilingual insanıyım ben, please..).

İşte, iki kitabını da çıkarınca, heyecanlanmadım, diyemem. Eki de beğenmiş hem. Ne duruyoruz? Bengü gelmeden almış idi kitapları, okumak Bengü’nün gidişine nasip oldu (Bir Şey Oldu’yu okudum henüz). Fatih Amca eleştiride iyidir ama insan kendi evladını görünce kusurlarını göremiyor anlaşılan. Ama öncelikle:

Hikayeler Batılı. İyi anlamda batılı. Turgut Özben’in Karagöz-Hacivatı istememesi kadar batılı. O şark işi ille de bir şey olacak kaygısı yok çoğu hikayede, onun yerine derin bir tını var, derin bir tını bırakıyor, derin bir tını kalıyor.

Şimdiiii:

Fatih Özgüven’in iyi bir editörü yok.

Fatih Özgüven’in kitabı Türkçe yazılmıştan çok Türkçe’ye çevrilmişe benziyor. Olgular batılı, çok normal, anlaşılır ama kardeşim gelip de bana : (arka kapaktan alıntılıyorum, kitaptan bulamadım şimdi bu kadar keskince söylemek istediğim şeyi veren bir kısmı) “genç bir adam yanında siyah deri taklidi bavullarıyla bir yabancının arabasına binip bir şehirden ötekine gidiyor” deme lütfen. Ben bunu demem, benim tanıdığım kimse bunu demez. Genç bir adam Türkiye’de yok, siyah deri taklidi bavullarıyla kimse bir yere gitmez, velev ki bir şehirden diğerine… (Bir de Michel Butor, Şadan Karadeniz(?) Dönüşüm vardır, oradaki “sıcaklık yayan metal zemin” vardır, olmasa idi daha iyi olacaktı ama… Halbuki ve eğer Ş. Karadeniz’se gerçekten ne iyi çevirmendir, o kitap da çok iyi çevrilmiştir, bu kitap (U. Eco Gülün Adı) da. Ama Gülün Adı’nda da İbn Bilmemkim’le İbn Bilmemkim’i ilk baskıda Latince isimleriyle vermişti, değil mi? Neyse, olar böyle vakalar..)

Fatih Özgüven sandığımdan daha yaşlı, ben bunu artık biliyorum ama o bunu bilmiyor: “Gürol (…) neredeyse parayla diploma veren üniversitelerden birinde işletme okumakta olan Selin’e tanışır tanışmaz ‘vermek’ istediğini annesine anlatmayacaktı. Annesi nasıl olsa anlayacaktı.”. Fatih Özgüven’in editörü de yaşlı. Fatih Amca, Fatih Amca! Hey! Bana bak! Editörünü değiştirsene! Sana, üç kelimesinde üç yanlış olan üç kelimeli cümle yaramaz! Bana bak! Hey! Sen! Dönek okur! Benzerim! Kardeşim benim! Kızlar oğlanlara verir, oğlanlar kızlara değil!

Roald Dahl’ın nefis bir hikayesi vardır, o hikayede bir oğlan vardır, vejateryen bir akraba tarafından yetiştirilir, harika vejateryen yemekler yapar, yeteneği, dehası vardır bu konuda, hangi ot neye iyi gider, bilir. Yaşlı akrabasıyla izole bir yaşam sürerler, diğer insanları bilmez. Derken günün birinde akrabası ölür. Oğlan şehre iner. Akrabası buna hayli para bırakmıştır, hilebaz avukat bütün parayı elinden alır ama. Sonra oğlan bir lokantaya gider, ilk defa et yer, çok etkilenir. Etlerin üretim yerini ziyaret etmek ister, tarifi alır, mezbahaya gider, ziyaretçi olarak girer, bir anda bir çengel yakalar bunu bacağından, alaşağı eder, bir el uzanır, boynunu keser. Bir gelincik sinsi sinsi kanar. Hikaye bittiğinde beyninizin bir parçası hala avukatın ofisinde “aaa çocuğu kazıkladı yazık yahu!” demektedir. Böyle de bir twist. Fatih Özgüven de hikayelerinde bunu yapıyor güzelce ve kayıtsızca. Başta dediğim tını etkisini buradan sağlıyor. Ama Roald Dahl’ın aksine o bunu bir olaydan başka bir olaya geçerek değil, bir olaysızlıktan bir olaya geçmeyerek yapıyor: beklentinizle (böyle biraz çocuk) kalakalıyorsunuz.

Gelelim hikayelere:

Penguen Masalı – Atilla Atalay öldü mü, ıssız acun kaldu mu? Ve başka bir takım yazarlara tribute, açılış hikayesi olarak çok iyi seçilmiş bu arada.

Akıllı Şey – Ben kafamda DJ Qualls diye canlandırdım hep. Sonu çok avam danone olmuş ama girişten sonra gelişme hikayesi bağlamında yeri epey güzel.

Büyük Yeşillik – Tam Mehmet Batur’un hayran olacağı bir hikaye. Çok çok sağlam. “Keşke,” dedirtiyor insana, “sinema ve bir şeyler bölümünde öğrenci olsaydım da, kısa filmini çekseydim.” 10 puan!

Arkasındaki Hayal – Çok alakasız ama doğal olarak W.B. amcanın Naked Lunch’ındaki o kısacık bölüm geliveriyor insanın aklına. Bir de Miranda July’ın Birthmark’ı tabii ki (bu alakalı olarak). Kitapta en beğendiğim iki hikayeden biri oldu (diğeri Öteki Adres).

Gürol’un Annesi – belgesel. Yaşlı amcalık olmasa çok daha iyi olacaktı. Gürol değil de annesi anlatsaydı mesela. Nur Çintay’a askeri hapishaneden(?) yazılan şu makarnalı mektup ile onun Nişantaşı’ndan yazdığı cevap, 25. saat belki? Anne çok iyi konuşturuluyor, keşke anlatan da o olsaydı.

Seyahatte ve Ölümde – Bırak allasen. İlle ki “gizlice” içerilecekse, bari daha iyi bir hikayeden paye verilsin değerli kişilere.

Öteki Adres – Okuduğum en iyi Türkçe hikayelerden biri. Hem göstermedikleriyle, hem anlattıklarıyla ve anlatımıyla, hem de diliyle. “Bir şey mi oldu?”.

Doğum – Kim sormuştu genç şaire ilk soru olarak “Türk Şiirindeki hangi boşluğu kapamak üzere sahne alıyorsunuz?” diye. Banu Takşüt – Bebeğim Öldü varken, gerçekten gerekli miydi böyle bir hikaye? Yine de “Bakkaldan birisi çıkıp ona baktı, sonra içeri girdi, elinde bir tabureyle yeniden dışarı çıkıp tabureyi işaret etti. Rabia görmedi.” için ölünmese de, pekala, bayılabilinir.

Kader Müziği – Reserved. (as in “Mmmmm”).

Asansördeki – Verdiğinden daha fazla şey vaat ediyor. Kesinlikle. O yüzden hak etmediği halde hayal kırıklığı vermişçesine karşılanıyor gelmişçesine şarkılanıyor.

Hayvanların Alemi – Hangi dergi basardı bunu? (Hiçbiri?)

Boğaziçi Cinayetleri – Sizin olsun.

Bir Şey Oldu – Muazzam bir kapanış.

Ayrıca – Bir Sarışın Melek – Şahane. (Vodafone reklamlarındaki gibi okunacak)

Bunu F.Ö. okuyacakmış gibi yazdım, yazmaya başlarken değil de, yazmanın ortalarındayken fark ettim böyle yazmakta olduğumu. O yüzden bir zahmet bir tanıyan sevabına iletirse kendisine (Gerek kalmadı, sağ olun, var olun, D.B. çok süper bir amca çıktı bu arada, bu vesileyle on bin tekzipler), belki hoşuna gider, belki hoşuna gitmez. Kendisi bana borçludur, vaktiyle ai no corrida’yı onun yüzünden seyretmişliğim vardır (ne kötü ne fena ne pis).

Sizi seven sururi, anne eleştirmenliğim geldi.

Son söz: İngiliz bir şey. Forster? Değil ama kesinlikle Bilge Karasu’nun sevdiği biri. Hemingway’e öykünen mi? Çok çok az, öyle olduğunu demenin haksızlık sayılacağı azlıkta. Salinger var mı? Çok şükür yok (Akıllı Şey’de olabilirmiş ama titreyip kendine gelmiş yazar).

Yeni öğrendim, tüylerim hala diken diken! Haydi gözüm aydın!

Banks, Matter (2008)

Matter is a forthcoming novel from Iain Banks, under the name Iain M. Banks. A science fiction novel, it is the latest in his popular Culture series. Currently expected for publication February 2008.

From an interview with The Guardian newspaper at the Hay Literary Festival on May 25 2007:

Banks tells me that he has spent the past three months writing another Culture novel. It will be called Matter and is to be published next February. “It’s a real shelf-breaker,” he says enthusiastically. “It’s 204,000 words long [544 pages, according to Amazon] and the last 4,000 consist of appendices and glossaries. It’s so complicated that even in its complexity it’s complex. I’m not sure the publishers will go for the appendices, but readers will need them. It’s filled with neologisms and characters who disappear for 150 pages and come back, with lots of flashbacks and -forwards. And the story involves different civilisations at different stages of technological evolution. There’s even one group who have disappeared up their own fundaments into non-matter-based societies”.

…come 7 February 2008 come…

Christmas, X-Mas ve Axe-Mas hakkında birkaç şey…

Belki bilir, belki bilmezsiniz, bilmezseniz de pek bir şey kaçırmış sayılmazsınız ama filmi bilmiyorsanız çok şey kaçırmışsınızdır, Amerikalıların resmi Noel filmi, Frank Capra’nın 1946 tarihli It’s A Wonderful Life‘ıdır . Ben de bu filmi çok seviyor olsam da, bizim için ilgili başlık altındaki favori film, Richard Curtis’in 2003 tarihli Love Actually‘sidir. Tabii, bizim için noel (“neol”) diye bir şey olmadığından, yılbaşı yaklaşırken, biz de Delft’teki DVDcilere bu filmi sormaya başladık (buraya hiç DVD getirmediğimizden Ankara’da bir depoda şimdi önceki versiyon). Birkaç yerden “taze bitti” cevabını alınca da, ya bu film Hollandalıların başucu filmi (bir de Almanya’da David Hasselhoff olmak vardır bu bağlamda) ya da bunlar bize Türk Tüccar muamelesi çekiyorlar dedik (hani dükkana girersiniz, aradığınız bir şeyin orada mevcut olup olmadığını sorarsınız da, muhatabınızın bakışları, sizin aradığınız nesnenin adı olan kelimeyi ilk defa duyduğunu gizleyemezken “Ha, iki tane vardı da, geçen cuma bitti, önümüzdeki ay gelecek yine” şeklinde bir cevap alır (o şeyin kendisinde olmadığını gururuna yediremez) ve dahi “boşuna buralarda arama, hiçbir dükkan satmaz onu” şeklinde de “bende yok, öyleyse bat dünya ve diğer meslektaşlarım” eklentisi ile ödüllendirilirsiniz). Geçen hafta Rotterdam’a gitmiştik gezmeye (bkz ispatı aşağıda) de, her gördüğümüz fidyocuya sordum, çok kalabalık kuyruklar vardı neyse en sonunda dönüş yolunda buldum bir tane, hem de hepi topu 8 avroya!

Rotterdam, 24/12/2007

Özetle, yeni yıl yaklaşırken, eğer öyle çok da maço bir tip filan değilseniz, + Nikah Bir Cenaze’yi beğenmişseniz mesela-mutlaka, ve halen Love Actually ile tanışmışlığınız yoksa, bir deneyiniz derim. Araya parça olarak filmde de kullanılan (zaten oradan aklıma geldi) Bay City Rollers’dan Bye Bye Baby‘nin sözlerini sıkıştırayım bari – bir şarkı bu kadar mı leziz olur :

Bay City Rollers / Bye Bye Baby………………………………………|

If you hate me after what I say
Can’t put it off any longer
I just gotta tell her anyway

Bye Bye Baby, baby goodbye.
Bye baby, baby bye bye.
Bye bye baby, don’t make me cry
Bye baby, baby bye bye.

You’re the one girl in town I’d marry
Girl, I’d marry you now if I were free
I wish it could be.
I could love you but why begin it
‘Cos there ain’t any future in it,
She’s got me but I’m not free, so:

Bye Bye Baby, baby goodbye.
Bye baby, baby bye bye.
Bye bye baby, don’t make me cry
Bye baby, baby bye bye.

Wish I never had known you better
Wish I knew you before I met her, Gee
How good it would be for me.
Shoulda told her that I can’t linger,
There’s a wedding ring on my finger,
She’s got me but I’m not free, so:

Bye Bye Baby, baby goodbye.
Bye baby, baby bye bye.
Bye bye baby, don’t make me cry
Bye baby, baby bye bye.

Hazır şarkılardan ve noelden söz açılmışken: Az çok neol hakkında bir şeyler bilirim (işte nativity detayları, 3 müneccim (magi), şu müneccimlere yolu gösteren yıldız ve hatta en güzeli olarak da T.S. Eliot’ın Journey of the Magi şiirini ve şu hastası olduğum müthiş açılış dizelerini:

A cold coming we had of it,
Just the worst time of the year
For a journey, and such a long journey:
The ways deep and the weather sharp,
The very dead of winter.
And the camels galled, sore-footed, refractory,
Lying down in the melting snow.
There were times when we regretted
The summer palaces on slopes, the terraces,
And the silken girls bringing sherbet.
Then the camel men cursing and grumbling
And running away, and wanting their liquor and women,
And the night-fires going out, and the lack of shelters,
And the cities dirty and the towns unfriendly
And the villages dirty and charging high prices:
A hard time we had of it.
At the end we preferred to travel all night,
Sleeping in snatches,
With the voices singing in our ears, saying
That this was all folly.

lakin, bu sene neolle ilgili yepyeni bir detay daha öğrendim, dini içeriği hayli yüksek, mukaddes Robot Chicken programının, neol özel bölümünden (s03e14). Onun sonunda, sanırım geçen seneki neol programındaki şu anime çocuk, jack frost ve santa’nın kapışmasındaki karakterler müthiş bir parçayı icra ediyorlar. Bir tek bizim dilimizde trampet diye bir müzik aleti olduğundan ne yazık ki, benzer bir müziği tam olarak yakalayamadım ama yine de The Old Guard Drum and Fief Corps (Amerikan koloniyel dönemden) epey yakın bir… siz Türkler nasığ diyoğ, “sound” yakaladım. Trampet/Trompet bir de Konyak/Kanyak olayı var tabii meşhur, bağlantı aynı olmasa da. Bu tür müzik aramaktayım, Kodo’yu biliyoruz tabii ki ailecek, ama benim dediğim şu trampet olayı, flüt de bir yere kadar girebilir (aslında TAM da Robot Chicken’daki mevzuat). Neyse, aratıyorum ediyorum işte “drum” vesaire diye, Little Drummer Boy‘u keşfettim, zaten, sonradan anladım ki, RC’ın yaptığı da aynı şey olayor. Sonrasında da Dolores O’Riordan’ın (pis pis pis!) 2001’de Vatikan’da performeler eylediği şu versiyonunu buldum şarkının. Yani böylesine aptalca bir şarkı nasıl böylesine etkili öldürücü bir silaha dönüşebilir, ispatı orada… (Yanlış anlama olmaması için bonus bilgi: Dolores O’Riordan’a gıcıklığım, ailecek ennn bir favori gruplarımızdan olan Cranberries’i bir başına koyup gitmesinden ötürüdür. Gerçi ailemizde buna benden başka bozulan bir başka fert yok ama bu benim değil, Bayan O’Riordan’ın sorunu. 8P)

Yine çok uzadı. Bir de Axe-Mas dedik, onunla da ilgili birkaç şey karalayalım: Evet, bildiğiniz üzere Futurama der X-Mas’a Axe-Mas diye, nihayet geçen ay, yıllardır (2?) süregelen ayrılık bitti, Bender’la hasret giderdik (bkz. Bender’s Big Score)

Sanırım bu kadardı. Görüşemezsek/görüşmezsek şimdiden yeni yılınızı kutlarım. Geçen sene yaptığım gibi, bu yıl da senenin muhasebesini yapmayı arzu ediyorum ama önce yılın hayırlısıyla bitmesi lazım.. 8)


nasıl bir manyak?

Bir insan düşünün, gece yatıyor, gayet normal bir gün geçirmiş, sonra aklına bir anda tarihteki Roma İmparatorları geliyor… Augustus (tamam), Tiberius (tamam), xxx???, Claudius, Nero! Ya, kimdi o xxx? Deliydi hani, gerçi bunların hepsi birbirinden deli ama bu zır deliydi, kimdi kimdi? Kalkıyor sıcak yatağından, tam da uykuya dalmak üzereydi, gidiyor iki saat bilgisayarının açılmasını bekliyor, internete bağlanıyor, çok şükür ki internet var (omniscient Wiki, o olmadı Google). Bakıyor, evet, Caligula, artık rahatça uyuyabilir (şimdi düşündüm de, sanırım o tarihte Wiki yoktu). Bu adama yazık değil mi? Bu adamın karısına yazık değil mi? Hayır, sanırsınız ki, ertesi gün Roma Tarihi’nden sınava girecek, ya da ahret suallerinin kapsadığı konularda bir revizyona gittiler. Hayır efendim. Vaktiyle Hande Hanım’ın sayesinde okuduğu I, Claudius ve Cladius, the God (Robert Graves) kitapları haricinde pek bir tanışıklığı yok. Tanışıklığı yok ama hastalık derecesine varan takıntısı var (daha önce detayı ile yazdım).

Gelelim son takıntımıza: 4-5 gün kadar evvel, şimdi tam olarak hatırlamadığım bir vesile ile, Afrikalı bir güruh olan xxx’lerin adı aklıma gelmedi. Şu xxx’ler, canım, hani Avrupa’da mı ne yaşıyorlar, alt seviye işlerde çalışıyorlar, hani neredeyse bütün paralarını takım elbiseye harcıyorlar, her haftasonu toplanıp, en şık kim yarışması yapıyorlar… Hani benim de İsveçli / Danimarkalı / Finlandiyalı yönetmen bilmemkimin çektiği belgesel ile haberim olmuştu, bildim mi, hah, tamam, işte onların adı neydi yahu?

Barış’ın pek sevdiği, hakikaten güzel bir video çevirici program var, adı ne mi, “Super”. Yani böylesine arama motorlu tabanlı bir dünyada, bir insan nasıl böyle bir isim verebilir ürününe?! Bu nereden mi geldi aklıma? Arama motoruna African yazıyorsunuz, documentary yazıyorsunuz, bir de suit, sonra seyreyliyorsunuz gümbürtüyü!…

(Bu arada) Cevap: Danimarka, Jeppe Ronde, “The Swenkas”, burası mesela. Bu arada, onu ararken, bir de buna rastladım: Manufacturing Dissent, acaip hayvani ve iyi göründü gözüme ama daha pençelerimi geçiremedim (tabii Swenkas’a da ulaşmış değilim, ilgilenen olursa YouTube’de trailer’ı var)


Encounters‘dan alıntılıyorum:

Manufacturing Dissent
Canada 2007 74min
Dirs: Debbie Melnyck & Rick Caine

Poking cameras into the faces of prominent politicians, CEOs and average citizens is the hallmark of Michael Moore’s documentary style. In the name of guerrilla journalism, its all fun and games until someone does the same thing to you.

Attempting to isolate fact from fiction, and legend from ego, this intelligent, intriguing and revelling exposé trains the camera on Michael Moore, the world’s most notorious, intentionally caustic, documentary filmmaker. Whilst tagging along on the promotional junket for Fahrenheit 9/11 and the ‘Slacker Uprising Tour’, Melnyck and Caine delve deep into the politically charged climate that jettisoned Moore to fame, unveil the extent of deliberate factual manipulation in his films, meet and interview Moore’s friends and adversaries alike, and explore his growing influence.