Yılın Listesi! Ta-ta-ta-ta! Filmler

…Filmler
Bu sene seyrettiğim filmlerin arasında da, kitaplarda olduğu gibi, bariz bir birinci vardı. Ayrıca, faydalı bir işe başlayıp, seyrettiğim filmlerin de çetelesini tutmaya bu sene başladım. Gerçi liste haziran ayından başlasa da, zararın neresinden dönülse mantığı hüküm sürmekte benim açımdan.

Bu sene filmler açısından hayli zengin bir seneydi… Listenin öncesini şöyle bir tarayınca blogda hemen Juno, Once ve A Praire Home Companion‘ı gördüm, üçü de birbirinden güzeldi.

Şimdi listeyi karşıma aldım, yukarıdan aşağıya şöyle bir inelim… Otesanek epey ilginç bir yapımda, sürrealdi ama aynı zamanda hınzır bir masaldı, Doğu Avrupa pervasızlığı (bu konuda master çalışmam var, çok bilirim 8P) tam gücüyle hüküm sürüyor (film Çek filmiydi).

Sonrasında 2 Days in Paris izlemişiz.. Julie Delpy hakikaten hem Before Sunrise / Sunset‘in momentumundan beslenen hem de tam da bu nedenle kötü bir kopyası olma riskinden kurtulan güzel bir film hazırlamıştı. Benzer bir film var mı diye baktım da listeye, bulamadım.

Bu sene bir de Judd Apatow ve gibimsileri filmleri dalgasına tutulduk. 40 Year Old Virgin, Knocked Up, Dan in Real Life, Forgetting Sarah Marshall hep de büyümüş ama ana-babası gibi olmamış, tam da “bizim” gibi olmuş adamların hikayeleri minvalinde idi. Bir – iki benzer film sonrasında herhalde sıkılacağım ama yine de “hoş seyirliklerdi”. Birkaç sene öncesinde bir Jude Law dalgası yaşamıştık böyle buram buram, her filmde mutlaka görüyordunuz – geçen gün kontrol etmiştim, şimdi sayıyı unuttum bari bakayım da Wikipedia’dan, buraya alıntılayayım demek istediğim şeyi:

  1. I ♥ Huckabees
  2. Sky Captain and the World of Tomorrow
  3. Alfie
  4. Closer
  5. The Aviator
  6. Lemony Snicket’s A Series of Unfortunate Events

Sene 2004 ve ama öyle ama böyle 6 film imiş yani demek istediğim… Neyse, bunu niye anlattığıma gelince, bu sefer de Steve Carrell misafirimiz oldu görece epey (?). 40 Year Old Virgin (tamam bu eskiydi), Dan in Real Life ve Get Smart. Get Smart da komik bir filmdi ama o açıdan yılın en komik filmi Tropic Thunder idi. Ben Stiller hakikaten çok iyiydi, hem de yazan yöneten vesaire vesaire.. Iron Man‘de de acaip başarılı bulduğum Robert Downey Jr. ise Tropic Thunder’daki rolü ile gönlümün Yardımcı Erkek Oyuncu Oskarından bir dolu aldı bile (ona verdiğim YEO Oskarı ancak stoklarla sınırlıdır!).

Ryan Gosling’i de bu sene iki rolde izleme şerefine nail olduk, ondan zaten Amerikan Bağımsız/Bağımsız gibi yapabilen Sineması kuşağına geçiş yapacağım: Bu sene seyrettiğimiz baştan aşağa komple ciddi nadir filmlerden olan Half Nelson ile pek bir hoşumuza giden Lars and the Real Girl‘de sanatını konuşturdu, çok yolu açık olacak bu çocuğun. Edward Norton’ın bozulmayacak gibi olanı gibi duruyor (gibi gibi). Amerikan bağımsız ve gibileri/tadındakileri kuşağında ilerlemeye devam edelim, hatta takır takır sıralayalım: Wes Anderson’ın ne olduğunu bile bilmeden beklediğimiz yeni filmi The Darjeeling Limited mesela, açlığımızı bastırdı ama doyurmadı (ama o kadar da değil yani demek istediğim, iyiydi ama beklentimizin altındaydı). No Country for Old Men, çok korkunç ve kötü bir filmdi, üstüne geçenlerde Burn After Reading‘i izledik ki, Cohen kardeşler bir müddet gözüme görünmesinler (sürekli ama sürekli ve dahi istikrarlı bir düşüş içindeler benim nazarımda, yazık, çok yazık). Ghost World ve Crumb’dan tanıdığım, sevdiğim Terry Zwigoff’u unutmuştum ben ama canım kardeşim ve kayınçom sayesinde haberdar olduğum pek çok filmin arasında onun Bad Santa‘sı da vardı. Orada burada Before Sunrise/Sunset’in yönetmeni de olan Richard Linklater’ın School of Rock ile nasıl da janrın klişelerini kullanarak janrla dalga geçtiğini okuyagelirdim, bu sene bir ara film sıkıntısında onu da aradan çıkardık çıkarmasına ama asıl o dedikleri olayın dik alasını Zwigoff, Bad Santa ile yapıyor, allak bullak ediyor, ki Bad Santa sadece finali için bile seyredilir! Yeni film çıkarmasını sabırsızlıkla beklediğim bir diğer yönetmen ise The Station Agent’ına bayıldığımız Thomas McCarthy idi. McCarthy ikinci filmini 4 sene sonra çıkarınca hemen atladım yazıyordum ki, baktım şimdi, 2007’de çıkmış The Visitor, neyse neyse. İşte bu Visitor da, bu sene seyrettiğimiz bir diğer başından sonuna ciddiyetini koruyan film oldu. Bir yanlış anlama sonucu, Station Agent’dan ve pek çok diğer bağımsız (/gibimsi) filmden tanıyıp, sevdiğimiz Patricia Clarkson da bu filmde olacak zannetim (IMDB’nin sayfasında resmi olduğundan dolayı) ve filmin önemli bir kısmını “Patricia Clarkson şimdi çıktı çıkacak” beklentisiyle seyrettim, yoktu. Film iyiydi herhalde, bilmiyorum, öyle kör göze parmak mesac veren filmler beni pek açmıyor oldum olası (benzeri bir hayalkırıklığını da Richard Curtis’in The Girl in the Café‘sinde yaşamıştım). Neyse, Patricia Clarkson’ı Lars and the Real Girl’de izledik doktor olarak, Station Agent’in bir diğer oyuncusu olan Peter Dinklage’ı ise Frank Oz’un pek o kadar da parlak olmayan Death in a Funeral‘ında. The Visitor’ın Richard Jenkins’i ise Burn After Reading’deki güzel olan ender şeylerden biriydi… (Şimdi tekrar okurken bu girdiyi, Be Kind Rewind‘ı yazmayı unuttuğumu fark ettim, halbuki hiç de öyle unutulacak bir film değildi. Evet, olabilir, Eternal Sunshine of a Spotless Mind‘ı pek de beğenmemiş bir azınlığa mensup olabilirim, Michel Gondry’ye gösteriş meraklısı ucube gözüyle bakagelmiş de olabilirim ama Be Kind Rewind’ın güzelliği karşısında ben bile hakkını yiyemem… “Gösteriş meraklısı ucube” yazınca, bu sefer de aklıma Tarsem Singh geldi… The Cell ne kadar kötü bir film idiyse, The Fall da o derece iyi bir film idi. İyiydi işte, kolaylıkla seyrediyorsunuz, hem ille de konu mu gerekli? (peki üçüncü filminin adı ne olacak? The Call mu, yoksa The Well mi 8P)) Bu senenin en güzel cameo sürprizlerinden biri hayli çekici bir film olan The Wristcutters : A Love Story‘de (bu filmden de Neslihan een Brian sayesinde haberdar oldum) Tom Waits’i görmek oldu (hem cameo da değil, basbayağı rolü var, ve ilk defa oyunculuğu berbat değil, hatta çok kötü de değil, sadece kötü! 8)

Bu sene heyecanla beklediğimiz Futurama devam filmlerinin ikinci ve üçüncüsünü de seyrettik ama seyretmesek de olurmuş. Bender’s Big Score’a daha iyi olabilir demiştik ama The Beast with a Billion Backs ile Bender’s Game onu mumla arattılar. Bakalım Into the Wild Green Yonder nasıl çıkacak…

Levent’ler sayesinde In Bruges‘den haberimiz oldu, hatta önce Bruges’e gittik, ardından filmi seyrettik bizim aile olarak. Guy Ritchie’nin ilk iki filmini andırıyordu ve güzeldi. Normalde sevmediğim (kız meselesi 8P) Colin Farrell’i bile sevdim bu filmde. Ama Bruges filmdeki kadar güzel değil, aynı görüntü yönetmeni demek güzel Delft’imizde film çekecek olsa, gözyaşından izlenmez.

Bu senenin en güzel sürprizlerinden biri de nasıl olduysa şimdiye kadar adını bile duymadığım Princess Bride oldu. Seyredin seyrettirin. Hiç beklenmedik diyaloglar, davranışlar, karakterler! Hele de karakterler!

El Orfanato son 15 dakikasında 90 derece janr değiştiren bir filmdi ama bu kadarı bile etkisini 4-5 katına çıkartmaya yetiyordu. Sonra Låt den rätte komma in (ya da anlayacağımız adıyla Let the right one in) bizi bizden aldı. Bu yılın en güzel filmlerinden biriydi, başından sonuna kadar da samimiyetini korudu, öyle şaşırtmasız da janr geçişini/karıştırmasını yapabileceğini gösterdi.

İsveç yapımı olan Låt den rätte komma in ile listemizin İskandinav ayağına geçiş kapısını oluşturmuş bulunuyoruz ey kari! Bu sene Kuzey diyarlara adımımızı yanlış hatırlamıyorsam favori yönetmenlerimizden olan Aki Kaurismäki’nin Gün Batımında Işıklar’ı (Laitakaupungin valot) ile Finlandiya’dan attık. Bu sene pek çok tavsiyelerin sahibi olan kayınçom Brian’dan haberdar olduğum Danimarka’dan Adams æbler (Adam’s Apples) hayranlıktan gözlerimizi yaşarttı, oradaki ironiyi anlatmaya kelimeler yetmez (hence, here is this year’s winner!). Filmin yönetmeni ve yazarı olan Anders Thomas Jensen hakkında bilgiye bakınca, sevilesi Wilbur Wants to Kill Himself (ki yönetmeni olan Lone Scherfig Hanımefendi Dogma olmasına rağmen seyredilebilir bir film olan Yeni Başlayanlar için İtalyanca‘yı da yönetmişti) filmini de yazmış. Yıl bitmeden bir diğer izlediğimiz, kendisinin yazıp, yönettiği filmi olan De Grønne slagtere (Green Butchers) Caro & Jeunet’nin Delicatessen‘i tadında ve dahası Adam’s Apples’ın o harika mizah duygusunu ve tabii ki muhteşem Mads Mikkelsen’ini içermekte. Geçen seneye yetiştiremedik ama bugün yarın Blinkende Iygter’ı (Flickering Lights) seyredeceğiz inşallah. Ayrıca High Fidelity‘de gönlümü kaptırdığım Iben Hjejle de oynuyormuş o filmde! Ece’nin deyimiyle: Yupppiiii! İsveç, Finlandiya ve Danimarka’dan sonra bir de Norveç’e uğrayıp geçtiğimiz sene -bayıla bayıla- izlediğim İskandinav filmlerine veda edelim. Reprise konusu ve kurgusu ile yepyeni bir soluktu, yönetmeni olan Joachim Trier’in sonraki filmlerini büyük bir heyecanla bekliyorum. Diğer Norveç filmini ise yıllardır seyretmek istiyordum, bir festival vasıtasıyla haberim olmuştu ve o gün bugündür bir türlü bulamıyordum. Filmimizin adı Salmer fra Kjøkkenet (Kitchen Stories) biraz un-entel olacak ama sanırım işin içinde aşk olmayışı o kadar ilginç bir konuyu birazcık yavan bulmama sebep oldu. Belki bir de Norveçli olmadığımdandır. Asla kötü filmdi demiyorum ama potansiyelinin altında kalan bir filmdi ne yazık ki.

Bu listeyi yazdım yazdım yazarken bir de fark ettim ki hali hazırda stokta Kaurismäki’nin Leningrad Cowboys Go America‘sı da izlenmek üzere hazır, bekliyor! Bu sene inşallah! Böyle deyince Tarkovsky’nin Stalker‘ına da 2008’de nokta koyabildiğimi gururla söylemek isterim!

Yılın Listesi! Ta-ta-ta-ta! Kitaplar

Bu girişe başlamadan blogu incik cincik ettim, tahminimin aksine, sadece evvelki sene “yıllık liste” hazırlamaya başlamışım (2006, 2007). Bu sene biraz teferruata gireyim bari dedim, şöyle bir “genel mülahazalar” kısmı da olsun, shortlisterları da ihtiva etsin, yüzkaralarını da. İşte böyle böyle ey sevgili kari; ben buradayım, sen neredesin?..

2008 yılında
(Roll the drums..)

…Kitaplar
Okulla ev arası bisikletle 6 dakika çektiğinden, Türkiye’deki en önemli kitap okuma zamanım olan toplu taşım aktivitelerinden -şükür ki- mahrum kaldım. Hal böyle olunca da kitap okumalarım %94.6’sı bir malum yerde gerçekleşmede (along with other things… off çok kötüydü, özür..).

Blogla birlikte okuma listesi tuttuğumdan ötürü, yılın kitabını, adayları, kaybedenleri rahatlıkla saptayabiliyorum. Öncelikle kazananı açıklayayım – gayet net, tereddüte yer vermeyecek bir şekilde:

Susanna Clarke, Jonathan Strange & Mr. Norrell
JS&MN, Susanna Clarke’nin şimdilik tek kitabı. Taa Ankara’da iken, Hugo kazananlarını incelerken herhalde haberim olmuştu da, o zaman niyetlenmiştim lakin bir türlü dijital versiyonunu bulamadığımdan kelli, başka kitaplara yelken açmış idim. Sevgili kızkardeşim ve kayınço sayesinde yaptığımız bir Utrecht Boekenfestijn sayesinde -ki müthiş bir event idi bu festival olayı- €4.5 gibi cüzi bir fiyata aldım (hardcover’ı da €5.5 muydu neydi, taşıması daha kolay diye paperback’i tercih ettim – HHGTTG’nin seti mesela €10 gibi bir fiyattı). Tabii bir kitabın (kipatın) yılın listesine girmesi genelde fiyatına bağlı değil. Kitap Dickens’ın çağından çıkıp gelmiş gibi (2004 kitabı, btw). Olağanüstü olayları gayet normal bir şekilde anlatmasıyla sizi kendine bağlıyor. Öyle büyük bir olayın peşinde koşturmaca da yok pek. Anlatması zor, ne desem yetersiz kalıyor. Sayfaları gayet keyifle birbiri ardına çeviredururken “şu son 50 sayfada hiç de kayda değer bir olay olmadı ama ne garip, ne kadar keyif aldım okurken” diyorsunuz gibi bir şey… Bir de the most peculiar comments and/or narrator olayı tabii ki (belirsiz fakat mevcut bir anlatıcı var).

Tadımlık olarak şunları buyrun:

Poor Mr Norrell! He had not heard Drawlight’s story of how the fairies had washed the people’s clothes and it came as a great shock to him. He assured Sir Walter that he had never in his life washed linen — not by magic nor by any other means and he told Sir Walter what he had really done. But, curiously, though Mr Norrell was able to work feats of the most breath-taking wonder, he was only able to describe them in his usual dry manner, so that Sir Walter was left with the impression that the spectacle of half a thousand stone figures in York Cathedral all speaking together had been rather a dull affair and that he had been fortunate in being elsewhere at the time.

6th Chapter

“I should like to do magic,” said the fox-haired, fox-faced gentleman at the other end of the table. “I should have a ball every night with fairy music and fairy fireworks and I would summon all the most beautiful women out of history to attend. Helen of Troy, Cleopatra, Lucrezia Borgia, Maid Marian and Madame Pompadour. I should bring them all here to dance with you fellows. And when the French appeared on the horizon, I would just,” he waved his arm vaguely, “do something, you know, and they would all fall down dead.”

“Can a magician kill a man by magic?” Lord Wellington asked Strange.

Strange frowned. He seemed to dislike the question. “I suppose a magician might,” he admitted, “but a gentleman never could.”

Lord Wellington nodded as if this was just as he would have expected.

29th Chapter

Bir de şunu buldum Wikipedia’daki makale sayesinde, kitap hakkında nefis bir biçimde bilgilendiriyor:

Charles Palliser, author of the similarly grand-scale, Victorian-set The Quincunx, who praised the book’s depth of invented background; “I almost began to believe that there really was a tradition of ‘English magic’ that I had not heard about.”

Kitaplar hakkındaki notlara devam edecek olursak, bu sene anladım ki, meğerse 95’te (94? 95.) okuduğuma emin olduğum Kara Kitap‘ı asla tam olarak okumamışım: kremalı bisküviyi açıp da sadece ortasını yiyen çocuklar gibi, anlaşılan Celal Salik’in köşe yazılarını ve dahi Galip’in maceralarının bir kısmını okumuşum sadece, bu da hoş ve aynı zamanda bir bakıma nahoş bir sürpriz oldu. Kara Kitap’ı bitirdikten sonra bir sürü şeyini eleştirdim ama gerekli bir kitap, olmazsa olmaz imiş. Fatih Özgüven’in Bir Şey Oldu‘suyla, Hiç Niyetim Yoktu‘su okumaya değen kitaplardı, ayrıca hayranlığımın artmasına da vesile oldular.

Gelelim yılın hayalkırıklığı ve vakit israflarına : Gregory Maguire’ın Wicked‘ı kelimenin tam anlamı ile affedilemeyecek, umutsuz bir vakaydı ama onun özrü yazarının yeteneksizin teki oluşu. Peki biricik Iain M. Banks’imizin hem de Culture serisinde bizi uğrattığı Matter hezimetine ne demeli? (Ekim’de bahsetmişim şöyle bir, kızgınlığım hala geçmedi.) Serinin bir önceki kitabı olan Look to the Windward hayli yetkin bir kitaptı, sonsözü de kendisinden sonra gelecek kitap hakkında hayli iddialı vaatlerde bulunuyordu (sonradan anlaşıldı ki, bana öyle gelmiş 8P ). Matter başlıyor, güzel başlıyor, gayet yüksek bir potansiyel barındırıyor, giriş iyi, gelişme iyi. Ama o kadar. Yüzlerce sayfa geçiyor (serinin en oylumlu kitabı olmakta kendileri), bir şeyler ha oldu ha olacak, ortadaki kozlar büyüyor büyüyor, laflar büyüyor, olaylar büyüyor, her şey aslında “o” bir tek şeye çalışıyor, farkındasınız, heyecanla bekliyorsunuz kırılma noktasını ve bir anda inanılmaz acemice bir şekilde pof! Gazmış meğerse, peki, gerçek olay/kitap nerede? Aaa, kitap bitti, üzgünüz buydu, yerseniz. Ne yazık ki S. King ve masa lambası olayı bir nevi. Çok çok feci bir vakit israfıydı Matter. Hele de Banks’in kitabın yayınlanmasından önce söylediği o sözlerle birlikte tekrar ele alındığında:

Banks tells me that he has spent the past three months writing another Culture novel. It will be called Matter and is to be published next February. “It’s a real shelf-breaker,” he says enthusiastically. “It’s 204,000 words long and the last 4,000 consist of appendices and glossaries. It’s so complicated that even in its complexity it’s complex. I’m not sure the publishers will go for the appendices, but readers will need them. It’s filled with neologisms and characters who disappear for 150 pages and come back, with lots of flashbacks and -forwards. And the story involves different civilisations at different stages of technological evolution. There’s even one group who have disappeared up their own fundaments into non-matter-based societies.”

Stuart Jeffries’in Banks ile röportajı, The Guardian, 25/06/2007

Bu, Banks’in dediği, benimse buna diyecek üç kısaltmam var: B.S., M.S. ve Ph.D. (bilen bilsin).

Şu günlerde Stephen Fry’ın The Liar‘ını okumaktayım. Kitap bir anda canlandı (Dickens’ın Peter Flowerbuck mevzuu). Fena bir kitap değil yalnız şunu da itiraf etmek lazım: Stephen Fry’ın zekasıyla biraz zedelenmiş. Demek ki neymiş? Zeka gösterisi zorlama olunca (wave after wave) sıkıcı olabiliyor (benzer bir durumu Fry’ın kankası Hugh Laurie’nin The Gun Seller‘ında sarkazm ve hazırcevaplılık ve aymazlık hususunda taze yaşadım). Okurken yarıda bıraktığım Robert Shea ile Robert Anton Wilson’ın The Illuminatus! üçlemesi de gelecek okuma projelerim arasında ve Fry’ı bitirir bitirmez -büyük ihtimalle de herhalde bitirmeden- sevgili eşimin yılbaşı armağanlarından biri olan Haruki Murakami’nin The Elephant Vanishes adı altında yayınladığı hikaye seçkisi de var daha…

Listemizin kitap kısmı bitmiştir, come back again for sinema een anderen…

–Sonradan edit: Sinema kısmını hala yazmaktayım ama o kadar uzun oldu ki, ayrı olarak ekleyeceğim ve en sonda da gene eski usul derli toplu bir “kazananlar” listesi koyacağım…

Låt den rätte komma in

Güzel filmler göreceğiz çocuklar!.. Låt den rätte komma in (ya da anlayacağımız adıyla Let the right one in) ne kadar da güzel bir filmdi öyle, tadı damağımızda kaldı. Gerçi bu da El Orfanato gibi, korku vesaire bekliyorsunuz (Nejat Uygur gibi söylersek Vimpir filmi), olan sulu gözlerinize oluyor. Tebrik ediyorum emeği geçen herkesi, sizlere de tavsiye ediyorum. Amerikalılar hemen -üstlerine vazife ya- bunu da “adapte” edeceklermiş (toplumca dislektik olduklarından, altyazıları okuyamıyorlar garipler), onlar etmeden evvel bir an önce bulun izleyin derim ben.

Oskar

Eli

son dakika gelişmesi…

(AA) evet sayın okurlar, sevgili seyirciler, hiç olmayacak denen şey oldu ve bu satırların naçizane yazarı, dün itibarıyla yıllara uzanan Stalker izleme serüvenine son noktayı koydu!

Ne demişiz bakalım en son Stalker’dan bahsettiğimizde:

Beri yandan senelerdir gözümü korkutan, o yüzden arşivde öylece durmakta olan Tarkovsky’nin Stalker’ını, Barış’ın methedip durduğu S.T.A.L.K.E.R. – The Shadow of the Chernobyl’i oynadıktan sonra bu sefer hakikaten izlemeye karar verdim (Löker’e duyurulur! ((Löker’e duyurulur zira, o da bir türlü Stalker’ı izleyememekten muzdaripti de, bir gün bir araya gelip birbirimize destek olarak bitirmeye sözleşmiştik, buluştuğumuzda ise Stalker’ı değil de Kar-Wai Wong filmleri izlemiştik)) 8) Geçen gün Bengü’yle oturduk ekranın karşısına, Stalker’ı seyretmeye, dürüstçe bu filmle ilgili ne kadar heyecanlı olduğumu belirttim kendisine, hatta “senin en sıkıcı bulduğun yönetmenin kendi filminde bir karakteri sıkmak/baymak olarak kullandığı filmdir bu” dedim, Bengü, Nuri Bilge Ceylan’dan hiç haz etmez ve dahi filmlerini kendince daha doğru bulduğu adlarla sıralar: Kasaba Sıkıntısı, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak Sıkıntısı… Filmi koyduk, 5 dakika geçmedi, Bengü uyuyakaldı, sanırım başka bir bahara…

15 Ekim 2007

Bu alıntıladığım girişten bir hafta sonra Strugatsky’lerin Roadside Picnic’ini bitirimişim ama filme yeniden başlamam için buraya gelmem gerekti. Bir şekilde, parça pinçik yarısına ulaşmıştım ki, Bengü ile Ece güneş gibi doğdular Delft’e, Stalker mtalker kalmadı, uçtu gitti aklımdan.

Stalker

Artık havaların erken kararmasından mıdır, nedir, neredeyse günü gününe bir yıl sonrasında, Stalker yine beni çağırdı, bu sefer tamamladım. Film güzel ama hikayesi daha güzeldi (ve çok farklı, tıpkı Solyaris’de olduğu gibi, ama Solyaris’in filmi benim hassas bünyeme daha bir uygun gelmiş idi). Bunda amca çok entel takılmış.

Ben daha küçü-küçücükken (18-19) çok sevdiğim bir dergi vardıi “-yine- Hişt!” adında, onun kapağında görmüştüm ilk olarak şu alıntıyı:

Mikroskobu cop gibi kullanıyoruz.
– Tarkovsky

Bu kadar basit ve net ve keskin bir saptama beni benden almıştı. Yok, o sözler bunda değilmiş, son filmi “Fedakarlık”ta imiş, hatta alıntılamak gerekirse (in ingriş ver eveylıbl):

Man has constantly violated nature. The result is a civilisation built on force, fear, dependence. All our technical progress has only provided us with a comfort, a sort of standard. And instruments of violence to keep power. We use the microscope like a cudgel. As soon as we make a scientific breakthrough we put it to use in the service of evil. And as for our standard, a wise man said that sin is that which is unnecessary. If that is so, then our entire civilisation is built on sin from beginning to end. We have acquired a dreadful disharmony, an imbalance between our material and our spiritual development…Our culture is defective.

Ben de hep söyler dururum, elimde olsa teknolojik ilerlemeyi durdururum, teknolojik açıdan daha ileride olmamız kesinlikle daha mutlu olduğumuz anlamına gelmiyor. Bilakis, dünyanın içine ettik, literally yaşanmaz bir yer yaptık (what have they done to the earth, baby? what have they done to our fair sister? Ravaged and plundered and ripped her and bit her. Stuck her with knives in the side of the dawn and tied her with fences and dragged her down (I hear a very gentle sound)). Bir de şu hep söylenegelen klişe ama zannımca doğru bıybıy var: Eskiden 10 dökümanı yazmak 10 saat alıyordu, şimdi bilgisayarların yardımıyla 1 saat. Ama bu demek olmuyor ki 9 saat boş oturup, dinlenebiliyorum.. (bıybıybıy).

İlginç olan, amca ile (Tarkovsky) damardan görüşlerimiz örtüşüyor ama bu beni pek rahatlatmıyor ne yazık ki. Stalker’da iki kere net bir şekilde oldu bu. Birincisi :

– Ahanda, ömrüne yüz yıl daha eklendi! Ne mutlu sana!
– Evet ama neden sonsuz yaşam değil Ölümsüz Yahudi‘ninki gibi..

ama birebir için bkz:

A man writes because he’s tormented, because he doubts. He needs to constantly prove to himself and the others that he’s worth something. And if I know for sure that I’m a genius? Why write then? What the hell for?

ve dahi:

Salinger’dan (Seymour: An Introduction) tavsiye ile aldığım R.H. Blyth’in yazılarından derlenen Games Zen masters play rezaletinden sonra Razor’s Edge hala patlak vermedi, bakalım. Zen’ci insanlarda ve aşmış entellektüel insanlarda (bu insanlara hemen örnek olarak Roland Barthes’ı verebilirim) pek de tahammül edemediğim bir kusur çok konuşmak ve yazmak… Satoriye ulaşmış bir insan NEDEN diğerlerini de ulaştıracağım diye çırpınır durur ki? Her konuda engince, bütün entellektüelliğiyle, her açıdan yazmayı başarmış Roland Barthes’a tercih edeceğim yegane kişi her konuda engince, bütün entellektüelliğiyle, her açıdan düşünen ve yazmamayı başarabilmiş bir Roland Barthes olurdu şüphesiz. İnsanlardaki bu “bilgiyi paylaşma, coşma koşma lalala” isteğine asla anlam veremedim. İdeal düşünürüm hayatının %60’ına kadar konuşup yazmış, ardından aydınlanmış ve kalan %40’ını da sessiz bir şekilde geçirmiş bir kişi olacaktır nitekim, duyurulur (erkeklerde askerlik ile ilişiği olmaması, bayanlarda Q-klavye kullanımı ayrıca aranan nitelikler arasındadır).

2 Nisan 2007

Bir de karakterler itibarıyla Butor’un Boşluk‘unu, Boşluk deyince de Albert Camus’nün Düşüş’ünü hatırladım – daha doğrusu hatırlayamadım, üzüldüm. Bu aralar Kara Kitap’ı yeniden okuyorum ama ilk defa mı okuyorum yoksa, onu da çıkaramıyorum, bunu da şuradan hatırladım, Borges’in ve Celal Salik’in yolları çatallanan bahçelerinden derlenen gül destelerinden (ahanda kelime oyunu). Neyse, uzun uzun yazarım elbet Kara Kitap hakkında da. (Dayanamadım devam edeceğim : Sorsanız, “Düşüş’tür, Camus’nün en sevdiğim kitabı” derim, Veba ile Yabancı’yı okumuşluğum var onun yanı sıra. Ama yıllar aldı götürdü okuduklarımı, bir tek sıralamam kaldı yadigar. İyi bir şey aslında, mesela tam da bu yüzden yine okuyabilir Karamazov Biraderler‘i, The Sea, the Sea‘yi ve daha pek çok güzel şeyi. Ama yine de Dönüşüm dün gibi mesela…)

Aki Kaurismäki ve Gün Batımında Işıklar

Aki Kaurismäki’yle 2002 yılında, “Geçmişi Olmayan Adam” vesilesiyle tanıştık. Pek de -duygusal bağlamda- sömürüye açık olan bir konuyu böylesi mesafeli, handiyse keyifli vermesi beni kalbimden (beynimden?) vurdu. Akabinde bulabildiğimiz diğer filmlerini de (liste için bkz) birbirinin peşisıra izledik (Boheme’i çok istesem de izleyemedim uygun alt yazı bulamamıştım bir türlü). Zaten biz böyle izleyince, bütün filmler birbirine girdi, ne de olsa karakterler aynı, kayıtsızlık aynı. İşte ara bağlantıları da oluşturduk (Matti Pellonpää meğerse tam da Jarmusch’un A Night On Earth’ündeki Fin taksi şöförü değil miymiş! Sonra da ölmüş yazık, Sürüklenen Bulutlar’da da fotoğrafıyla varmış..). Aki Kaurismäki’yi sevdik yani.

Sonra yapılması gereken işler çıktı karşımıza, koşturmaca yoğunlaştı, Ece doğdu, “sanat çevrelerinden” koptuk (şekerim). Bu aralarsa seyredecek film bulamıyoruz (hepsini seyretmişiz meğerse 8P). Sonra aklıma sevdiğim yönetmenleri kümesteki tavuk-yumurta teftişi misali, kontrol etmek geldi: Kar Wai Wong’un Blueberry Nights’ını biliyordum ama 2046’yı bayıla bayıla izlememe karşın beri yandan negatif yönde de bayıldığım/baydığım için ve şu Eros üçlemesi hezimetinin etkisini atamamış olduğumdan ötürü (hakikaten bay geldi – üçlemedeki en yüzüne bakılır parça olsa da – hatta hislerimin tam tercümesi için bkz. Fatih Özgüven’in eleştirisi) Jarmusch’da tık yoktu, Wes Anderson’ı ise The Darjeeling Limited‘le daha yeni izlemiş idik; Woody Allen’ın ne Match Point’ini ne de şu son filmini izlemişliğim var, yok, bana göre değil gibi geliyor, nerede o eski Woody’ler (Ayrıca A.V. Club bir Woody Allen primer hazırlayıp, benim favorilerim olan Deconstructing Harry ile Mighty Aphrodite‘ı “hataları” arasında saymış ki, çok bozuldum, aşkolsun (şekerim). Ya, sonuçta anlayacağınız, Kaurismäki’nin Günbatımında Işıklar’ından böylesi bir tarama vesilesiyle haberim oldu.

Tarihini bilmesem, kolaylıkla eski filmlerinin arasına koyabilirim. Kayıtsızlık yine had safhada. Zaten bu kadar ümitsiz bir filmi başka bir tonla ele almak imkansız/dayanılmaz bir şey olurdu. Tıpkı şu Banks’in Culture serisindeki Inversions’da yaptığı gibi : orada da çok çok dayanılmaz bir hikaye tamamıyla tersine çevrilip, masal olarak anlatılır. Neyse, dönelim yine filmimize. Konuyu anlatıp spoil etmeyeceğim merak etmeyiniz fakat anahtar kelimeler arasında hakikaten derin iki aşk, aşkın sebepsizliği ve mantıksızlığı, kayıtsızlar da aşık olur, uğrunda yatarım da mapus damında ve ben seni çok seviyorum ama sen beni neden sevmiyorsun ki? diyen ikinci kızı sayabiliriz.

Gelelim, başta Seyfettin olmak üzere, bu filmi seyretmiş bulunan talihli izleyicilerimize hazırladığımız sürpriz pakete: Hani bazı DVD’lerde oluyor ya alternatif sonlar, işte Sururi’den müthiş jest: Alternatif film! Gene spoil etmemeye çalışarak ve bu yüzden muğlak muğlak : karakterin mahkeme salonundan çıktığı anda filmi kapatın. Şimdi ekranı karartın, ya da açın kelime işlemcinizi, siyah ekran üzerine, altta çıkacak şekilde beyaz yazıtipi ile büyük büyük “X yıl sonra” yazın (eğer kelime işlemciniz yoksa, siyah mukavvadan ekran büyüklüğünde bir parça kesip, bir yerden de beyaz kalem (beyaz yoksa, gri de olur) bulup yapabilirsiniz). Şimdi kelime işlemcinizi de kapatın (mukavvayı kaldırın) ve Kaurismäki’nin Ten Minutes Older : The Trumpet seçkisi için verdiği Dogs Have No Hell’i takın, izleyin. Şimdi anladınız değil mi ne demek istediğimi.. Eğer sabır gösterip de “yapıtlarımı” kitaplaştırabilirsem benzer bir şey yapmayı arzu ediyorum nicedir. İlk kitabım (E.M.) henüz basılmamış olacak diğer kitabımdan (S2) bir alıntıyla açılacak. Ama Kaurismäki’de bu durum çok daha anlamlı. Vaktiyle yazmış olsam gerek, o seçkide bütün diğer yönetmenler yana yakıla anlatacakları şeyleri 10 dakikaya sığdırmaya çalışırlarken, Kaurismäki kendi filmini rahatlıkla çekiyor, içine bir de utanmadan 3-4 dakikalık ful bir şarkı performansını da (Leningrad Cowboys?) oturtuyordu. Şimdi o -kısa- filmi izlediğinizde, ağzınızda o çok iyi bildiğiniz buruk tad kalıyor, çok büyük, çok yüce şeyler olmuş, anlıyorsunuz, bu film ise, işte o mahkeme sahnesine kadar ele aldığınızda, o tadın niye olduğunu çok iyi söylüyor. Neyse, deneyin, tadına bakın, sonra dilerseniz yazarsınız buranın yorumlarına, konuşur, tartışırız bile bir ihtimal. Film güzeldi. Kaurismäki’nin izlediklerim arasında en beğendiğim oldu, tavsiye ederim. Tavsiye ederim derken, bir de Brian’ın sayesinde haberimin olduğu Adams æebler. Ben yüzyılın filmi (falan) diyeyim, siz anlayın.