Japonya’dayken (çok Japonyel bir insanımdır ben), filmlerden konuşuyorken, hocam (kendisinin Japonya’da yasamışlığı ve Japonya’dan evlenmişliği vardır) bana Juzo Itami’den bahsetmişti – onun favori yönetmenlerinden biri olan bu şahsı da ben ilk defa orada ondan duymuştum. O gün not almışım 3 filmini:
* Marusa no onna (Taxing Woman)
* Ososhiki (The Funeral)
* Sûpâ no onna (Supermarket Lady)
Evvelsi günü öyle grup içi, biz bize bir veda toplanması yaptık, sağolsun hocam bana halis Royal Delft Blue (Koninklijke Delftsblauw) çinisi hediye etti, hem de üzerinde son bir seneyi aşkın bir süredir iki adım ötemizdeki Doğu Kapısı’nın (Oostport) çizimi var! Neyse, işte oradayken bahis yine filmlerden açıldı, ben de Itami’nin filmlerini bulamadığımı söyleyince, 3 filmini verdi arşivinden: Bugün seyrettiğim Marutai no onna (Woman in Witness Protection); Marusa no onna 2 (A Taxing Woman 2) ile Minbo no onna filmlerini. Anladığım kadarı ile hep aynı aktris ile çalışmış. Seviyorum böyle bir yönetmenin aynı kişilerle çalışmasını, tanıdıklık hissini arttırıyor. Kar Wai Wong – Tony Leung, Maggie Cheung; Aki Kaurismaki – Matti Pellonpaa, Kati Outinen; Akira Kurosawa – Toshiro Mifune (bu isme netten bakıp da yazdım, hatırlamam yani yolda karşılaşınca sorarsanız ama tanıyorum tabii sima olarak 8) – bir yönetmen daha yazacaktım yahu, kimdi kimdi, neyse.
Marusa no onna’nın konusuna değinelim (patron kapa gözünüö spoiler geliyor!): İşte meşhur bir aktris var, bu aktris bir gün tarikatların üzerine giden bir avukatın öldürülmesine şahit oluyor. Polis onu tanık olarak koruma programına alıyor, tarikat da onu tanıklıktan vazgeçirmek için baskı uyguluyor: önce köpeğini öldürüyorlar, para teklif ediyorlar, sevdiği adamdan ayırıyorlar, kamuoyundaki imajını zedeliyorlar, en sonunda onu öldürmeye teşebbüs ediyorlar. Onlar bunu yaparken, polis de iyi niyetle onu korumaya çalışıyor ama tabii ki bu kötülüklere verebilecekleri eşdeğer bir karşılık yok. Bütün bunlar olduktan sonra, bir noktada şahitlikten vaz geçmeyi düşünmeye başlıyor da, polis onu uyarıyor – “vaz geçersen cezası var” diye, bu da şaşkına dönüyor, zaten korkmuş, soruyor cezanın niteliğini de para cezası olduğunu öğrenince gülme krizine tutuluyor…
Ben böyle yazınca çok ciddi bir film gibi durdu ama değil, bol bol güldüğüm sahneler oldu, zaten başka türlü de insan dayanamaz böyle bir konuya. Sonuçta çok gerçekçi ve bir o kadar da tanıdıktı. Kötülerin imkanlarını sonuna kadar kullanabildiği, her zaman kazandığı – haklının ve doğrunun ezildiği, acı çektiği ve suçlanan durumuna düştüğü bir güzel dünya. Ben Schopenhauer okuyorum, şerbetliyim bu türden şeyler duymaya… Amca dememiş miydi ki:
Bir insanın hayata daha adım atar atmaz kendisini içinde bulduğu maskeli balodan haberdar edilmesi çok önemlidir. Aksi halde karşılaştığında anlayamayacağı ve tahammül edemeyeceği, hatta şaşkınlıktan donup kalacağı birçok şey vardır; ve aslında en uzun ömürlü olanlar onlar olacaktır. Alçaklığın gördüğü himaye, erdemin çektiği aldırmazlık, hakikate ve büyük yeteneklere tahammülsüzlük hatta garazkârlık, bilim adamlarının kendi sahasındaki cehaleti, halis mamullerin neredeyse her zaman aşağılanması ve sadece sahtelerinin baş tacı edilmesi böyle bir şeydir sözgelimi.
O yüzden gençler bu maskeli baloda elmaların balmumundan, çiçeklerin ipekten, balıkların mukavvadan yapılma ve istisnasız her şeyin oyun ve oyuncaktan ibaret olduğunu mutlaka öğrensinler. Birbirleriyle ciddi ciddi iş yapma azmi içerisindeki iki insandan birinin sahte mallar tedarik ettiğini, diğerinin de bunun karşılığında ona kalp paralar ödediğini onlara zamanında söylemek gerekir.
Hiç utanmadım, gittim kitabın arkasında yazanı bulacağımı bildiğimden internetten kopyala/yapıştır yaptım (ahanda buradan mesela). Şimdiden tiyo vereyim, Schopi bu senenin listelerinde yılın filozofu seçilecek (diğer adayları etik kurallarımız açısından gizli tutuyoruz – şimdilik 8). Eğer bu hayatınızda bir tek filozof okuyacaksanız, make it Schopenhauer – bu kadar doğru söze pes doğrusu denir (gerçek beyazlık). Kitapçıya gidince çekin elinizi öyle Aşkın Metafiziği’ymiş filandan, adam gibi bir kitabını alın, ileride ödevlerinizi bitirdikten sonra vaktini kalırsa kumsalda okursunuz Aşkın Metafiziği’ni de.
———–
Gene bir sürü bir sürü şeyler yazmıştım, bir dolu ahkamlar kesmiştim hatta inanmayacaksınız politik bile takılmıştım ama uçtu gitti bim bam bom (kulakların çınladı mı Disq’im benim lala bibim?). Bunu da -tabii ki- işaret olarak alıp, bir daha yazmaya kalkmayacağım. Onun yerine üç şarkıya değinmiştim, onları anacağım tekrardan, okkada.
– Rahmetli Dee Dee’ciğim ve “What can you do? With a brat like that on your back, what can you do?”
– Depeche Mode ve “Love, in itself”
– Morrissey Bey (Morrissey = Muhsin’in İngilizce’de söylenişi) ve şu.
Bir de ayrıyeten, aşkın ağzını burnunu kıran Schopi’nin en az iki kere dayanamayıp, izdivaca teşebbüs etmeleri ve bunun Thomas Mann’da yarattığı yüz kızarıklığından dem vurmuştum. Bir de benim bugün kendi kendime bulduğum:
Q: What is love? A: What isn’t? sufisel duosu sonucunda kendimi bizzat takdir edişim vardı uçup da politik olmayan şeyler arasında.
Bir de itiraf ediyorum: o Morrissey – Muhsin esprisini de yapmıştım uçan metnin içinde (ben), utanmadım, bir daha yaptım işte.
Sonradan bir edit (daha): Ohhoooo, Itami üzerine bir araba dolusu laf yazmıştım (özenle Wikipedia’dan çevirmiştim kazı) esas onlar uçmuş ya. Itami mafya üzerine film yapınca (Minbo no Onna) mafya da onun üzerine çalışma yapmış (dövüp kesip biçmişler), halk da tepki göstermiş, polis de tepki göstermiş, gitmiş mafyanın üzerine iyice (mafya deyince bu kontekstte yakuzadan bahsediyor oluyoruz, repeat after me…). O olaydan 5 yıl sonra da Itami kendisinin yazdığı şüpheli bir not bırakarak intihar etmiş (yerseniz neden olmasın?) bu masal da burada bitmiş. (arada şu İyi ile Kötünün Bahçesinde Geceyarısı başlıklı girişime de bağlantı vermiştim, niyeyse 8P) Yani anlayacağın sevgili okur, ben galaksiyi kurtarmış idim ama uçtu gitti işte, ne yaparsın… Önümüzdeki maçlara bakacağız artık.
İmza: Sizi seven CTRL-A, CTRL-C kombo insanı Sururi.