neil ve tori

(başlangıçta …ve diğer şeyler diye alt başlık atacaktım ama sonra iki ayrı giriş yapmaya karar verdim, yine de, ilerleyen satırlarda göreceğiz. Neyse.)

Neil Gaiman’ı çok eski zaman olmasa da, yine de görece “bir zaman” önce “keşfettim”. 2002 olabilir, 2003 olabilir, o aralarda bir yerlerde. Barış Sandman’den bahsedip duruyordu, nitekim başlangıcım da Sandman serisi ile oldu, sonra Neverwhere’i bir yerlerden bulup izledim, American Gods’ı, Stardust’ı, Dream Hunters’ı, Anansi Boys’u okudum, sonra bir sürü bir şeylerini daha (Sandman’in yeri ayrıdır, American Gods’ı o kadar ilginç bulmam, benim favorim Anansi Boys‘dur kitapları arasında).

Sonra kabak tadı verdi. Klasik cevap “ben büyüdüm” olurdu herhalde ama bir noktadan sonra gına geldi, bunda batasıca ve de iflah olmaz hipster ruhumun, Gaiman’ın bir anda “herkesler okuyor artık şekerim” kategorisine girmesinin ve yaşamını yazdıkları vesilesiyle epeyce de iyi bir şekilde idame ettirebiliyor olmasının da katkısı var.

Tori Amos’u çok daha uzun bir zamandır dinleyegelesim var. Çok severdim, doğrudan ruha bağlardım kulakları es geçerek. Sonra, özellikle (ve bence hala doğal olarak) American Doll Posse’den itibaren “yok” dedim kendisine, ondan önce “tatlı uçuk/kaçık”ken, o andan sonra “deli/manyak” oldu nezdimde. Bütün bunları yazsam da, şu anda “Tear in your hand“i dinlemekteyim – böyle bir şarkının 10,000 yıl hatrı olmaz da ya neyi olur, orası da apayrı.

Artık hala bilmeyen kaldı mı, bilemem fakat, Neil Gaiman ile Tori Amos çok yakın arkadaşlar, biri şarkılarında, diğeri de hikayelerinde olmaz üzere, pek çok kere atıfta bulunmaktalar birbirlerine (bunlardan en hastası olduğum, Gaiman’ın Stardust’ta Tori Amos’ı bir ağaç olarak yazmasına ithafen, Horses‘da dile getirdiği “But will you find me if Neil makes me a tree?” lafıdır – ayrıca ‘Boys for Pele’nin kapağı ne muhteşem bir kapaktır!).

Geçen haftalardan birinde, Grand Rapids adlı Michigan şehrinin kollektif olarak hazırladığı müthiş tepki videosu vesilesiyle herkes gibi bir yerlerden (benimkisi ‘Weird’ Al sayesinde idi: “The Saga Begins“)tanışıklığımın olduğu ‘American Pie‘ şarkısıyla bu defa resmi olarak tanıştım. Şarkı, (wiki’den alıntılıyorum) Buddy Holly, Ritchie Valens ve The Big Bopper (Jiles Perry Richardson, Jr.)’ın yaşamlarını yitirdiği “Müziğin öldüğü gün” olarak adlandırılan 1959’daki uçak kazasına ithafen yazılmış. Olay yeterince üzgün olsa da / üzgün olduğu için, şarkı yitirilmiş umutları tekrar canlandırmak güdüsüyle (buraları ahkamımla yazıyorum, wiki’nin bir suçu yok) hayli naif ve coşturucu. Üzgün bir olayı daha da üzücü bir hale getirmek işin kolayına kaçmak olacağından, tersi bir edim başarılı bir şekilde kotarılınca çok daha erdemli oluyor. Uzun lafın kısası, şarkının bir de Tori Amos versiyonu olduğunu görüp, dinlemeye başladım. Sonuç: olmadı. Cougar Town’ın bir bölümünde Scrubs’ın canımız ciğerimiz Ted’i çıkagelir, süper yeteneği olarak en neşeli şarkıyı bile acıklı hale getirebilmesi belirtilir, akabinde de istek olarak B52s’dan “Love Shack”i çalıp söyler (“- God, I wanna kill myself / – Thank you.”) . Ama Tori Amos (bu pek bilmiş blog yazarınıza göre) böyle bir şey yapma lüksüne sahip değildir. Smells like teen spirit’i de o şekilde çalma hakkına sahip olmadığı gibi. Yani, sonuçta, zaten bir süredir ne yapsa batıyordu, bu son hamleyle iyice koptuk kendisinden.

Ece Coraline’ı çok sever: ona uygun olup olmadığını bilemediğimden önce masal olarak, hayli yumuşak bir versiyonuyla başlamıştım işe. Çok sevince, kontrollü olarak filmini izletmiştim – İngilizce olmasına rağmen filmine de bayılmıştı, sonrasında kitabını okuduk pek çok kereler (kitap Doruk ile Didem’in hediyesidir bu arada), ardından çizgi-romanını da aldık. Coraline’ı ben de çok severim, zaten genelde çocukların “kitaplardaki çocuklar” gibi olmadığı kitapları çok severim (bkz. Grucho Marx ve kulüpler üzerine olan incisi, ki mottolarımdan biridir o da). Geçen gün vaktiyle Brian’ın benim bütün “Yok aga, Neil Gaiman bitmiştir benim için”lerime rağmen önerdiği “The Graveyard Book”a başlamıştım, niyetim, Ece için uygun olup olmadığına bakmak idi (ailenizin sansürcüsü Suru, bir kez daha hizmetinizde / parti ve kutlamalar için fiyat isteyiniz (bu son espri Tina Fey’den). Kitap çok güzel. Daha çok başlarındayım, şöyle de bir sürprizle karşılaştım bugün:

Scarlett was happy. She was a bright, lonely child, whose mother worked for a distant university teaching people she never met face-to-face, grading English papers sent to her over the computer, and sending messages of advice or encouragement back. Her father taught particle physics, but there were, Scarlett told Bod, too many people who wanted to teach particle physics and not enough people who wanted to learn it, so Scarlett’s family had to keep moving to different university towns, and in each town her father would hope for a permanent teaching position that never came.
Bu kısım hoşluk, kitap güzel. İnsan sevdiklerine kızgın kalamıyor.

(ne kadar da bol bağlantılı bir giriş yaptım böyle, aferin bana. Bu arada, açılmamayı becerdim, geri kalan şeyleri de ayrı bir giriş olarak yazacağım(dır))

kipat dünyası,amazon mucizesi, sarah silverman ve matt damon

Hollanda’da yaşarken, İngilizce kitap bulmak konusunda sorunumuz yoktu – en kötü ihtimalle, 40 dakika süren bir tren yolculuğundan sonra Amsterdam’a varıp, Spui’den istediğiniz kitabın Waterstone’s’dan İngiliz baskısını ya da ABC’den (The American Book Center) Amerikan baskısını alabilirdiniz, oradan da hemen köşedeki favori mekanımız olan “De Beiaard”da oturup, bir taraftan bir şeyler atıştırırken, aldığınız kitaplara göz atabilirdiniz. Bunun dışında, yılda bir kez fakat seyyar şekilde düzenlenen kitap festivali Boekenfestijn’dan da inanılmaz ucuz fiyata epey çeşitli İngilizce kitaplar temin edebilirdiniz.

İspanya’da kazın ayağı pek öyle değil. Geçen ay Bordeaux’ya gittiğimizde, oradan alış verişimizi yaptık (W. Sommerset Maugham’ın Toplama Öyküleri, 2. cilt), bir de burada kitap bit pazarı oldu, o vesileyle şaşırtıcı biçimde iyi İngilizce kitaplar buldum (Neil Postman’ın “Amusing Ourselves to Death”i ile Patricia Highsmith’in “The Talented Mr. Ripley”i). Onun dışında ya Amazon’dan (Almanya) sipariş veriyorum, ya da internetten bulduğum kitapları Nina’cığıma yükleyip, oradan okuyorum.

Geçen hafta eşzamanlı okumakta olduğum kitaplar (Maugham, Postman ve Highsmith – ki itiraf etmeliyim Ripley’i ilk 1/3 boyunca bırakmamamın tek sebebi elde başka kitabın olmaması idi ama işte kayık sahnesinden sonra yakanıza yapışıyor, acaip heyecanlı oluyor) birbiri ardına bitince, kitapsız kaldım, kitapsız kalınca da genelde yaptığım üzere, Nina’ya bir M. Banks (The Algebraist – bu okumamış olduğum son M. Banks midir acaba – bir saniye, bakayım: yok, bir de Against a dark background varmış) yükleyip seyrine daldım.

Geçen hafta, Saruman’ın Tro-lo-lo’yu söylediği enfes videodan yola çıkarak, Gollum’un MTV Ödülleri’nde yaptığı konuşmayı izledim, onda da bol bol güldüm, sonrasında tavsiye edilen videolardan biri vesilesiyle (Sarah Silverman’s Five Word Speech at the 13th Annual Webby Award) de Sarah Silverman’dan haberim oldu. Araştırdıkça beğendim, hayranlık, vs.

Salı günü Amazon’dan 3 kitap (Sarah Silverman – Bedwetter, Tina Fey – Bossypants ve Harold Pinter – Betrayal) ve bir CD (Kate Nash – My Only Friend is You) sipariş ettik, “8-13 Ağustos arası geçer elinize” dedi Amazon, pika pika dedik biz de, ama pek inancım yoktu doğrusu 10 günden önce gelebileceğinie. Bugün (=cuma) kapı çaldı, postacı geldi, pek sevinçli bir paket getirdi bize.

Amerika pek çok açıdan bize ters bir ülke, ama bu tersliğinden güç alışı da ilginç bir şey (işte “bağımsız” sineması, çizgi roman kültürü ve David Lynch gibi(n)). Şimdi buna cuk oturan örnekler olarak, aşağıdaki iki buçuk videoyu izleyelim, biz çok güldük, siz de gülersiniz inşallah (gülmeyen dostum değildir — buna benzer bir şey aklıma gelmişti bugün ama unuttum şimdi, hatırlarsam yazarım elbet. Kimmel, söz sende.


gülümseyin ve peynir deyin. Pazar kahvaltısı yazısı.

Küçüklüğümden beri peynir insanıyımdır. Kahvaltıda reçel ve diğer zevzek şeyler (bal, kuşburnu pekmezi, vs..) ancak peynir keyfimden sonra hala biraz yer kalmışsa gündeme gelirler (reçellerden gül, çilek ve ahududu, tercihen anneler yapımı, öylesi olamıyorsa da “Bon Maman” markası – balı reçelden /sanırım/ birazcık daha fazla sevsem de, kaçınılmaz ele bulaşması (o yapış yapış şeyin) yüzünden pek tercih etmiyorum).

Anne tarafım Erzincan’dan olduğundan, tulum peyniri ve bilmemki nereden (bol tuzlu) örgü peyniri, çeçil ve şimdi hatırlayamadığım bir çeşit peyniri daha severim, el/dil üstünde tutarım (hatırlayamadığım peyniri hatırladım: Kıbrıs hellim peyniri, mangaldan/ızgaradan/hiçbiri olmadı tavadan yeni kaldırılmış, gıcırrrr gıcırrr). (Ekmeğe sürülebilecek kadar yağlı) beyaz peynirsiz bir sofra düşünemem zaten (illa ki)

Severdim, el/dil üstünde tutardım, beyaz peynirsiz bir sofra düşünemezdim.

Hollanda’ya yolculuk göründüğünde, heyecanla bekliyordum bu peynir ülkesini. Meğerse bizim kaşar peynir (alt) klasmanı, orada ana klasman olarak tasavvur ediliyormuş. Ama Türk marketler sağolsun, o kadar yokluk çekmedik. Sevdiğimiz peynirlere yeni olarak Brie’yi ekledik, ki kendisi kaşar ailesinden olmayıp, (Avrupa’da) kaşar olmayan her türlü peynirin çıkış yeri olan Fransa’dan gelmektedir.

Türkiye’de olsam brie imkanı yok ilk 11’e giremezdi ama Hollanda gibi sandviçlerin temel öğün olduğu ülkede, bir süre sonra iyi (ve normal) gitmeye başlıyor. Somon kardeşliği var, sonra domates de yakışıyor. Başta kekliğimden kılıfı olan kağıdımsı katmanı ayırmakla uğraştıysam da, sonrasında bütün bu farklılıkları kucakladım ve yokluğunda aramasam da varlığında sevinerek, adına Pazar kahvaltı sofrası dediğimiz bu lezzet mozaiğinde ona da yer verdim.

İspanya’da durum Hollanda’nın aşağı yukarı aynısı menos Türk peynirlerinin bulunabilirliği. Bizim beyaz peynire yaklaşan bir peynir çeşidini (feta, o da yunan denizdaşlarımız sayesinde) bulmam yaklaşık 4 ayımı aldı ve bulduğum da bir santimetre küplük, salataya atılmak üzere hazırlanmış şirin şeyler oldu, ki burun kıvırmıyorum, bilakis onu bulduğuma da şükrediyorum.

Bu blogu niye yazdığıma gelince (asıl sebep): Hollanda’dayken bir ara Danish Blue’yu denemiştim, küfleri ot niyetine sindirmeye çalışarak (bak otlu peyniri de çok severdim Türkiye’deyken) ama kendinizi de beyninizi de bir yere kadar kandırabiliyorsunuz, olamamıştı. Burada ise birkaç ay önce nereden estiyse artık, rokfora (roquefort) bir atılımda bulundum, (iyi, sağlıklı anlamıyla) hastası oldum, anlamıyorum.

Sen al peynirleri, aliens’taki yumurtalar misali öbek öbek kokmuş loş rutubetli mağaralarda sakla, küflensin onlar, sonra da sat, millet yesin diye. Anlamıyorum, yiyorum yiyorum, yine anlamıyorum. İşin komiği paketlerin üzerinde son kullanım tarihi yazıyor da Bengü’yle dalgasını geçtik, “o tarihten sonra o kadar güzel bir hale geliyor ki, insan başka bir şey yemeyi bırakıyor, whiskas yemiş kedi gibi(n)”.

Roquefort’lar mağarada, şaka değil!

Alexa Hennig von Lange ile Maria Rita Epik (ya da: şarkısız)

Geçen hafta Ece ile, hem elimizdeki kitapları iade etmek, hem de yenilerini almak üzere bizim mahallenin kütüphanesine gittik. Çocuk kısmından çıkıp, memurun masasının orada sıramızın gelmesini bekliyorduk ki, gözüme yeni gelen kitapların sergilendiği raf ilişti. Kitapların arasında geçen sene okuyup da pek (hiç) beğenmediğim “The Curious Incident of the Dog in the Night Time”ın yazarı Mark Haddon’ın yeni kitabı “Boom!”, onun altında da daha önce hiç duymadığım bir yazarın (Alexa Hennig von Lange) hoş kapaklı “Tengo Suerte” (Şanslıyım) adlı kitabı vardı. Kitapla yazarın adını not edip, Ece’nin kitaplarını işlettirip, eve döndük.

Eve dönünce internetten baktım, işte böylelikle tanışmış olduk pek sevgili Alexa Hennig von Lange ile. İngilizce’ye çevrilmiş hiç kitabı yok ama Bengü’nün de tasvip ettiği üzere, insanın fotoğraflarına bakınca kitabını da okumak istediği türden bir fiziksel entitiy (oluşum). Bunca sıkıcı adamı/kadını tipine bakmayıp okuduk da ne oldu, bir de böylesini denemeli.

Gelelim Maria Rita Epik’e. Maria Hanım, 1979 yılında Eurovision yarışmasında “Seviyorum” adlı şarkısıyla ve 21. Peron adlı grupla ülkemizi temsil etmek üzere seçilen kişi. Sonradan Araplar demiş ki, yok kardeşim, bu yarışma İsrail’de ve dahi Kudüs’te yapılacak (Su yeniden yazmaya başladı bu arada, yupi yupi ya yo (and a bottle of rum)!), haşa zinhar namümkün. Giderseniz keseriz petrolünüzü, tu kaka! İşte bizimkiler de (apartman yöneticisi Sabri Bey, Erdal Özyağcılar, Ercan Yazgan, etc..) çareyi yarışmadan çekilmekte bulmuşlar ve böylelikle bu güzel şarkı ve bir genç hanımın umutları (nokta)

Ne Kitapsız Ne Kedisiz. (seviyorum, seviyorum)