Yılın Listesi: Filmler

 Ece Hanım ve İspanyolca dublajın standart olmasından bir de pause özelliğinin olmamasından ve daha bir sürü ufak tefek sebeplerden ötürü, nicedir "şu film güzele benziyor, sinemaya gideyim de izleyeyim" demişliğim yok. Ama ben bile buradan, bu oturur halimle biliyorum/duydum ki bu yıl oğlanlarda Michael Fassbender’in (Rainer Werner Fassbinder ile tabii ki bir alakası olamazdı ama yine de gittim, teyit ettim), kızlarda ise Emily Blunt’ın (Türkçe’si ile söylersek: Demet Evgar) yılı olmuş durumda, artık bu sene bizim buralara (DVD filan) da gelirler, misafirimiz olurlar. Biz o yüzden bırakalım şimdi bugünü, geçmişe bakalım… 

Geçen senenin listesini 21 Ocak’ta hazırlamışız, o günden bugüne izlediğimiz filmlerin çetelesine bakıyorum şimdi:

  • Temple Grandin (Film güzeldi ama ben daha hala güzel bir kızın (Claire Danes) oyunculuk yeteneğini ortaya çıkarması için neden ille de çirkin/çekici olmayan bir tiplemede görülmesi gerektiğini… adaletin bu mu dünya… netekim. (hımmm))
  • El misma amor, la misma lluvia (Ricardo Darin, Soledad Villamil var, konu sabun köpüğü bile olsa, El secreto de sus ojos’un üzerine ağırca yenen bir yemeğin ardından gelen kahve gibi gidiyor!)
  • Greenberg (Noah Baumbach ikidir ucundan dönüyor, bir gün patlatacak ve depresif yanı ağır basan bir Wes Anderson olacak, o güne değer! Ayrıca, bu film sayesinde Greta Gerwig’i gördük, tanıdık, hastası olduk, sevdik, siz de seviniz (Şeker Ahmet Paşa’nın resimlerini / Eski hececilerin şiirlerini bir de / Ben çok seviyorum siz de seviniz)
  • Mary and Max (son 10/20 dakikaya kadar oflayıp poflayarak seyrettim sonra bir anda ne kadar güzel bir şey olduğunu fark ettim – son 10/20 dakikanın güzelliğinden değil, filmin güzel oluşundan. O yüzdendir ki, hep bu hakkını yemişlik duygusuyla anarım kendisini (çok sık olmasa da, işte arada bir))
  • Frygtelig lykkelig (Terribly Happy) (Bu Danimarka filmine 3.5 yıldız vermişim (5 üzerinden ki benim notlamama göre hayli yüksek bir not bu), öyle süper düper bir film değildi halbuki, lakin Edgar Wright’ın Hot Fuzz’ı ve özellikle de Danny Boon’un Bienvenue chez les Ch’tis’i ile birlikte güzide bir üçlemenin ortasında yerini alabilir)
  • Synecdoche, New York (Ah Kaufman, yaktın beni. Otur 5 pekiyi, yıldızlı. Puroyu -en son- Prag’da bırakmış idim (2 ay oldu olacak, geçtik bile mi yoksa?), filmin adını bile yazmak içimdeki puro özlemini harladı)
  • The Illusionist; The Prestige; The Great Buck Howard (bir hafta içerisinde seyrettiğimiz bu üç hokkabaz filminden bir tek The Illusionist’i alalım, diğerleri sizin olsun)
  • Bottle Rocket (işte Wes Anderson potansiyeli böyle bir şeymiş demek ki – ikinci filmde Rushmore geldi ve daha ne olsun?)
  • Soul Kitchen
  • Cloverfield (4 yıldız vermişim! ama teknik, kurgu filan hak ediyordu)
  • London River
  • Inception

Yılın kekliği: Kendim. Sebep? El mismo amor, la mismo lluvia‘yı yazdıktan sonra, El secreto en sus ojos‘a bakarken listede, geri dönmeyi unutmuşum, o yüzden geçen senenin filmlerine girmişim, şimdi uyandım. Kaldığımız yerden devam ediyoruz sayın seyirciler, okuyucunuzun/tarayıcınızın ayarı ile oynamayınız reca ederim…

  • Zero Effect – 2000 senesinde, Ankara’da, Öveçler’de iken bu filmin DVD’sini Betül’den almış idim, daha o zamanlar Psych, Monk yoktu hiç öyle obsesif kompulsif, süper dikkatli dedektif tiplemesi. Bill Pulman Independence Day adlı berbat filmde gayet kötü bir biçimde Amerika Başkanı’nı da oynamamıştı henüz (baktım şimdi wiki’den, Independence Day, Zero Effect’ten iki sene önce imiş. balele-sorduk mu?)
  • Social Network – Müzikleri. Ah o müzikleri yok mu. Trent Reznor olduğunu bilmeden, isimler yazarken takıldım müziklere, tam "yahu bu ne güzel bir şeydir böyle!" diyorken Reznor/Ross yazdı, hemmm dedim. Geçen gün de Avengers’ın fragmanını seyrediyordum, orada da güzel müzikler çalıyor, Trent Reznor demiştim, bir saniye, hemen bakayım… Baktım, Alan Silvestri diye biri imiş, bozum oldum tabii, "e bir daha dinleyeyim, bakayım neresini benzetmişim anlayayım" dedim, "avengers trailer music" yazdım, "We’re in this together / NIN" dedi, keh keh diye güldüm kendi kendime keyiften ve iki sebepten (biri çok açık, diğeri, sinir olmuştum Trent’ciğim Sosyal Network ile havalara girdi, piyasa oldu, önüne gelen filme soundtrack yapıyor diye (The Girl With the Dragon Tatoo’nun trailer’ı süper bu arada, geçen gün kadim dostum Georgina ile bu konuda fikir teattüsünde bulunuyorduk, orada üzerinde anlaştığımız üzere, LedZep coverlamak her babayiğidin harcı değil, bir de o cırlayan Yeahx3s’in Karen O’su imiş, o da pek yakışmış Trent’in dehasında – misal Where the Wild Things’in soundtrack’i ne kadar berrrrbat, kulak cırmalayacı idi beri yanda)). Sonuçta öyle anlayacağınız, Trent Reznor lütfen sadece benim sevdiğim/seveceğim filmlere müzik yapsın, avengers’a filan şarkı verebilir, umrumda değil, ama yalanım yok, kıskancım, birazcık da huysuzum enter seda sayan.
  •  Buried (2010 da Ryan Reynolds’ın yılı oldu herhalde. Kaç filmde oynadı bu arkadaş yahu? Taa Two Guys & a Girl yıllarından beri bir türlü ısınamamışlığım vardır, BOSS reklamlarından da haz etmedim, Scarlet Johanson olaylarından da) Film, kurgu açısından inanılmazdı bu arada, takdir.
  • I Love You Philip Morris – Müthiş bir filmdi, Jim Carrey ve Ewan McGregor’ı Jim Carrey ve Ewan McGregor olarak değil de, iki iyi (süper) oyuncu olarak görebileceğiniz bir filmdi (gerçi Ewan McGregor her filminde bambaşka yine yeniden birini oynuyor ya!). Üstelik, bu da Temple Grandin gibi, hatta ondan daha da katmerli bir şekilde, gerçek olaylardan çekilmiş bir film (…dan yola çıkarak değil, bilakis …dan çekilmiş). Yılın filmi olabilir, listeye devam edelim bakalım…
  • Volver – Niyeyse Almodovar’a ara vermiştik Habla con Ella’dan sonra. Volver ("Bolber" olarak okunur) ilaç gibi geldi. Penelope Cruz normal/sosyetik rollerde ne kadar rahatsız edici / batıcı ise, komşu kızı / delimanyak tiplemelerinde o kadar müthiş oluyor. Volver, konu da, renkler de çok güzeldi.
  • Die Fälscher (Counterfeiters) – Toplama kampında geçen komedi olur mu? Olmaz (La Vida es bella diyeceksiniz, o çok istisna diyeceğim). Buradaki aktif anarşist amcanın Inglorious Basterds’ın Gestapo komutanı olarak hatırlamak ilginç oldu.
  • Source Code – Moon’dan sonra, Moon’dan başka, gene güzel gene referansı bol, yine de yeni bir şeylerle. Duncan Jones, sen bu yolda devam et. Michelle Monaghan’ı Boston Public’ten severdik (Kiss Kiss Bang Bang’i de severiz — o film kült statüsüne girmedi mi acep hala?), Vera Farmiga ayrı bir hikaye zaten (Up in the Air’de Alex olarak geldi gönlümüzün mütevazi bir köşesine indiydi zaten vaktiyle).
  • Win Win – Denizden Thomas McCarthy çıksa izlerim zaten. Bunda da Up in the Air’den (ve 2 and a half men’den) Melanie Lynskey vardı az da olsa.
  • The Perfect Host – Eş dost toplantısı, partiler, bir araya gelmeler için ideal bir film. Ben afişine ve tabii ki David Hyde Pierce’ine vurulmuştum. Sonu biraz löylöy olsa da, tiyatro canım, ne beklersiniz (tiyatro uyarlaması değilmiş bu arada).
  • Flypaper – Patrick Dempsey ve o haliyle bile (yani Holywood standartlarına göre çok yaşlı) alımlı ve takmayan Ashley Judd. "Eğlenceli bir seyirlik" idi.
  • Midnight in Paris – Woody’den beklediğim gibi bir filmdi, her şeyiyle yerli yerinde, güzeldi.
  • Le Petit Nicolas (Pıtırcık) – Bu sene (2011) birbiri ardına Pıtırcıkları devirdik Ece’yle, filmi de üstüne ilaç gibi geldi. Biz Ece’den daha çok güldük ama söz konusu Pıtırcık olunca, bu da doğal, değil mi?
  • Beginners – Fragmanını görüp ilgilenmiştim, fakat sonra konusunu okuyunca pek bir plastik, internet blog şeysi gibi gelmiş idi. Sonra fragmanını bir kez de Bengü’yle birlikte izledik, işte bir gün seyredecek bir şey bulamayınca, haydi dedik, hem Ewan McGregor da, Melanie Laurent de var. Beğendik, güzel film. "Beginners" bu arada Raymond Carver’ın ilk kitabına da adını veren "What We Talk About When We Talk About Love" hikayesinin (ve kitabın) ilk adı (sonra editör değiştirtiyor – elimde kitabın iki versiyonu da var, editörün manyaklığına şaşıp/sinir olup, bir yandan da hakikaten iyi iş çıkardığı için gizliden gizliye takdir ediyorsunuz). Bunun yönetmeni (Mike Mills) bir de Up in the Air’in yazarının (Walter Kirn) kitabından uyarladığı bir başka filmi var (Thumbsucker), onu da izleriz artık bir ara.
  • Bienvenue chez les Ch’tis – Micmacs’te hiçbir şey ifade etmeyen Danny Boon’un bizi kırıp geçirdiği Fransız komedi filmi. Biz çok çok güldük, size güleceğiniz garantisi vermiyoruz. Filmi Efe’den duymuştuk, o bayağı bir giriş yapmıştı, beklentimiz filan da yüksekti, ona rağmen çok beğendik. Fransızca bilmiyorken bu kadar eğlendim (eğlendik yazabilirdim ama bakınız yazmadım, niye yazayım, Bengü Fransızca bilir a! ;), bir de Fransızca bilsem ne olurdu kim bilir! Bunun Bask-Endülüs versiyonunu çekelim (Türkiye versiyonunun dram olacağı yönünde ciddi şüphelerim var).

Demek ki neymiş arkadaşlar, bu yılın (2011) filmi, 2009 tarihli I Love You Phillip Morris imiş (roll the drums / ya da Chumbawamba – Scapegoat’ın girişini çalınız)

Hüsran listesi: 
Micmacs
Bakjwi (Thirst)

Vicky Cristina Barcelona – Woody’den beklemediğim gibi bir filmdi, bana ters geldi. Ayrıca Rebecca Hall’u yakında Everything Must Go’da görebilirsiniz (ben görmeyeceğim çünkü Carver’a olan sevgimden, filme gıcık oldum jeneriğini görüp de).

Neslihan ile Brian’ın yılın favori filmlerini yazacaktım ama lil’ sis yazsın dedim, hem yorumunu görürüm, hem de belki Pirates of the Carribean 3’ün de sıraladığı filmlerden biri olduğunun kamuca bilinmesini istemez.. 8)  (biz mesela daha seyredemedik onu ama planlar arasında var – benzer şekilde Paul’ü de Black Swan’ı da hala görmedik, hatta Paul ne ben bilmiyorum : insan isimli filmlerden Hugo ile Pina’yı bekliyorum ama mesela). Briantje ile de The Illusionist’le kesişmişiz.

Bunlar da kısa kısa…lar olsun bakalım:

  • Bir süredir Werner Herzog’un "The Cave of Forgotten Dreams"ini izlemeye çalışıyoruz ama hakikaten çok çaba sarf etmek gerekiyor.
  • Çarpık Kadraj geç keşfettiğim ama hakikaten çok sağlam bir sinema/tv blogu oldu.
  • Bir Zamanlar Anadolu’da’yı herhalde çok zor izlerim ama geçen gün de AV Club’dan çok iyi eleştiriler aldı. Biz daha hala bal ve süt bulup da izleyeceğiz.

Bu sene izlemek için not aldığım diğer filmler:

  • The Future – Miranda July
  • The Good Heart – Dagur Kári
  • Los Lunes al Sol
  • Inside Job
  • Moneyball
  • 50/50
  • The Descendants
  • A Seperation
  • Tinker Tailor Soldier Spy
  • Pina
  • In Time
  • The Secret World of Arrietty

iyi seyirler, patlamış mısırlar.

Yılın Listesi: Kipatlar!

Kaç zamandır hesapta yılın listelerini hazırlayacağım, istiyorum, istekliyim, azimliyim, doğruyum ve çalışkanım… gel gör ki, Godot geldi, listeler gelmedi. Ben de bugün Hande’ye mail’de ve Nergis’e doğrudan çıtlattığım üzere "Kipatlardan başlayayım, kipat listesi ne de olsa en kolay hazırlanası şey!" dedim.

 

İşte az evvel de oturdum, bir bakayım dedim, en son ne zaman yılın listesi: Kipatlar’ı yayınlamışım da, oradan itibaren alıverecektim ele okunmuş listemdeki kipatları. Al sana Karakan al sana! 14 Mart 2010! E höh ama yani Sururi Bey kardeşim, akşam akşam iş çıkardın. Hemen yazayım, seçeyim de yatayım bir zahmet. Hem haftasonu Georgina gelecek (inşallah), o zaman da vaktim olmaz pek. Buyrun o halde, haylaytlar ve haylayflar.

 

C.S. Lewis / A Grief Observed: Güzel kitaptı. Hesapta bu Belçika ziyaretimizde Barış’a götürecektim, unuttum kabak gibi. Bugün Bengü başlamış, beğenmiş, beğenilmeyecek gibi değil (sonundaki teslimiyet biraz karizmayı çizdirse de).

 

John Steinbeck / The Winter of our Discontent: Beni yerden yere vuran bir kitap oldu. Daha geçen ay mıydı neydi, ikinciye okudum (ilk okuyuşumda 3.5, ikincisinde ise helalinden 4.0 yıldız vermişim). Bu kitabın The Chameleons filan babında zaten çok hikayesi vardır bende.

 

Ian M. Banks / The Feersum Endjinn – Surface Detail – The Algebraist: Surface Detail, Matter’dan (çok) daha iyi olsa da, sonuçta (boş) bir defterin kapağına Ian M. Banks yazsam o bile Matter’dan çok daha iyi olacağından fazla detaya girmeyeyim. Abinin yokluğunda (çok kitap okudum) okuduğum non-Culture M. Banks kitapları arasında Algebraist hakkaten Culture’dı be annem! olsa da, The Feersum Endjinn, işte o zügeldi. Hem anlatım tekniği, kurgu, hem konu, twistler filan. Bir Use of Weapons olmasa da, olmasına da gerek yoktu zaten, öyle olduğu gibi sevdim ben onu.

 

Haruki Murakami / THBWATEOTW: 5 sene sonrasında tekrar canım çekti, ben de aldım yine okudum, oh mis gibi. TWUBC ile birlikte yegane el üstünde tuttuğum Murakamilerdendir. Twistini ve sonunu bilmek de değerinden hiçbir şey yitirtmedi, bilakis gücüne güç kattı. Bu sene, yılbaşına doğru bu amcanın ikinci hikaye toplaması olan BWSW’ı aldım, ilk hikaye seçkisi TEV de pek matah değildi ama BWSW çok entel dantel çıktı. Amaan bana ne.

 

W. Sommerset Maugham / Collected Stories Vol 2: Fransa’dan, Bordeaux’dan almış idim bu kipatı. İyi ki de almışım. The Razor’s Edge’in beyefendi hergele yazarı (hergele demeyelim de, halden anlar/hale gelir diyelim o zaman) çoğu Malay’da geçen hikayelerinde yine eski topraktan niyeyse hiç beklemediğim duygu ve düşüncelerle takdirimi topladı.

 

Neil Postman / Amusing Ourselves to Death: Bu da başucu kipatlarımdan biri oldu. Amca haklı, ama en acısı kendisinin de kayıp giden bir zamanın ağıdını yakmakta ve no future for you olduğunun sonuna kadar ayırdında olması. E sonuçta bir belgeselci gibi biraz dikkatlice baktığınızda hep kendi işine gelen tarafları gösterdiğini fark ediyorsunuz ama benim gibi internet aşığı bir adamı bile televizyon/pop kültür yükselişine sevinmek yerine üzülünebileceğine de (öyle bir potansiyel olduğuna) inandırdı. Her zaman derim, Emre, dünyanın senin gibi adamlarla dolmasını ister miydin? Alternatifim Kafka değilse, hayır, sağolun, almayayım.

 

 

 

 

End of part one, yarın devam ederiz artık (direkt buradan editler, ayrı bir girişe geçmem, merak etmeyin).

 

İmza : Sizi seven, yılın listeleri bittiğine hepinizin yorumlarına yorum katacak olan, Azimli Kipat Tenyası.

 

 

*** Ansızın, ertesi gün oluverir ***

 

Patricia Highsmith / The Talented Mr. Ripley: Bu kipatın filmini seyretmişliğim vardı, taa ne zamandan.. Hatta o zamanlarki bende önemli bir yere sahip olan Gwyneth Paltrow da oynuyordu ama işte öylecesine bir filmdi. Kitabı burada kelepirde bulmuştum, 1 Euro’ya almış idim yanlış hatırlamıyorsam. Bask ülkesinde İngilizce kitap bulmuş olmam bile almak için yeterli bir sebep olduğundan, alıp dolabın bir köşesine koymuş idim. Sonra, galiba eldeki kitaplar bitmişti de, bir göz atayım demiştim, zaten ne olduysa o zaman olmuştu. Çok hızlı bir sahneyle açılır kitap, olaylar siz daha nedir, ne yapıyoruz demeden gelişir, bir bakmışsınız Ripley Avrupa’ya gelmiş bile. Kitabın en sevdiğim yanı, Highsmith’in Ripley’e hiç acımadan, ters gidebilecek her şeyi ters götürüşü oldu. Düşünün bir, bir yandan deli gibi blöfler yapıyorsunuz, yalanı yalanla örtüyorsunuz, diğer yandan normal hayatta fizli saklı kalacak şeyler, asla olmayacak tesadüfler, karşılaşmalar birbiri ardında oluveriyor, çıkıveriyor. Ripley’in kıvırışları beni hep bir sonraki sayfaya attı. Tabii bir de aidiyetsizliği var. Bir de bir de daha iyi bir yaşamı hak ettiğine olan sarsılmaz inancı. Go Ripley go, kim tutabildi ki seni! Bu arada, filmine eklenen ekstra karakteri (ki Coupling’in Steve’i oynar – kaldı ki, halen Coupling’den referans verebiliyor muyuz, yoksa The Boat that Rocked ile Karayip Korsanları’nın hedesi ile Leverage’ın Sophie’si filan mi demek gerekiyor?) ve onla sağlanan farklı bitiş bence filmin sonunu kitaptan daha iyi bağlıyor. Kitabı, İtalya’yı pek güzel barındırdığı, anlatıya sindirebildiği için, İtalyasever OBM’ye vereyim diyordum ama iki üç ay kadar önce, polisiye romanlar üzerine sardırdığımız bir sohbet sonucunda neredeyse zorla Nerea’ya verdim, iki üç ayda okuyacağını düşünerek, o da okumadı, ben de Barış’a götüremedim (hem/hoş belki elimde olsa bile onu da C.S. Lewis’le birlikte unutacaktım).

Sarah Silverman / The Bedwetter: Stories of Courage, Redemption, and Pee: Yılın bombasıydı. O aşamaya (kitabın gelişi) geldiğimde, işte az çok ne menem bir şey olduğunu biliyordum Sarah Silverman kardeşimizin, kitap onu on bin kat pekiştirdi, kah güldürdü, kah daha güldürdü, kah insanlığımdan utandırdı (bir yandan gülerken). İşin "komiği" bu kitapla aynı amazon pakedinde asıl almak istediğimiz Tina Fey / The Bossypants ne kadar patlak, hem nalina (=komik) hem mihina (=profesyonel ciddiyet) vurmaya çalışıp da sonuçta ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranamayan bir kitaptı. Sarah Silverman komik (k ile).

Neil Gaiman / The Graveyard Book: Bir Coraline olmasa da, bir romandan çok hikayeler bütünü olsa da, Gaiman’a karşı, popüleritesiyle doğru oranda artan ön yargılarım, kötü beklentilerimi fos çıkaran zevkli, heyecanlı ve güzel bir kipattı Mezarlık Kitabı. Ece’yi pek açmasa da, bunu -henüz- ilk düğümü atacak güzel bir filminin yokluğuna veriyorum. Silas da ne kadar güzel, iyi seçilmiş bir karakter ismidir bu arada.

Robert Charles Wilson / The Spin: Bu bilimkurgu kipatını o kadar ödülü vermişler diye seçip okudum, okumasam çok da bir şey kaybetmezdim ama çoktandır okuduğum kitaplarda pek karşıma çıkmayan ezik oğlan / cool kız (+kızın kafa ağabeyi) klişesi güzel geldi. Konu orijinaldi ama novella yeterli olurdu, 400+ (500+) sayfa (+ iki kipat daha) zorlama olmuş biraz..

Harold Pinter / The Betrayal: Senenin en iyi kipatlarından biriydi, hem de ciddi, yetişkin filan oluşu cabası. Fark ettirmeden yedirdiği anlatım tekniği olsun, üçgenin kaç köşesi, kaç kenarı dünyanın kaç bucak olduğu gibi temaları olsun, ve bunları tiyatro oyunu ile verebilmesi, e vallahi bravo.

Nurullah Ataç / Günlerin Getirdiği – Sözden Söze – Karalama Defteri – Ararken: Serin berrak su gibi geldi Ataç’ın denemeleri de, eleştirileri de, anıları da. İnsan her şeyin kendi zamanında keşfedildiğini, her düşünceyi iik kendinin düşündüğünü sanıyor (burada "insan" ben oluyorum), çok fena yanılıyor (söyleyin kendisine).Gürer’den yorum, Eki’den tweet, Emir’den takdir aldım, daha ne olsun. (Bu arada ilgili yorumda Gürer, N. Ataç’ın Sabahattin Eyüboğlu’na takılmasından bahsetmişti ya, geçen gün fark ettim, sevgili berberimiz de öyle bir "hayran çelebi", ne kadar güzel bir insan böylesine iyi kalpli, sevecen olabilmesi, tanıklık bile bir hediye gibi! (Yılın blogu tabii ki, tabii ki guzelonlu bu arada, ne sandıydınız a!)

Walter Kirn / Up in the Air: Filmi beni yerden yere vurmuştu, kitabı aşkı, ilişkileri, Alex’i bırakıp, daha ciddi başka yerlere eğildiğinden (tüketici toplumu, sürü psikolojisi, herkesin harcı değil bunlar ağır konu, etc…) kafamı duvarlara vurmadı ama sanki aynı Ryan’la (illa ki Clooney’nin filmi olarak canlanacak, cuk oturmuş idi çünkü) işte ağır konularda takılıyorsunuz gibi oluyor, hani hürmetten Alex Yenge meselesini açmıyorsunuz, o da karizmayı yukarıda tutacağım diye çabalamıyor.

Efendim, yılın kitabını seçmemiz gerekirse (hazır şimdi vermiş olduğum yıldızları da unutmuş iken)… çok zor öyle bir kitabı öne çıkarmak. O yüzden yılın kitapları bu üstteki kitaplar olsun (Spin hariç – Banks’lerden de Feersum Endjinn bir tek, diğerlerini boşverin), her biri kendi kategorisinin yıldızı… (çocuklar kardeş oldu mu…)

 

 

Hüsran listesi (bahsetmeye bile değmez, lafı olmaz):

Mark Haddon / The Curious incident of the dog at night time (20100419) 2.5*

Kiran Desai / The Inheritance of Loss (20110224) 0.0*

Tina Fey / The Bossypants (20110821) 2.0*

Arthur Schopenhauer / Aşka ve Kadınlara Dair – Aşkın Metafiziği – (20111018) 2.5*

Patti Smith / Çoluk Çocuk [Just Kids] (20111011) 1.5*

Hopper

Easy Rider’ın Dennis Hopper’ı (ki asıl marifeti, çok küçük bir bütçeyle çekilen Easy Rider’ın hasılatta tavan yapması üzerine film stüdyosundan kendisine verilen açık çekle, stüdyoya amiyane tabirle in your face! çekenThe Last Movie’yi çekmesidir [biraz daha detay ve başka aynı tarzdaki ilginçlikler için (mesela Nirvana – In Utero) bkz. -bittabii- A.V. Club’ın“Now I’m bored and old”: 27 deliberately confounding follow-ups to popular successes başlıklı demirbaş listesi ]), neyse ne diyorduk, Dennis Hopper’ın ölümünün üzerinden bir seneden çok zaman geçmiş (benim yazın haberim oldu). Özellikle de Christopher Walken’la, favori filmim olan True Romance’daki karşılıklı sohbetlerini çok severim.

Ama konumuz o değil, konumuz Edward Hopper. İnsan tabii ki bir resmi/ressamı ilk olarak nerede gördüğünü anımsamaz, ama ben Edward Hopper’ı ilk ortaokula giderken, “Reading/Writing” dersi için almış olduğumuz, tuğladan hallice “Prentice Hall Literature: Gold” antolojisinde görmüş idim, şu çalışması ile:

Gas / Edward Hopper (1940)

Bu resim, beni ilk gördüğüm andan itibaren büyülemişti – bir benzin istasyonunun, pompaların resmini yapmak! Sanattan çok hayata yakın bir şeydi. “Sanat salat içindir / sanat hulk içindir” olayına, dalga geçme gayesi haricinde, girmedim, saçma buldum. Ama bu resim, Prometheus gibi, ya da Death Gate Cycle’da labirentten kurtulup da diğerleri için yine geri gelen blabla gibi bir asalet taşıyordu.

O zamanlar internet yoktu, sonra internet geldi, iyi de etti, dijital ortamdan, dijital formatta bir sürü Edward Hopper toplayıp, seyre koyuldum. İşte daha önce de birkaç kere (iki) demişliğim olduğu üzere, Raymond Carver, Edward Hopper, Tom Waits, Jim Jarmusch.

Geçen sene Steinbeck’in “The winter of our discontent”iyle birlikte o güzel kapak resmiyle de görüşmüş olmuştuk:

Mick Wiggins – Winter of Our Discontent Kapağı

İlgili projede ressam (Mick Wiggins), bütün Steinbeck kitaplarının kapağını hazırlamış, epey etkileyiciler, tıpkı hazırladığı diğer kapaklar gibi. Tabii ki, zorlamadıkça Hopper’lara pek bir benzerliği yok, ama yine de, şimdi mesela “duru su” desem, ya da “kuru su”, ya da “toz su”, öyle bir etkisi var işte bunların da (“Çocuk / Güzel anılar gibi hüzünlü / Hüzünlü şarkılar gibi güzel” (- CS, Fotoğraf’tan detay) gibi bir şey, sözgelimi (Brezilya’ya çevirir bir çiçek…)).

Bütün bunlar iyi güzel hoş, lakin, geçen gün karşıma Ben McLaughlin isimli arkadaş çıktı. Soyut resimden enstalasyona geniş bir yelpazede eserler meydana getirse de, benim dikkatinizi çekmek istediğim resimleri şu tarzda olanlar:


Monday February 2 2011: Surgeons are fighting to save the hand of Formula 1 racing driver Robert Kubica, following a high speed crash during a rally in Italy

2010-11


Saturday February 5 2011: A man with a low IQ has been banned from having sexual intercourse by a high court judge

2010-11


December 21 2009: Officials from debt-laden Dubai World Conglomerate are to meet with their lenders to discuss repayment proposals

2009


Friday: 19 Down. Sound like an ass (4)

2009


Saturday: 22 Across. Outside broadcasting (6)

2009


Sunday: 21 Across. Dull pain (4)

2009

(Bir de tabii şekil A,B, ve ardılı harflerde (Baskça’da “C” harfi yokmuş bu arada, geçen hafta öğrenip, şoka girdik. Hani maddeleri sıralarken bile yok: İspanyolca’da mesela “K” var da kullanılmıyor, Basklılar külliyen yok etmişler. Mesela aşağıdakilerden hangisi bu girişi en iyi özetlemektedir:

A) Resimlerden bahsedilmektedir
B) Geyik yapılmaktadır
D) İthamlarda bulunulmaktadır
E) C şıkkı atlanmamıştır, bilakis var olmamaktadır!

)  ne diyorduk, evet, bir de şekil A,B, ve ardıllarında da gözlemlediğiniz üzere, resimlerin adları haber başlıklarından atanmakta, oy oy oyy.)

Şimdi sevgili blog-okur (mon semblable, mon frère!) -o kadar da- ayrımız gayrımız yok, o yüzden açık konuşacağım: 3-4 gündür yazmalarda olduğum bu girişe başlarken, aklımda Ben McLaughlin’i Edward Hopper taklitçiliğiyle itham etmek vardı, hatta senin de kolaylıkla http://www.wilsonstephens.com/artist.html?id=3 adresindeki, sanatçının bağlı olduğu galerinin sayfasına giderek teyit edebileceğin üzere, arkadaşın portföyünden kasıtlı olarak Hopper’a yaklaşanları ayıkladığımı görebileceğin üzere, bir takım hilelere dahi başvurmuş idim bu uğurda (kaldı ki Hopper’ın resme yalnızlık saçan bir neon ışığı etkisi ekleyip daha da ölgünleştiren pastel renklerine karşılık puslu ve soluk hava ve renklerle çalışmakta McLaughlin). Fakat, resimleri galerinin sayfasından birbiri ardından seçtikçe, fikrimi değiştirmek zorunda kaldım. Kabul, özellikle son iki resim hayli Hopperesque (ve tabii ki ben uydurdum, hemen şimdi) ama yine de ahkamın dozunu kaçırmamak, haddini bilmek lazım.

Neyse, bunlardı işte son 3-4 gündür aklımdaki şeyler. Böyle art arda artsal sanatsal şeyler yazmaktan sıkıldım, özüme döneceğimdir (işte TV, diziler, itlik, kopukluk – sakalı da kesmek lazım).

Bana gelince, sevgili bilgisayar başı sakini, Edward Hopper’ın “Chop Suey”ini çok severim, “New York Movie”si öldürür beni, “Room in New York” uzunca bir süre masaüstü resmim olmuştu, “Nighthawks”sız da olmaz. Anılma sırasına göre bu resimlerin küçük halleri şu şekilde — büyük hallerini de, vaktiyle ODTÜ’deki boş zamanlarımda derleyip, toparladığım resimleri, kod yazıp oluşturduğum şu sanal galeride bulabilirsiniz (galeriyi de Hollanda’dan İspanya’daki sunucuya çekmenin vakti gelmiş ya, ihmal etmemeli).

Yaşlılık (ve fotoğraflar)

Thou hast nor youth nor age
But as it were an after dinner sleep
Dreaming on both
Shakespeare

“Ben gençken” (cue Orson Wells – you, you don’t know what it is to be old, but I hede höt… Yahu, hep söylemişimdir, bir Borges’in “Ah bir genç olsam” mealindeki böygh şiiri bir de bu Wells’in bu şiir/şarkısı, aslında içten içe sevdiğim, saydığım bu amcalara karşı bir acıma ve böygh duygusu uyandırır içimde. Kaldı ki, yine bilir/tahmin ederim, en çok onlar bu ucubiklerle anılageldikleri için vurmuşlardır nato kafalarını nato mermerlere, neyse, geçelim şimdi bunları (bütün bu kadar lafı “ben gençken” diye başladım deyu viyk viyk ötme bahanesiyle yazdığımı bildirmeyi bir borç bilirim)), ne inkar edeyim, yaşlılara karşı (people of the ancient kind), pek de övünülecek hisler beslemez idim, hatta arkadaşlar bilirler, birtakım rekreasyonel projelerim bile yok değildi.

Şimdi 34 yaşımdayım, çok şükür dağ gibiyim, taş gibiyim, yaşlı filan da değilim ama tabii fikirlerde değişme yaşanıyor illaki. Yaşlılar hakkındaki pek çok gözlemim geçerliliklerini sapasağlam korusa da, belki de aynı yolun yolcusu olduğumuz sonunda kafama dank ettiğindendir, onlara vaktiyle çocuklara ayırmış olduğum sevecenlikle (sevecenlik#2 by calvin klein) yaklaşıyorum, ha bu arada çocuklara olan genel seveceğenliğimden de pek bir eser kalmadı, öte derecede elitistim, öyle her gelen çocuğa sevgiyle yaklaşmıyorum, uzakta oynayan çocuklar gördüğümde dünyanın aslında ne kadar iyi bir yer olduğunu da düşünüyor değilim (Fazıl Hüsnü Dağlarca dediydi zamanında).

Zaten bu girişin konusu çocuklar değil; ben de değilim: yaşlılar.

Bizim muhitin (Getxo) bilmem kaç senedir (gerçekten bilmediğimden öyle dedim, ama yeni bir şey olmalı, biz geldiğimizde vardı gerçi ama yeni gibi yine de) geleneksel olarak düzenlediği fotoğraf günleri etkinliği var: GetxoPhoto. Öyle tek bir mekanda da olmuyor, amiyane tabirle, sokağa taşan bir etkinlik. Mesela bizim iskelelerden birine bir deniz oğlanı fotoğrafı koymuşlardı, gelgit vesilesiyle ilginç oluyor, hala da orada durur (madem fotoğraf günlerinden bahsedeceğiz, bol fotoğraf alıntılamak lazım gelecek).


Bu seneki etkinliğin konusu yaşlılık idi. Geçen seneki neydi, bilemedim, sitesine bakayım… “Leisure” imiş, Türkçe’ye çeviremedim (Handeeeee!), eğlence desem değil de, insanın boş vaktinde yaptığı şeyler, yani isteyerek, severek, kimsenin zorlamasına gerek kalmadan yaptığı şeyler, hobi desem hobi değil, bobi desem bobi beni ısırır. Bu arada 5 senelik bir geçmişi varmış sevgili GetxoPhoto’muzun. Bu da geçen seneden, Getxo’dan evvel enternette de görmüş idik netekim:

Bu senenin konusu (demiş miydim?) yaşlılık idi (tam olarak alıntılarsak “Yaşlılara Övgü” (“In Praise of the Elderly”). Lafı fazla uzatmadan hemen bu senenin en beğendiğim fotoğrafını göstereyim: Marc Roses – Having Fun in Paloma #1

Her şey bu kadar toz pembe değildi tabii, bu da diğer çok beğendiğim çalışma olan Walter Schels’in “Life Before Death” serisinden:


Diğer fotoğrafçılardan 



ve özellikle 

ile


İşte bunlar bizim buralarda görüp sevdiklerimizdendi sevgili mektup arkadaşlarım. Siz de sizin gördüklerinizden, gezdiklerinizden bahsetseniz ne güzel olur a!

Yaşlılıkla ilgili o kadar da bayılmadığım (zaten GetxoPhoto ile de bir alakası yok bu arada, fotoğrafla da ona bakarsanız) şu var geçen gün rastladığım: Andreas Englund. Bir de, hazır buraya kadar geldiniz, yaşlılık ile alakası olmayıp da, fotoğraf ile -ucundan- alakası olan şu güzelliğe bakmadan geçmeyin lütfen: Paul Newman & Joanne Woodward fotoğrafları.

Sonuçta, yaşlılık, istatistiki açıdan, ayrılığa en yakın dönem, ama yine de: yaşlılar ölmesinler (şeker de verebilsinler).

gupta ya da sorunlu bir beyin nasıl çalışır

Dün, Eki’nin tweet’inden “Çarpık Kadraj” adındaki çok güzel bir sinema/TV blogundan haberim oldu. Bir ondan bir de “bir yerlerden” tanıdığımı düşündüğüm sevgili Bahar’ın, ondan bağımsız olarak bulup hayranı olduğum  “Dünyevi Zevkler” ve “Güzelonlu” blogları üzerine (daha doğrusu bu blogların bende yarattığı duygular üzerine) yazmak istiyordum işbu girişte. Başlığı da önce “Kıskandıklarım” koyacaktım – bir Türk sanatçısının (Murathan Mungan ya da Ferzan Özpetek diye aklımda kalmıştı, dün kontrol ettim, değilmiş) blogunun bağlantılar kısmındaydı, sonra “durup dururken niye olumsuz anlamlara da kapı açayım?” deyip, başlığı “Gıpta ettiklerim…” diye değiştirmeye karar verdim. “Gıpta” sözcüğü de bu sefer “Gupta” adını çağrıştırdı ve o da bana vaktiyle, TUDelft’teki Hintli bir arkadaşın piri olarak benimsediği bir Hint tanrısının vücut bulduğu hali olduğuna inandığı Shri Nathji’yi. Shri Nathji’nin bir dans kaydı vardır – bizim düşünce tarzımız için belki de gülünç/absürd olan bu dans (ve bu zat) beni öğretisi yolunda değil fakat insanın farklı düşüncelerin ayırdına varması açısından etkilemiştir (sonuçta tek dileğinin sevgi (barış) olduğu bir insanı gülünç bulmak yakışık almaz, almamalıdır). Neyse, bunları niye yazıyorum: yaklaşık son bir saattir, işte bu bahsettiğim Shri Bhola Natji’nin adını aramaktaydım. Eğer ki bir gün bugün kullandığım Google arama sözcükleri kayıtlara dökülürse, bilin ki işte sebebi budur. Sonunda google’da değil ama 2008 yılında bu arkadaşın bana yazdığı mailde bulup bu sefer de rahatladım (geleneksel olarak her yıl bir defa ilgili dans aklıma gelir, seyretmek isterim ve bütün bu süreci baştan yaşarım, o yüzden istedim ki bunu bloga not düşeyim, nasıl olsa her defasında aramalarıma blogun veritabanındaki mesajlardan başlıyorum). Artık yan bilgi olarak verdiğim bu konuya iyice daldım, alakasızlaştı, biliyorum ama, olayın tarihçesini de vereyim de, sonradan bir karışıklık olmasın: Hollanda’dayken, ofisimizi bu Hintli arkadaşla ve 10 diğer araştırmacıyla birlikte paylaşıyorduk, bir gün masaüstünde bu zatın fotoğrafını gördüm, kim olduğunu sordum, o da bana sağolsun hakkındaki bilgileri içeren bir mail attı.

Not düşüp kendimin gelecekteki halini bu arama zahmetinden kurtardığıma göre, gelelim asıl olaya. Ne yalan söyleyeyim, kendimi az çok kültürlü, ama daha önemlisi güzelliği fark edebilen, farklı açılardan bakabilen ve kolayca görülmeyen şeyleri takdir edebilen biri olarak düşünegelmişliğim vardır. Eskiden daha yoğun, şimdilerde bir şeyi fark ettiğimde ayrımına vardığım sıklıklarda (ki itiraf etmeliyim ki artık o kadar sık değil). Böyle yazınca biraz hodbin( blunt?) oluyor ama zaten iki cümle sonra yıkacağım için bu yanılgıyı o kadar dert değil 8). Belki de şöyle desem biraz daha yumuşak olacak: “nicedir, kendimin bir kopyasıyla (10 gün önce başladığım Fringe’de bugün güncel sezonu yakalamış durumdayım ve oradaki Kevin Corrigan -ki kendisini ilk Community’de görüp hoşlanmıştık- hep Gürer Beyciğimi anımsatıp özletiyor) karşılaşmam halinde, onunla iyi arkadaş olabileceğime eminim (ki şimdi arayıp bulamasam da, bu özelliğin mutlu bir insan için gerek şart olduğundan vaktiyle dem vurmuşumdur mutlaka: yani kişinin kendisinin bir kopyasıyla geçinebilmesinin). İnsan kendisiyle bu kadar çok konuşunca, dünyası da, algısı da yavaş yavaş, fark ettirmeden daralıyor, hani çok sığ bir laf ama “haddini bilmez oluyor”. Ben ahkam çorbalarımın içinde yüze durayım, sonrasında işte başta bağlantılarını verdiğim bloglar gibi, hakikaten fersah fersah yüksek bir algıya ve beğeniye sahip girişlerle karşılaşınca duruluyor. Burada, her ne kadar öyle sezinleneceği kesin olsa da, bir aşağılık kompleksi yok, tamaıyla bir hayranlık sözkonusu, insanı şevklendiren, özendiren bir hayranlık. Sonuçta kendi dünyanızda bile yalnız değilsiniz (bunu söyleyeceğimi hiç sanmazdım ama: ne mutlu ki!)

En çok okuduğum blog, açık ara ile hem de, kendi blogum olsa da, o bloglar olmasa idi, bu blogdan o kadar zevk alır mıydım, orası şüpheli. (işte böylelikle son dakikada yine egoistliğimi kurtarmış oldum 😛 — bir de işin güzeli, ben bunları yazmaya hazırlanıyorken, Eki bu defa da tweet’inden az evvel gönderdiğim Nurullah Ataç girişimi paylaştı, Sui de övgüde bulundu, ben de mutlu oldum 8)

“Paylaşanlarınız çok olsun” dileklerimle,
o kadar da şey bilmeyen, görmeyen ama çok şükür ki görenleri/bilenleri gördüğünde mutlu olabilen,
ağlak adam mesut bahtiyar (dırı dırı dırı dırı dırı dırı dıt tı, dırınınınınınınını… – taksim girer).

Özetle, üç süper site:
1. Çarpık Kadrajhttp://mizansen.blogspot.com
2. Dünyevi Zevkler Bahçesihttp://guzelonlu.com/blog/
3. Güzelonluhttp://guzelonlu.tumblr.com