Borges mi, Pamuk mu?

    Bahtsızlığımı unutmak için, o günlerde, yalnız geceleri değil, öğle uykularımda da sık sık gördüğüm mutluluk rüyarlarıyla sayfalar doldurmuştum. Anlamla hareketin bir olduğu o düşleri, uyandıktan sonra, her şeyi unutmak için, şiirli bir dille özene bezene kaleme alırdım: Evimizin bitişiğindeki ormanın ağaçları arasında yıllardır öğrenmek istediğimiz sırları bilen insanlar vardı, ormanın karanlığına girmeye cesaret ettiğiniz zaman onlarla dost oluyordunuz; gölgelerimiz güneş batınca yok olmuyor, biz, temiz ve serin yataklarımzda huzurla uyurken, öğrenilmesi ve yaşanılması gereken binlerce küçük şeyi bir bir elden geçiriyor ve hiç de yorulmadan, teker teker bunların farkına varıyorduk; rüyalarda yaptığım resimlerdeki insanlar, üç boyutlu güzel insanlar olmakla kalmıyor, çerçevelerinden çıkıp aramıza da karışıyorlardı; annem, babam ve ben, arka bahçemizde işleri bizim yerimize gören çelik araçlar kuruyorduk…

Orhan Pamuk, Beyaz Kale



Bir süredir isteksizce okumakta olduğum Beyaz Kale’yi nihayet dün bitirebildim. Ne bir son dakika(/sayfa) heyecanı, ne da başka türden bir aydınlanma, bitti gitti ben de rahatladım. Daha uzunca bir süredir Hande’nin İngiltere’den getirdiği Maugham hikayelerini (herhalde bunları bitirince bütün hikayelerini okumuş olacağım) ve Nurullah Ataç’ın envai denemesini okumaktayım. Murathan Mungan’ın "Şair’in Kitabı"nı çok okuyasım vardı (hala var), bir de Shakespeare’in "The Tempest"ını, yarın Lovecraft’ın "At the mountains of madness"ına, birkaç gün sonra da The Tempest’a başlamaya karar verdim, onlardan sonra Şair’in Kitabı gelebilir, iyi de olur.

Hollanda’ya gidecek olan koliye gerekli kitaplar kategorisinde 3 kitap koymuş idim: Edip Cansever’in Adam Yayınları’ndan çıkmış iki ciltlik bütün şiirleri toplaması ile Ahmet Haşim’in Dergah Yayınları’ndan çıkmış bütün şiirleri toplaması. O koli "uçunca", bu kitapların kaybına da üzülmüştüm tabii, sonrasında da internetten şiirlere erişim olduğu için, alınan her kitabın göçebe hayatımızda taşınacak ekstra bir külfet ya da giderken geride bırakılacak bir arzu nesnesi olacağından ötürü yerine yenileri temin edilmedi, halen de yerleşik hayata geçmiş değiliz ama kısmet olur da evimize yerleştiğimizde ilk alınıp kitaplıkta yerine konacak kitaplardan. İşte onun kuruntusunu yapıyordum: ah ah, kitapların baskıları (benim yaşıma göre) eski sayılabilecek, karizma yapılacak durumda idiler, şimdi YKY’den yeni yetme gibi yeni baskıları almak var kaderde. Sonra (gerçekten çok kısa bir an içinde, siz deyin 500, ben diyeyim 300 milisaniye) dedim ki (kendi kendime) "Kime, neye bu karizma? Ne karizması?", üzerimden bir yük kalktı, bir rahatladım ki sormayın. İTÜ’nün Mustafa İnan Kütüphanesi’nde vardı 1. baskı Edip Cansever, Oktay Rifat ve birçok şairin kitapları – kütüphane yönetmeliğine göre üstelik, çıkarttığınız kitabı kaybettiğiniz takdirde, yerine yenisini almakla yükümlüydünüz… O zamanlar aklımdan ne kötü fikirler geçti de kıyamadım. Sahi ne oluyor kitap 1. baskı olduğunda, yazarı sizin isminizi sorup imzaladığında? Yılbaşının ilk günüydü (1 Ocak 2013), Ece’yle Tunalı’daki D&R kitapçısının alt kattaki çocuk katındaydık bir anda Nazlı Eray’ı raflara bakarken gördüm (Nazlı Eray’ı çok severim ben, 90’larda ("90’larda" bıy bıy bıy) çok ama çok ama çok okumuşluğum vardı, sonra (kötü anlamda) büyüdüm. Ama anlaşılan öyle biraz çocuk kalmışım ki, işte o yeni yılın ilk günü çocuk reyonunda onu görünce çocuklar gibi sevindim, hemen yanına gittim, kendisine eserleri için teşekkür ettim, bir de eğer biraz bekleyebilirse hemen üst kattan bir kitabını alıp kendisine imzalatmak istediğimi söyledim (farkındaysanız bunu iki-üç cümle evvel "Ne oluyor kitabı imzalattığınızda?" diyen somurtuk bendeniz yazıyor), o da hangi kitabımı getirmeyi düşündüğümü sorunca "Orfee"yi dedim (çok severidm o kitabını, yanlış hatırlamıyorsam da ilk kitabıydı kendisinin), "aaa, çok eski ama o kitap, yenilere bakın, mesela Halfeti’nin Siyah Gülü‘ne…". Ece’yi de yanıma alıp, koşa koşa çıktık üst kata, ilgili kitabı bulup getirdik, o da sağolsun kitabı benim için imzaladı. Meğer çocuk kitabı yazmış (yazıyormuş) da, o vesileyle çocuk kitapları katındaymış. Teşekkür ettim, işte ilerleyen günlerde Halfeti’nin Siyah Gülü’nü okudum. Niye anlatıyordum ben bunu? Unuttum. Bir kitabında sevdiği trafik kazası yapar da arabasıyla yazarın kalbine saplanır; bir diğerinde Ankara’yı özler, Ankara da sokağıyla (Tunalı Hilmi) karşısına çıkıverir bir anda, her dem taptazedir Nazlı Eray’ın hikayeleri, romanları. Ama Halfeti’nin Siyah Gülü, nasıl denir ki, "bana pek hitap etmedi" mi?

Sözgelimi Brezilya’ya

 …her şey o kadar da kötü değil tabii ki. Mesela İngilizce’deki "to carry a torch (for somebody)" deyişi. "She’s still carrying a torch for you" – cümle içinde kullanımı. İncelikler.

– Ne diyor şimdi bu adam? dedi kız oğlana, köşeyi dönerken.
– İşte, dedi oğlan, işler o kadar da kötü sayılmazmış, incelikler filan varmış.
– Aptal şey, o kadarını biz de anladık, sinemaya gidelim mi? dedi kız.

o kısım benim hatırlayıp da uyarladığım şekliydi, normalinde meğerse sinemadan dönüyorlarmış bunlar:


Hava kararıyordu. Köşeden bir genç kızla bir genç adam göründü kolkola. Delikanlı bir şeyler anlatıyordu, genç kız da başını sallıyordu. "Bana kalırsa film biraz karışıktı," dedi genç adam. "Bazı yerlerini anlamadım." "Canım," dedi kız, "Sonunda çocuk ölüyor işte." Aptal," dedi delikanlı, "O kadarını biz de anladık."

[OA,TO,Son.]

Odama iki fotoğraf koydum, ikisinde de sigara içen hanımlar var ama bilinçaltımdan gayri, tesadüfi(dir herhalde). Bir tanesi tabii ki Nuria’nın fotoğrafı idi, diğeri de iki ay kadar evvel keşfettiğim (kucağında köpek taşıyan adam fotoğrafıyla ki bir ara mutlaka GüzelOnlu‘ya göstermeli) Joel Meyerowitz’in Times Square, 1962’si.

Joel Meyerowitz – Times Square, 1962

Günün oyunu: Eski Doğu Bloku Ülkeleri Trivia (tırıvırı)

Günün oyunu derken, aslında geçen ay aklımıza gelen bir şeydi, anlatayım efendim (bu arada ben iyiyim, yakında hal ve ahval + gidişat üzerine bir özet geçeceğimdir), neyse, diyordum ki:

Geçen ay Bengü’yle bir oyun oynayalım dedik, birer birer eski Doğu Bloku ülkelerini sayıp, haklarında ne biliyoruz diye ortaya dökelim dedik, işte tanıdığımız yönetmenler, yazarlar, filmler (politikacılar ve siyasi olaylar hariç, onları biliyoruz az buçuk). Şimdi paralelde Hande Hanım ile tweet üzerinden ne okuyoruz/ne okuyacağız muhabbeti yapıyoruz da, buraya da not düşeyim dedim. Planım bir süreliğine Amerikan/İngriş ve yandaş edebiyatına ara verip, Macaristan olsun, Polonya, Çek, o yörelerin kipatlarıyla ilgilenmek. Ama dönem olarak eski devrede geçen siyasi şeylerle değil de, çağdaş edebiyatı ile ilgileniyorum (yani benim çağdaşım max 15 yıl önceye kadar).

Bengü’yle oynadığımız oyun ne mi oldu o gün? Cehaletimizden utandık (hem de çok fena). Denemesi bedava, temiz bir A4 kağıt alın ("o yoksa kare şeklinde kesilmiş mukavva da olur"), bu ülkelerin adlarını yazın büyük harflerle ayrı bölgelere, altlarını çizdikten sonra da doldurmaya başlayın. Ne oldu? Olmuyormuş değil mi (Nadia Komanaci, Kieslowski, Otasanek, biz de biliyoruz onları).

Böyle de bir şey, öyle "Polonyalıları seviyorum, Çekler süperler, Macarların o karmakarışık dili (dilli salam 8P)" demekle olmuyormuş, ben bugün (o gün, şu gün, arkadaşım ateş) bunu gördüm…

Sanat Dünyamız

Hollanda’daki misafirliğimizin son günlerine doğru, Bengü ile Ece Türkiye’ye döndükten sonra, Rotterdam’daki Kunsthal’e Edward Hopper ve çağdaşıgiller gelmişti, Deniz ve Georgina’yla bir güzel gidip gezmiştik, kafa dağıtmıştık (canım arkadaşlarım benim!).

Şimdilerde, buradaki misafirliğimizin de yavaş yavaş sonuna geliyoruz ya [Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.*], nicedir niyet ettiğim güzel sanatlar müzesine yolumu düşürdüm geçen gün (Guggenheim’a tabii ki sıklıkla gitmişliğimiz var, o kadar da değiliz Müzeyyen). Fernando Botero’yu konuk ediyorlardı, ben sevmedim (şişman insanları severim halbuki ama bu arkadaşın çizimleri fazla karikatürize geldi / dedi ünlü resim eleştirmenimiz EST Bey).


Not aldığım resimlerine gelirsek:

İçlerinde herhalde en sevdiğim resmi olan, ananas, armut ve pastalı! natürmortu (2000)

Bu atli resmini de not almışım ama sonra niyesini hatırlayamadım.

Caballo de picador, 1992

Botero’nun "çok ciddi" konuları işlediği tabloları da var ama kontrast falan pek işlemiyor (beğenemedim işte bir türlü). Örnekler için: Ecce Homo, 1967; Abu Gharib, 2004; La Masacre 8:15pm

Bir döneminde de başyapıtların uyarlaması için çalışmış. Latif Demirci’nin vaktiyle böyle bir çalışması olmuştu, iyi niyetli, mizahı gözeten çalışmalardı onlar ("Çeviren Latif Demirci" adıyla yayınlamıştı – örnekleri internette arar iken bulduğu "sudaay" sitesindeki girişte görebilirisiniz). Picasso Velazquez’i, Hockney Claude’u, herkes herkesi "cover"layınca oluyor ama Botero yapınca olmamış.


Van Eyck – Arnolfini, 1434


You Know Who – Arnolfini, 2006 (1978?)


Shrek 1 – Lord Farquaad


Nuestra señora de Colombia, 1992

Uzunca bir süredir sürükleyip, bu pazar gününe yetiştirebildiğim bu girişi tatsız, asık suratlı, yüksek burunlu bitirmeyelim… Çok yerim olsa, Edward Hopper’ların yanına koyacağım şu bir resmi (Piknik) ile arkadaşlarını da koyalım, öyle müsade isteyelim bu girişlik… (Işıklar kararı, Ali Kırca stüdyonun dışına yürür, alttan yazılar geçmeye başlar, Barış Manço’nun sesi duyulur: bahçede hanımeli, sen ettin beni deli…)


El Picnic, 2001


El costurero, 2000


Los Músicos, 2006