wo bist mein kopf?..

kafamı bulamıyorum. buralarda bir yere koymuştum halbuki. st’nin müziği kafamın içinde yankılanıyor ama kafamı bulamıyorum. oruç tutmak, tıpkı şey gibi.. neyse. bunda da duyularınız bir yerlere gidiyor, farklı biçimlerde keskinleşiyor. gerçi tahminim bunun sebebinin açlıktan çok, vücudun nikotinim neredeee! diye mızmızlanmaya başlaması.. yok sana nikotin filan. öyle işte.

geçen sene, bu zamanlar olabilir, kendimle girdiğim bir inatlaşma sonucunda, yer-misin-yemez-misin-hadi-bakalım moduna geçip bir ay pipoyu bırakmıştım, bakalım iradem ne alemde diye, bir ayı tamamlamış, sonrasında pipoya da kaldığım yerden devam etmiştim.. bu nikotinsizliğe uyanışın güzel bir yanı var: dinlediğiniz müzikler -sanırım beyniniz pek yerinde olmadığından ötürü- doğrudan kafanızda patlıyor, çok zevkli, gözleriniz belli bir yere takılıp odaklı odaklı kalıveriyor, renkler yayılıyor etraflarından. beyin olmayınca, çeperlerden çarpıp geri dönüyor müzikler de.. mesela şimdi dinlemekte olduğum tom waits – rain dogs.. har har har!.. 8)

ahmet haşim’in ateşler içinde yatmanın büyüleyici yanlarından bahsettiği bir yazısı vardı, onu bulayım da, gönderirim belki.. nasıl olsa yarın da bu halde olacağım, önümüzdeki 29 gün de..

sabah sabah fabuloso?..

ya da sabah sabah [[suicidal tendencies]] ya da can’t stop the runaway emotions..

birkaç zamandır canım fena halde suicidal tendencies çekiyordu, dün evdeyken aklıma geldi neyse ki, ben de albümlerini toplayıp okula geldim. art of rebellion’la başladım dinlemeye. tabii dinledikçe emir’i hatırlıyorum. özledim pis şişkoyu. suzan’la amerika’ya gittiklerinden beri hiç haber almadım. mail atmadım, mail atmadı ama kimseye atmamış bildiğim kadarıyla. bir kere california’da sanırım, bera ile buluşmuşlar, ama o kadar..

most wanted: emir amca burnu kanca
bulanların insaniyet namına haber vermesi rica olunur..

pazar..

bugün pazar ve ben okuldayım. cuma günü, sevim hanım’ın bilgisayarına yeni sistem yüklemeye başlamıştım, o gün yetiştiremeyince, bugün gelip yarına hazır hale getirmeye uğraşıyorum. aslında iyi ki de okula gelmişim bugün, zira hüseyin’le karşılaştık, o da bugün kore’ye dönüyormuş, gitmeden önce bir kez daha görüşmüş olduk böylece.

bir yandan xp cd’sini yazarken, bir yandan da bu girişi yapıyorum. az evvel baktım, drawing of the three‘yi 13’ünde bitirmişim; dün de wastelands‘i bitirdim. bugün herhalde wizard and glass‘a başlarım. bundan sonrası bilmediğim topraklar..

alakasız olacak ama, BBCPrime’da harika bir program daha keşfettik. geçen hafta grumpy old men’i beklerken takılmış, sonrasında da grumpy old men’i unutmuştuk. program ‘strictly come dancing’, adından da anlaşılacağı üzere, dans yarışması. profesyonel dansçılarla ünlüleri eşleştirmişler, her hafta bir çift eleniyor. bu hafta lesley garret’ı ispanyol dansı yaparken görmek yeterince şaşırtıcı idi, ama haftaya samba yapacaklar! 8)

güzel insanlar..

hemen ardından “bana sonunda bunu da yaptırdınız!” demek geldi (Oğuz Atay, w/ “canım” replaced with “güzel”) ama “konumuz o değil”. bir süredir bu yazıyı yazmak aklımda, kısmet bugüneymiş.

insan 30 yaşına gelince, malum, belirli bir çevresi, düzenli ya da düzensiz görüştüğü arkadaşları oluyor ve bunlara yenilerini eklemek nedense daha bir zor oluyor. etraftaki arkadaşların hepsinin de sağolsunlar, güzel insanlar olması, onların dışında da güzel insanların mevcudiyetini kanıksamıyor. işte bu noktada, çok ilginç bir olgu ile -en azından ben- karşılaşıyorum.

çeşitli vesilelerle aynı ortamlarda bulunduğunuz, başka insanlarla ilişki kurarken gördüğünüz, belki ismini bildiğiniz (ki bunu da, tanımadığınız bir başka kişi, tanımadığınız bu kişiye seslenirken duymuştunuz zaten) kişinin, aslında gerçekten de “güzel bir insan” olduğunu düşünüyorsunuz. eskiden olsa, belki tanışmanın yollarını arardınız: ortak müzik, ortak kitap, “hava ne güzel bugün!”.. ama sanırım, yaşla ilgili bir şey olarak, böyle söylemek ne derece doğru bilemem ama “doymuşlukla” ilgili bir şey olarak, bir girişimde bulunmuyorsunuz, ilgili kişinin güzel bir insan olduğunu bilmenin verdiği huzur/mutlulukla yetiniyorsunuz. hatta bir kolleksiyoncu mantığıyla, bir oyun olarak, onunla ilgili rasgele edindiğiniz bilgileri bir yerlere kaydetmeye başlıyorsunuz (bu noktada bir açıklama gerekiyor sanırım: bir yerlere kaydetmek‘le kast ettiğim nen, somuttan ziyade, sanal bir kayıt). neyse, konuyu daha fazla dağıtmadan michel butor (dönüşüm) modumuza geri dönelim:

sonra, bir gün, güzel insan olarak mimlediğiniz bu kişileri aynı gruptaki başka güzel insanlar(ınızla) iletişim kurarken görüyorsunuz. aslında bu çok normal bir şey çünkü dünya küçük, -diyelim ki- okul küçük, nasıl sizin etrafınızdaki, tanıdığınız güzel insanların ortak noktaları varsa ve bu sayede vaktiyle çeşitli arkadaşlıklar kurulabilmişse, onların da vaktiyle aynı nedenlerden ötürü arkadaşlık kurmuş olmaları çok yüksek bir ihtimal. ve yollar kesişiyor. burada mekan faktörü devreye giriyor: eğer o güzel insan’la -farzedelim ki- aynı bölümde olsa idim, çok büyük bir ihtimalle, ben de arkadaş olacaktım. halbuki, şimdi sadece -mesela- akşamları aynı servisteyiz, ya da sadece bilgisayarlarla ilgili bir toplantı vesaire olduğunda bir araya geliyoruz. yani iki taraftan biri özel bir çaba sarf etmedikçe, düzenli olarak görüşme imkanı yok.

bilemiyorum, bu bana garip ve bir o kadar da şaşırtıcı, büyüleyici geliyor. zaman ve mekanın böylesi bir tahakkümü!

güzel insanlara en anlaşılabilir örnek olarak, çok sevdiğiniz bir dostunuzun çok sevdiği bir dostu verilebilir. bir akşam dışarıda buluşmuşsunuzdur ve o da “o” arkadaşını da getirmiştir çünkü ne zamandır onunla buluşamamıştır ve onun da tam o akşam buluşacağınız yerin yakınlarında bir işi vardır zaten.. bu durumda devreye tanıştırma ve “merhaba faslı” girebilir mesela:

– merhaba, bu arkadaşım X, bu da Y.
– merhaba
– merhaba

ne kadar umut verici bir kelimedir “merhaba” aslında. ama iki taraf da bilir ki, bir daha görüşmeleri çooook düşük bir ihtimaldir. iki taraf da hafıza defterlerini açar, “güzel bir insan” diye not alırlar karşılarındakinin en fazla bir hafta sonra unutacakları simalarının yanına..