yeni yılın ilk üç şarkısı

yılbaşı cumartesi gününe denk geldiğinden midir, nedir, sanki bugün yeni yılın ilk günüymüş gibi (gerçi bunun bir başka sebebi de dün bütün gün bengü’nün perşembe günü vereceği seminerle, benim de MPICH2 için hazırladığım rehberle boğuşmamız da olabilir). sabah 4.30 idi yatmaya gittiğimizde. şimdi okuldayım, üzerimde yorgunluk ve dinginlik var. yeni yıl benim nazarımda bugün başlıyor. odamdayken seçtiğim ilk üç şarkı Frankie Vallie & The Four Seasons‘dan Can’t Take My Eyes Of Off You, Dire Straits‘ten Your Latest Trick ve Massive Attack‘tan da Tear Drop oldu. Yeni yıl bizlere kutlu olsun. Bir de şu büyük harf kullanma alışkanlığımı geri kazanabilsem…

beni herkes seviyor!.. 8)

Japonya bana hazır!..

yeni yıl yeni yıl yeni yıl..

bizlere de, sizlere de kutlu olsun! Gerçi daha bir hafta var ama ilk tebrik kartımı aldım bile. Efe ile Yasemin taa sweet-home Chicago’lardan yollamış. Ayrıca az evvel bera bey ile de ICQ’da rastlaştık, o da yurda girişini yapmış ama sanırım görüşemeyeceğiz bu sefer..

Bu yılbaşı film izleyecekseniz ve henüz izlemediyseniz, mutlaka Love Actually‘yi edininiz. Gene eğer izlemediyseniz (hoş izlediyseniz de fark etmez), Frank Capra’nın klasiği It’s a Wonderful Life‘ı da var sonra. Eğer bir filme daha vakit ayırabiliyorsanız, Nightmare before Christmas‘ı da yazalım reçeteye. Müzik olarak da The Christmas Song – Nat King Cole And The Nat King Cole Trio. O şarkının bendeki versiyonunun (2046 soundtrack) sonunda amcalardan biri 3-4 nota jingle bells attırır ortaya, keyfim iyice bir yerine gelir.

Efe ile Yasemin'in yılbaşı kartı. bir Woody Allen eksik.. 8)

güzel insanlar.. part deux

1.5 sene evvel, 30 ağustos’tan birkaç gün önce, sağ gözümde bir kızarıklık ve sürekli bir batma hissiyatı başlamıştı. tatile çıkacağımız için, bir baktıralım da öyle gidelim demiştik. 30 Ağustos günü hastaneler acil bölümlerinden ibaretti. biz de gazi üniversitesinin hastanesine gitmiştik, acil serviste nöbette olan mine hanım gözümle ilgilenmişti. çok tatlı bir insandı. yanlış hatırlamıyorsam korneada ufak bir çizilme olmuş. pansuman yapmıştı. birkaç gün sonra kontrole gittiğimde ona oliver sacks’in karısını şapka sanan adamını hediye etmiştik bengü’yle. gerçi, renk körleri adası sanırım konu düşünüldüğünde daha uygun düşerdi ama bence ilk kitap çok daha ilginç.

sururi tek göz - 30 Ağustos 2004

neyse, dün bengü’yle armada’da dolaşırken, paşabahçe’de bir bayanı bir yerlerden “gözüm ısırdı”, mine hanım olabileceğini düşündüm, bengü’ye sordum, o da mine hanım olabileceğini söyleyince, tanıdım.

paşabahçe’de bir şey demedim ama hemen yanındaki mudo’da da karşılaşınca, dayanamayıp sordum, “siz gazi üniversitesi’ndeki göz doktoru musunuz?” diye, o da beni hatırladı, “tatiliniz öncesinde gözünüzü muayene etmiştim, hatta bana kitap hediye etmiştiniz.” dedi. biraz toplamış, hala çok sevimli, güzel bir insan.. e tabi taraflar birbirlerini tanımayınca, konuşacak o kadar konuları da olmuyor. iyi niyetlerde bulunup vedalaştık. mudo’dan çıkmadan hasan ve ayşegül adını verdiğimiz iki bebek hediye ettik bengü ile birbirimize..


hasan & ayşegül

ben bunları yazarken Smiths’den ‘Ask Me..’ ile başlamıştım, şimdi ‘Half a Person’ çalmalarda.. dün ayrıca, Hearts in Atlantis’ten aynı isimli hikayeyi de bitirdim — sanırım içinde doğadışı olaylar, korku, gerilim olmayan ilk Stephen King. çok güzeldi, nostaljik oldum, hep bir takım “belirli zamanlar” geldi aklıma..

zeynep

sabah gazeteyi karıştırırken, akşam televizyonda “men of honor“ı vereceklerini gördüm. öyle ahım şahım bir film değildi lakin, bu filmi alex, betül ve zeynep ile seyretmiştik, o günler aklıma geldi (5 sene olmuş).

arkadaşlarımı uzun uzun anlattığım sayfalar yazmak ne zamandır aklımda ama bir türlü başlayamadım, ama çok ama çok sevdiğim zeynep’i böyle bir vesileyle anmasam olmaz.

zeynep’le de, pek çok arkadaşımla tanıştığım yoldan, yani HiTNet sayesinde tanışmıştım. Ne yalan söyleyeyim, başta biraz snob gelmişti ama feci şekilde etkileyici yazılar yazıyordu. Mesela:

the saddest poem of all

Mayfest. Saçlarım ne kadar da yaşlanmış.

Aklımı en son bir cuma gecesi kaybettim, sinema çıkışında.
Kapıyı açtın, passenger seat’a oturdun, sonra da dönüp bana gülümsedin.
Ben de hiçbir şey olmamış gibi kontağı çevirdim. Kaçırmadığım en güzel gülümsemeydi.

Sağlıklı yaşam için televizyon karşısında bisiklete biniyor, yemek yerine kepekli şeyler yiyor, kitapla gözü arasında 14 cm bırakarak okuyordu. Her steril insan gibi ajanda taşıyordu. Ders aralarında test çözer diye dalga geçtik, Boğaziçi’ni kazandı. Adı Nil’di. Ondokuz yaşındaydı. Batman’lıydı. O, ölene kadar, “Müdür bıyıklarına kızmıyor mu?” dediğimiz, kocaman suratlı, hırslı bir yabancıydı.

Ankara’da, Bahçelievler’de bir Düveroğlu vardır. Salaş, pis bir kebapçı. İki yıl önceydi, yine Ramazan’da, üstelik de iftar vakti oraya gitmiştik. Herkes ellerinde kaşık, mercimek çorbasına bakıyordu ki telefonum çaldı. Nil öldü. Yemek bitti.

“Hem de nasıl bir kandı.
İçimin ağlayan, memnun olmayan sıvısıydı.”

“Saçmalama” dedikçe içime kapanıyorum. Uzaklaşmak istiyorum. 7’de Kopenhag’da, iki saat sonra Stockholm’dayım. Birger Jarlsgatan üzerindeki Scandic Hotel Anglais’e yerleşiyorum. Elime şehir haritasını alıp Gustav Adolf’s meydanına doğru yürüyorum. Burada istediğim kadar saçmalayabileceğimi biliyorum.

Aslında Stockholm kaçmak için yanlış seçim. Langholmen. Tutuklular adası. Dört tarafı yeşilliklerle kaplı, kaçmak imkansız. Ben de bir bara girip bir schnaps söylüyorum. Barmen, “Emin misiniz?” diyor. Benimle dalga mı geçiyor? Sandığından daha inatçıyım.

Gamla Stan’daki bir dükkanda Led Zeppelin tabları buluyorum 250 Krona, hemen alıyorum. Dönüşte kayboluyorum. Harita’da 25 numaralı yeri arıyorum. Ahlens mağazasının önünden geçerken indirim olduğunu görünce içeri girip güneş gözlüğü alıyorum.

Bir Fabergé sergisi var, meşhur mücevherci. Rembrandt, Rubens, Goya. İçimde bir sıkıntı var. National Museum’un tuvaletini girip on-onbeş dakika ağlıyorum. Renoir, Degas, Gaugin. Dönüp bir on dakika daha ağlıyorum. Öyle minör olduğunu düşündüğüm sorunlar yaşıyorum.

hidden meaning
greenwich meaning

Ankara’daki ilk senemde tanıştık, ama aramızdaki buzların kırılması bengü, alex, betül ve onunla gittiğimiz Crouching Tiger, Hidden Dragon filminden sonra oldu. Hatta hatırlıyorum, sinemadan sonra Anki’ye gidip bir şeyler yemiştik, Zeynep’in üzerinde beyaz, çiçekli bir hırka vardı. “Böyle bir hırka giyen biri kötü olamaz” diye düşünmüştüm… O sıralar Öveçler 2. Caddede kalıyordum, evlendikten sonra Zeynep’in bir sokak yanına, Büklüm’e taşındım ama daha az görüşebildik vakit yokluğundan diyeyim. Sonrasında zaten o da Betül’le birlikte İstanbul’a taşındı, Ankara’ya çeviri işleri için geldiğinde buluşabildik..

Onur’la evlendiler, nikahlarına çok istememe rağmen gidemedim, kısmet olmadı. O zamandan beri de yüz yüze görüşemedik, çok özlediğimi işte bir kez daha, sabah gazeteyi okurken fark ettim.

Eğer bir gün Eda’bi Mektuplar’ı hazırlayıp yayınlatabilirsem, bana sözü var, kapak olarak resmini kullanacağım. İnsanın tanıdığı, sevdiği birini anlatması neden bu kadar zor ve kısır oluyormuş!