zeynep

sabah gazeteyi karıştırırken, akşam televizyonda “men of honor“ı vereceklerini gördüm. öyle ahım şahım bir film değildi lakin, bu filmi alex, betül ve zeynep ile seyretmiştik, o günler aklıma geldi (5 sene olmuş).

arkadaşlarımı uzun uzun anlattığım sayfalar yazmak ne zamandır aklımda ama bir türlü başlayamadım, ama çok ama çok sevdiğim zeynep’i böyle bir vesileyle anmasam olmaz.

zeynep’le de, pek çok arkadaşımla tanıştığım yoldan, yani HiTNet sayesinde tanışmıştım. Ne yalan söyleyeyim, başta biraz snob gelmişti ama feci şekilde etkileyici yazılar yazıyordu. Mesela:

the saddest poem of all

Mayfest. Saçlarım ne kadar da yaşlanmış.

Aklımı en son bir cuma gecesi kaybettim, sinema çıkışında.
Kapıyı açtın, passenger seat’a oturdun, sonra da dönüp bana gülümsedin.
Ben de hiçbir şey olmamış gibi kontağı çevirdim. Kaçırmadığım en güzel gülümsemeydi.

Sağlıklı yaşam için televizyon karşısında bisiklete biniyor, yemek yerine kepekli şeyler yiyor, kitapla gözü arasında 14 cm bırakarak okuyordu. Her steril insan gibi ajanda taşıyordu. Ders aralarında test çözer diye dalga geçtik, Boğaziçi’ni kazandı. Adı Nil’di. Ondokuz yaşındaydı. Batman’lıydı. O, ölene kadar, “Müdür bıyıklarına kızmıyor mu?” dediğimiz, kocaman suratlı, hırslı bir yabancıydı.

Ankara’da, Bahçelievler’de bir Düveroğlu vardır. Salaş, pis bir kebapçı. İki yıl önceydi, yine Ramazan’da, üstelik de iftar vakti oraya gitmiştik. Herkes ellerinde kaşık, mercimek çorbasına bakıyordu ki telefonum çaldı. Nil öldü. Yemek bitti.

“Hem de nasıl bir kandı.
İçimin ağlayan, memnun olmayan sıvısıydı.”

“Saçmalama” dedikçe içime kapanıyorum. Uzaklaşmak istiyorum. 7’de Kopenhag’da, iki saat sonra Stockholm’dayım. Birger Jarlsgatan üzerindeki Scandic Hotel Anglais’e yerleşiyorum. Elime şehir haritasını alıp Gustav Adolf’s meydanına doğru yürüyorum. Burada istediğim kadar saçmalayabileceğimi biliyorum.

Aslında Stockholm kaçmak için yanlış seçim. Langholmen. Tutuklular adası. Dört tarafı yeşilliklerle kaplı, kaçmak imkansız. Ben de bir bara girip bir schnaps söylüyorum. Barmen, “Emin misiniz?” diyor. Benimle dalga mı geçiyor? Sandığından daha inatçıyım.

Gamla Stan’daki bir dükkanda Led Zeppelin tabları buluyorum 250 Krona, hemen alıyorum. Dönüşte kayboluyorum. Harita’da 25 numaralı yeri arıyorum. Ahlens mağazasının önünden geçerken indirim olduğunu görünce içeri girip güneş gözlüğü alıyorum.

Bir Fabergé sergisi var, meşhur mücevherci. Rembrandt, Rubens, Goya. İçimde bir sıkıntı var. National Museum’un tuvaletini girip on-onbeş dakika ağlıyorum. Renoir, Degas, Gaugin. Dönüp bir on dakika daha ağlıyorum. Öyle minör olduğunu düşündüğüm sorunlar yaşıyorum.

hidden meaning
greenwich meaning

Ankara’daki ilk senemde tanıştık, ama aramızdaki buzların kırılması bengü, alex, betül ve onunla gittiğimiz Crouching Tiger, Hidden Dragon filminden sonra oldu. Hatta hatırlıyorum, sinemadan sonra Anki’ye gidip bir şeyler yemiştik, Zeynep’in üzerinde beyaz, çiçekli bir hırka vardı. “Böyle bir hırka giyen biri kötü olamaz” diye düşünmüştüm… O sıralar Öveçler 2. Caddede kalıyordum, evlendikten sonra Zeynep’in bir sokak yanına, Büklüm’e taşındım ama daha az görüşebildik vakit yokluğundan diyeyim. Sonrasında zaten o da Betül’le birlikte İstanbul’a taşındı, Ankara’ya çeviri işleri için geldiğinde buluşabildik..

Onur’la evlendiler, nikahlarına çok istememe rağmen gidemedim, kısmet olmadı. O zamandan beri de yüz yüze görüşemedik, çok özlediğimi işte bir kez daha, sabah gazeteyi okurken fark ettim.

Eğer bir gün Eda’bi Mektuplar’ı hazırlayıp yayınlatabilirsem, bana sözü var, kapak olarak resmini kullanacağım. İnsanın tanıdığı, sevdiği birini anlatması neden bu kadar zor ve kısır oluyormuş!

filmler..

geçen hafta seyrettiğimiz filmler arasında iki tanesi kayda değerdi: Twelve Monkeys ile I am Sam. Bunları söyledikten sonra, bu noktada bir spoiler uyarısı yapmak isterim:

İlerleyen satırlarda Twelve Monkeys, I am Sam ve Saving Private Ryan filmleri hakkında ufak spoiler’lar bulunmaktadır, sonradan söylemedi demeyin!

eveet, uyarımızı da yaptıktan sonra gönül rahatlığı ile mesaja devam edebiliriz..
Twelve Monkeys’i bu, ikinci izleyişim oldu. İlk izleyişte fark etmediğim bir sürü detayı fark edince, bu ikinci izleyiş de keyifliydi. Film, aklıma Saving Private Ryan’ı getirdi zira, iki filmde de bir şaşırtmaca taktiği var: 12 monkeys’de filmin başından epey sonuna kadar bize söylenen şey şu: salgını 12 monkeys örgütü yaptı (“we did it!”) halbuki, hızla son on dakikaya girildiğinde kazın ayağının hiç de öyle olmadığı gözümüze sokuluyor, biz de dumur olmuş bir şekilde, ağzımızda olta ile çırpınıyoruz. Saving Private Ryan’da ise çok daha pis bir şaşırtmacaya maruz bırakılıyoruz: işte, filmin başında yaşlıca bir adam torun-torba mezarlığı ziyaret etmektedir, sonra an gelir dayanamaz, biraz sendeler, etrafındakiler koluna girer, amca kameraya bakar, gözler sabit kalır, yüz tom hanks’in yüzüne dönüşür. biz de kek gibi atlarız, bu amca tom hanks’miş diye.. ahh ahh! Twelve Monkeys’in gazıyla daha önce birkaç kere izlemeyi deneyip her seferinde yarıda bıraktığım La Jetée’yi de tamamlayabildim. oradaki kız da etkileyici idi, güzel idi, fransız idi 8). Twelve Monkeys’de sonda girdikleri sinemadaki hitchcock’lar arasında Jetée’dekine benzer bir sahne geçiyor – şu ağacın üzerindeki timeline meselesi..

brad pitt / 12 Monkeys

gelelim I am Sam’e (ya da şahan’ın masal saati formatında söylersek: “evveeet çocuhlarrr.. sıradaki filmimiz ben semim, ben semsem sem kimsin..). filmi seyretmeye DVD’lerin birine (Calendar Girls‘dü sanırım) koydukları fragmanını izlediğimizde karar vermiştik. Film güzeldi, Beatles bağlantıları da çok güzeldi, filmden sonra canım fena halde beatles çekti de, dinledim uzunca bir zamandan sonra. hatta ‘with a little help from my friends’i dinlemek istedim de, hiçbir cd’de bulamayınca, sgt. pepper’s lonely hearts club kasedimi aradım, onu da bulamayınca, yıllar yıllar evvel bengü’ye hazırladığım bir karışık beatles kasedi imdada yetişti. bir de filmin sonundaki evlatlık edinen annenin repliği çok tanıdık gelince, kramer vs. kramer‘e gittim hemen, o filmi de en son izleyeli herhalde bir 10 sene olmuştur. o filmin de son 20 dakikasını izledim, çok çok iyi oyunculuk….

i am sam / abbey road

Gelelim şimdiye: odamda oturuyorum, dışarıda epey yoğun bir şekilde kar yağıyor – sezonun ilk karı. Barış’la Sezen’in (ve 15 arkadaşın daha) yeterlilik sınavı var. Barış ilk sınav olan quantum’dan çıktı, Sezen’i bekliyoruz.. bunları yazarken Sezen de geldi, ikisinin de sınavı çok iyi geçmiş.

Şimdi yemek zamanı – yemekten sonra sırada istatistik var

satellite of love

Satellite of Love / Lou Reed

Satellite’s gone
up to the skies
Thing like that drive me
out of my mind

I watched it for a little while
I like to watch things on TV

Satellite of love
satellite of love
Satellite of love
satellite of

Satellite’s gone
way up to Mars
Soon it will be filled
with parking cars

I watch it for a little while
I love to watch things on TV

Satellite of love
satellite of love
Satellite of love
satellite of

I’ve been told that you’ve been bold
with Harry, Mark and John
Monday, Tuesday, Wednesday to Thursday
with Harry, Mark and John

Satellite’s gone
up to the skies
Thing like that drive me
out of my mind

I watched it for a little while
I love to watch things on TV

Satellite of love
satellite of love
Satellite of love
satellite of

Satellite of love
Satellite of love
Satellite of love
Satellite of love
Satellite of love
Satellite of love


bugün yorucu bir gündü (ama bitti). az evvel taktım bir güzel satellite of love dinledim, şimdi de sweet jane of velvet off! (Y’know that, women, never really faint / And that villains always blink their eyes, woo! 8) makale hala bitmedi. bu aralar eve dönüşlerde kitap okumak için laptop’ı değil de, parış’tan aldığım PDA’i (Sharp Zaurus SL-5500) kullanıyorum, güzel bir alet. Song of Susannah hala bitmedi — halbuki ne kadar da ince bir kitaptı.. saat 17.05, birazdan ev yoluna koyulacağım.. PDA ile ilgili güzel bir özellik, üzerine her türlü linux nanesini kurabilmeniz. yakında güzel bir apache server ile php çalıştıracağım. mysql bile kurulabiliyormuş.. biz C64 yıllarından geldik bayım, çok bize 64MB!

ilhan irem

gün gelip de, ilhan irem hakkında bir yazı yazacağıma inanamazdım ama işte şekil A.. 8)

bugün sabah kalktığımda / evden çıktığımda / okula gelirken tatsızdım biraz. kahvaltımı yapmak için arada sırada gittiğim, odtü çarşı’nın alt katındaki, özsüt’ün yanındaki mantı evi’ne girdim (zaten özsüt ile ortak işletilmekte). bazı sabahlar burada omlet yiyorum, yanına da portakal suyu, çay. omleti çok güzel oluyor. bir yandan kahvaltımı yapıyor, bir yandan da makale için dün çizdiğim akış diyagramını inceliyordum ki, arka planda çalmakta olan ilhan irem’i fark ettim. önce bilmediğim bir şarkı söyledi, ardından da -tabii ki- ‘hayır, ben değilim, ben olamam yanındaki.. hayır, ben değilim yanıbaşındaki, öylesine dopdoluyken bugün gözlerim, nasıl da gülmüşüm o resimdeki gibi..’ ilhan irem’e özel bir düşkünlüğüm yoktur ama tahminimce her insanda olduğu gibi, bende de güzel, buruk, naif duygular uyandırır.. sabahki burukluğum giderek geçti, hatta tabağımdaki domateslerin tadını beğenmemin sebebinin, domatesleri kesen bıçağın muhtemelen öncesinde sarmısak kesiminde de kullanıldığını ve bu yüzden domateslerin üzerine sarmısak tadı yerleşmesi olduğunu bile fark edebildim (çok cezmi ersöz gördüm kendimi 8).

neyse, demem odur ki, güzel bir kahvaltının ve arka planda giden bir ilhan irem şarkısının geçiremeyeceği burukluk yoktur.

haydar ergülen, geçen hafta güzel bir ilhan irem yazısı yazmıştı, onu da buradan okuyabilirsiniz..

yiğit özgür - ilhan irem

yüksek yüksek tepelere kule yapmasınlar..

dün gece wolves of calla da bitti sonunda. “Sonunda” yazınca, sanki kurtulduğuma sevinmişim gibi oldu ama doğrusu, bu kitaba diğer kitaplardan daha zor bir şekilde ısınmıştım. önyargılar meselesi. neyse, bir kere sarınca, gerisi hızla aktı gitti bitti.

arka planda tori amos’tan precious things gitmelerde, canlı bir versiyonu (to venus & back). introdan bir müddet sonra, artık şarkı bariz bir şekilde çalınmaya başladıktan yaklaşık bir dakika sonra o konser kayıtlarından çok iyi tanıdığımız bir çığlık yükseliyor, “a-ha, ben biliyorum bu şarkıyı” çığlığı. ben de tam bu noktada dumura uğruyorum: sevdiğin bir şarkıcının konserine gelmişsin, e güzelim senin şarkıyı daha ilk notada bilmen gerekir. dikkat edin, neredeyse bütün konser kayıtlarında bunu görebilirsiniz. bilinçli olarak albüme aktarırken seyirci sesini mi kaydırıyorlar acaba? 8) olmuyor, olmuyor, cık cık cık.. hande bir de kendine grumpy diyordu, görün bakın kim daha grumpy 8) bu arada, grumpy old men’de genellikle aynı açı ve aynı kıyafetler oluyor. tahminimce, bunları bir kerede konuşturmuşlar 2-3 gün boyunca, amcalar bütün içlerini boşaltmışlar, sonra o çekimlerden cut/copy/paste kardeşleri çağırmışlar.. 8) iki hafta kadar evvel, filmlerini pek bir sevdiğimiz Richard Curtis amcanın son filmi The Girl in the Café‘sini seyrettik, hem ne güzel, Bill Nighy de oynuyordu, onu da çok severiz, ederiz. Film beklentilerimize uygun olarak başladı, Bill Nighy nefis bir oyun çıkartıyordu da, film beklentilerimize 180 derecelik bir açı koyarak ilerledi, mesajlar verdi bize, dünya barışı, afrika’daki açlar, kardeşlik.. olmadı yani. evet, bildiniz, kötüyüz biss, değerlimisssiii pise verinssss!