yasemin!

Yasemin (Gürcan) geldi!

Haftalık cuma tenisinden sırılsıklam bir şekilde dönmüş, içim ısınsın diye çay içmek üzere çay odasına yönelmiş idim ki, İnanç, “Emre bir gelebilir misin?” diye sordu, “Hayırdır?” dedim, “Hayır, hayır..” diye cevap verdi ve odasına girdiğimde — YASEMİN ile karşılaştım!!! Kendisi geçen seneden beri Amerika’da. Çok özlemişim yahu! Yanda gördüğünüz resmini bulabilmek için benim arşivi karıştırıyordum ki, eski günleri buldum.. Ahh ahh! Hüseyin, Efe, Yasemin, Ayşe, Yasemin,.. koptuk gittik..

Ortaokuldan, liseden kimseyle görüşmüyorum.. Lisanstan Bera, Emir var ama onlar da lisanstan ziyade başka yerlerden sayılır; ne de olsa bir ömür geçti onlarla. Arkadaşlarımın büyük bir kısmı HiTNet zamanlarından, bir de evlilikle gelen “mimar” arkadaşlarım var, Levent, Hamiyet, Şibe, Almıla, Mehmet.. ODTÜ’deki dostluklar çok güzel, daha çok yaz arkadaşlıklarını anımsatıyor, ne zaman ne kadar olacağı kestirilemiyor… Barış, Efe, Hüseyin, Deniz, Yasemin, Ayşe, Selma, grubumuza yeni gelen Nazım… Gitmesek de görmesek de o dostluklar hep bizim dostluklarımız olarak kalıyor.. 8l (sururi lisanslı buruk gülümseme smiley’sidir)

yasemin 07.07.2004

Yasemin Gürcan / 20.04.2006

Potter bitti, enter Ged.. JK Rowling vs. Ursula LeGuin – II

Günaydın! Bugün bizde temizlik var, hem o yüzden, hem de Şakir Hoca mesaj atmış, sabahtan toplantıya çağırıyordu, okula erken geleyim dedim. Saatimi 8.00’e kurup da, 7.00’de kendiliğimden uyanınca da, “fırsat bu fırsattır” diye düşünüp, servisle geldim. Bu arada, dün gece gördüğüm rüyadan da bahsetmek isterim: Rüyam, doğal olarak Harry Potter evreniyle dirsek temasındaydı. Profesör Dumbledore gitmiş, bizler de onun odasında toplanmışız, kalabalık açıklama bekliyor. O sırada American Splendor’un (Film güzeldi ama nasıl ki Robert Crumb’ı size sevdirecek olan Fritz the Cat (ille filminin de olmasına gerek yok, hoş Crumb da zaten filminden nefret ediyormuş) ya da Crumb‘ın ta kendisi değil de, Ghost World ise, bu da hiç tanımadığım Pekar için öyleydi) ve Sideways’in (ki bu gerçekten çok sıkıcıydı) Paul Giamatti’si (ki kendisini ve The Lady in Water‘ı heyecanla bekliyoruz, Shyamalan’ın hastasıyız) kalabalığı sakinleştirmeye çalışıyordu ama ben bütün heyecan ve kederimle olayı onun için biraz daha komplike hale getiriyordum. O sırada, tavanın köşesindeki yazı dikkatimi çekti: I’m a sun already! Rüyamda, bu deyiş çok tanıdık geldi, nereden bildiğimi hatırlayamadım ama sonrasında aslında Latincesini ya da o tarz bir ölü dildeki karşılığını duymuşluğum olduğunun ayırdına vardım (rüyada bu tümce pa minerva! gibi bir şeydi, evet, ben de biliyorum Latincede böyle bir şey olmadığını, ayrıca gramatik açıdan I’m already a sun‘ın çok daha doğru durduğunu.. 8) sonrasında da uyandım, saat 7.00 idi, kalktım, giyindim, servise bindim, okula geldim. Yolda başta Nina Persson kulağıma fısıldıyordu, sonrasında yerini gene Imogen Heap’e bıraktı. Ayrıca A Wizard of the Earthsea‘ye de bu vesileyle başlamış oldum — sanırım o kitapları bütün aksi yöndeki hatırlamalarıma rağmen okumamışım çünkü okurken hiçbir şeyi hatırlamadım.

Gelelim dün gece bıraktığımız yere: Sevin Okyay, diyordum, ailecek sevdiğimiz bir zattır. Bana nedense sevgili Betül’ü hatırlatır her görüşümde. “Kapıyı çalıp da, ‘Merhaba, ben geldim de, bu gece sizde kalabilir miyim?’ diye sorarsa kabul edeceğimiz kişiler” listemizde yer alır (diğerlerinden bazıları: sigarasını balkonda içmeyi kabul ederse Deniz Özbey, Kanat Atkaya, Kanat Atkaya ile beraber gelmişse eğer Can Kozanoğlu, Fatih Özgüven (gelirken yanında Gece Gibi Geçiyorum‘u da getirsin lütfen, oradan “Arkadaşım Alışverişe Çıkan Beyefendi” pasajını almak istiyorum, kitabı bir türlü piyasada bulamadım da*) ortak karar olarak Lucy Liu, belki Woody Allen, Bengü’nün isteği ile Brad Pitt ve benim isteğim ile Gwyneth Paltrow — Miranda July gelse sanırım Bengü’nün korkusundan onu içeri alamam 8) Ayrıca, bu insanlardan eğer gelecek olan var ise, tercihen birkaç gün evvelinden haber verecek olurlarsa bizim açımızdan daha rahat olur. Sevin Okyay, 6. kitabın çıkışı vesilesiyle Radikal Kitap’ta çıkan bir yazısında Ursula LeGuin’in bırbır yaptığından dem vurmuştu. Dün, halihazırda Potter’dan Duny’ye geçiyorken, nette biraz arama yapıp, ilgili bırbırı buldum:

Her credit to JK Rowling for giving the “whole fantasy field a boost” is tinged with regret. “I didn’t feel she ripped me off, as some people did,” she says quietly, “though she could have been more gracious about her predecessors. My incredulity was at the critics who found the first book wonderfully original. She has many virtues, but originality isn’t one of them. That hurt.” Savoured by adults and children, the Earthsea quartet, including The Tombs of Atuan (1971), The Farthest Shore (1973) and Tehanu (1990), has never been out of print, and was augmented in 2001 by Tales from Earthsea and the novel The Other Wind.

Kaynak: Guardian, 17.12.2005

Teyzenin bir de, bir soru-cevap faslında söylediği bir şey var Potter ile ilgili, onu da alayım ama asıl ilginç olan Yerdeniz’deki şu isim meselesi. Aslında söylediği sonuçta o kadar ilginç değil, ilginç olan yine meselenin ta kendisi..

Q: Nicholas Lezard has written ‘Rowling can type, but Le Guin can write.’ What do you make of this comment in the light of the phenomenal success of the Potter books? I’d like to hear your opinion of JK Rowling’s writing style

UKL: I have no great opinion of it. When so many adult critics were carrying on about the “incredible originality” of the first Harry Potter book, I read it to find out what the fuss was about, and remained somewhat puzzled; it seemed a lively kid’s fantasy crossed with a “school novel”, good fare for its age group, but stylistically ordinary, imaginatively derivative, and ethically rather mean-spirited.

Q: Where did the idea of discovering ‘true names’ as a means to powerful magic come from? Do you know what fired you to include it in the Earthsea books as such a central theme?

UKL: It’s a very old idea in magic, all over the world. I read Lady Frazier’s Leaves from the Golden Bough as a kid, and probably met it there. Or almost anywhere. A writer, an artist whose medium is words, is likely to find the idea of magic as naming, words as power, a quite natural one.

Kaynak: Guardian, 9.2.2004

Sonrasında, Earthsea’nin filme çekilebilirliği ile ilgili birkaç şey daha söylüyor UKLG, bu muhabbetin, bir önceki yazıdan daha ilginç olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim (yani, sevgili okur, eğer bu sene Ursule LeGuin hakkında sadece bir yazı okuyacaksan, o da bir önceki değil, bu olsun! 8P 8)

Yerdeniz güzel başladı. Oylumlu Harry Potter’lardan sonra, insan 10 sayfada, nereden nereye geldiğini görünce şaşırmadan edemiyor doğrusu! Tabii, bir de işin edebi yanı var – şu cümlelerdeki ahenge bakar mısınız lütfen:

So he went on from word to word and from spell to spell with the witch till he was twelve years old and had learned from her a great part of what she knew: not much, but enough for the witchwife of a small village, and more than enough for a boy of twelve. She had taught him all her lore in herbals and healing, and all she knew of the crafts of finding, binding, mending, unsealing and revealing.

Bir de, son olarak Eco’nun “Yanlış Okumalar”ına taş çıkartacak bir sayfanın adresini vereyim: Aslına bakarsanız, komik olmaktan öte trajikomik. (Bu arada, yorumlara bakıp da, istatistik çıkartmaya çalışmayın sakın; sonuçta, o yorumlar sadece o blog’u yazan arkadaşın uygun gördüğü yorumlar..) Bir de uyarı – 6. kitabı bitirmeden bakmayınız, zira fena halde spoiler içermekte:
http://parsha.blogspot.com/2005/10/cracking-harry-potter-6-ha_113069507115543915.html


*(24 Mayıs 2006 itibarı ile güncelleme) Fatih Özgüven gelirse, hala bekleriz tabii ama kitabı getirmesine gerek kalmadı, Bayram Tekin sağolsun, Amerika’da iken kitapçıların altını üstüne getirip, bulmuş… Bir de, insan orijinalinden de okuyunca, Fatih Özgüven’in çevirisinin güzelliğini daha da iyi kavrıyor..

ne okusam?

geçen gün, son zamanlarda okuduğum kitaplardan dem vurmuştum. harry ile de bu seferki birlikteliğimiz sonlara yaklaştığından, “ne okusam” sorusu ufukta görünür olmuştu. dün, bizim servisteki kemik çerçeve gözlüklü bayanın okuduğu kitabı görünce, sıradaki kitabı (kitapları) bulmuş oldum: Ursula LeGuin hanımefendinin Yerdeniz çoklaması. 1998’di galiba, olaylı bir teknik geziye çıkmıştık bölüm tayfasıyla. O sıralarda yol arkadaşım olan bayan da yanında yolluk niyetiyle Yerdeniz Büyücüsü‘nü ve yanılmıyorsam, Atuan Mezarları‘nı da getirmişti. O gezide olan biten (hele de biten!) pek çok şeyin arasına, sevgili Ged ve saz arkadaşları da girivermişti bu şekilde. O olaylar silsilesinden yıllar sonra aklımda (en azından Yerdeniz ile ilgili olarak) kalan tek şey, gerçek adınızı gizlemeniz gerektiği, aksi takdirde, adınızı ele geçirenlerin size büyü yapabileceğidir. Tesadüf şudur ki, servisteki bayanın adını da öğrenmiş değilim. 8)

Hayao Miyazaki’nin oğlunun filmi (Gedo Senki) için Temmuz 2006 deniyor. Bakalım film gelmeden evvel Öteki Rüzgâr‘a ulaşabilecek miyim?..

Miyazaki / Gedo Senki

son dakika gelişmesi..

Evvvet efendim, bir son dakika gelişmesini sizlere duyuruyoruz (benim resimler hala makinede, daha eki ile löker’in resimleri de var..)

Resmi koyayım buraya, 20 dakika sonra tenis başlıyor (havam batsın), açıklamasını bilahare yapacağımdır. Ayrıca son dakika dediğime bakmayınız, Kraliçem Dee resmi dün şiftırtmış, ben daha yeni uyandım..

25 Mart 2006 cts bizde

must be dreaming..

Ey Sevgili Kari! Hiçbir nedeni olmaksızın, geçen isimleri kalınlaştırdım, çok sade, sade suya tirit görünüyordu, ondan mıdır acaba bu beyhude çabam, bilmem, bilemem.. resim bile koymuş idim halbuki! [Örnek için bkz: “(Yukardaki fotoğrafın yapılan gerçek iş ile çok fazla ilgisi yok, sadece bu gün gözüme çarpan hoş bir enstantane idi, kendisi bir türlü anlam veremediğim “yazılarımızda görsel materyal olsun ki okunurluğu artsın” konseptine binaen eklenmiştir. Herneyse.)” diyen MEren]

Bu günlerde fena halde Frou Frou‘ya takılmış durumdayım. 2002 tarihli -zaten tek bir albümleri var- Details albümü şu sıralar Cardigans’ın hükmünü kırıp, listebaşına yerleşmiş durumda. Imogen Heap‘i, dolayısıyla da Frou Frou’yu tanımam, Nokia’nın L’amour koleksiyonunun reklamında kullanılan o güzel şarkının kaynağını merakımla başladı. Bariz İskandinavyen(?) olan bu şarkı kimindir, neyin nesidir diye araştırırken (bu arada, bana kalırsa Sigur Ros ama bunun sebebi İzlanda’dan bir tek Sigur Ros’u bilmem (Björk müstesna) bir de Frankafon bir DJSayem’den de bahsediliyor) birileri şarkının Imogen Heap tarzına benzediğini yazmıştı, benim de merakımı celp etti. Sonuç – Imogen Heap’in solo olarak yaptığı iki albüm var: 1998 tarihli I Megaphone ve 2005 tarihli Speak For Yourself. Bu albümlerden ilki fena halde Tori Amos kokmakta, Details’den başımı kaldırıp, ikinci albümünü hakkıyla dinleyemedim açıkçası. On the other hand, 2002 yılında Imogen Heap ile Guy Sigsworth‘ün ortak projeleri olarak Frou Frou adıyla bir grup kurulur ve tek bir albüm çıkar: Details. Sonrasında grup mrup kalmaz. Hatta şimdi sitelerine baktım da, “biraz geç kalmadın mı ey sevgili dinleyici!” mealinde bir şeyler yazılmış. Ayrıca Garden State‘in soundtrack’inde de Let Go‘yu kullanmışlar, fark etmemiştim ama yakışır doğrusu!
Frou Frou / Imogen Heap

Böyle bir şeyler işte. Imogen Heap’de biraz Fanny Ardant havası var (hazır Fanny Ardant demişken, burada bir ahh! molası verelim izninizle: Ahhhh! Ahhh! Hele ki Truffaut’dan Vivement Dimenche!). Tatlıya benzer bir hanımkızımız. Tabii ki bilinemez ama sanki Zeynep, Betül ve Bera dinleseler çok beğenirler gibi geliyor. Frou Frou’dan Hande’ye bahsederken Dido‘nun daha genç ve enerjetik hali olarak bir tanımlamada bulunmuş idim — more or less.

Gelelim “kültür” işlerimize! Geçen hafta sinema açısından çoktandır olmadığımız kadar aktif idik Bengü hanımla. Şöyle bir liste koyalım buraya:

  • Wizard of Oz
  • Kiss Kiss Bang Bang
  • Squid and the Whale
  • Brokeback Mountain
  • Grizzly Man
  • Fun with Dick & Jane
  • Lord of War
  • Kiss Kiss Bang Bang ve The Squid and the Whale‘e özellikle dikkat! Biraz araştırınca ikisinin de aslında ortak bir noktası olduğu ortaya çıkıyor (İkisi de senarist geçmişe sahip yönetmenlerinin ilk filmi) ama bu o kadar da önemli değil kanımca. Kiss Kiss Bang Bang, Madonna’nın pop müzikte yaptığı şeyi, sinemaya uyguluyor. Biraz entelce bir saptama oldu ama ne yazık ki söylemenin daha güzel bir yolunu bulamadım. Yani, halihazırda mevcut bir janrı, bir adım (ama çok da öte değil) ileri taşıyor. Yönetmen ve senarist Shane Black, halihazırda Cehennem Silahı serilerinin, Geena Davis & Samuel M.F. Jackson dersem büyük ihtimalle hatırlayacağınız Long Kiss Goodbye’ın ve hele ki benim epey sevdiğim Last Boy Scout’ın senaristi. ‘Sert erkekler’ arasında geçen ikili muhabbetlerin mimarlarından, cool olmanın o kadar da önemli olmadığını ve asıl önemli olanın aksiyon kahramanlarının ille de iki boyutlu olmak zorunda olmadıklarını ispatlayan bir insan. Kiss Kiss Bang Bang’ın janrını Neo-Neo-Noir gibi atmasyon bir tamlamayla tanımlayabiliriz sanırım. Pulp Fiction’ın John Travolta’ya ettiğini dilerim bu film de Val Kilmer’a eder, fena halde hak ediyor zira (not: bu, iyi niyetli bir dilektir – her ne kadar beddua formatında yazılmış olsa da).

    Gelelim The Squid and the Whale‘e. Öncelikle, az evvel detay tararken baktım ki, bu film Noah Baumbach’ın yönettiği ilk film değilmiş. Wes Anderson‘ın filmlerine ayrıca bir hastalığım vardır. Sinemaya giderken, Noah Baumbach‘ın diğer Wes Anderson filmlerini de yazdığını sanıyordum, zaten filmi izlerken “Sanırım bu izlediğim Royal Tenenbaums‘un gerçek hikayesi” benzerinden düşünceler de geçmedi değil kafamdan. Lakin arkadaş sadece Life Aquatic with Steve Zissou‘yu yazmış. Laura Linney‘nin farkına ilk Love Actually‘de varmış idim, sonra, Truman Show‘u tekrar seyredişlerimden birinde “aaaa!” olmuşluğum vardır. Çok severim kendisini, nedense hep İngiliz olduğunu düşünürüm (5 Şubat 1964, New York, New York, USA) ama değildir, olmamıştır. Film çok güzeldi. Bir Wes Anderson filminde ya da Salinger‘ın bir hikayesinde (Glassgiller olur, diğerleri olur) karşılaşabileceğiniz tiplerdi ve bunun da ötesinde çok tanıdıklardı. Gene sinemaya giderken bildiğim, Noah Baumbach’ın bu filmde otobiyografik takıldığı idi — ben de ipse dixit kendilerini babayla özdeşleştirdim, sonradan öğrendim ki, meğer çocuklardan biriymiş. Neyse, sanırım, boşanmak pek iyi bir şey değil, o yüzden evde denemeyiniz, ama bilemem tabii ki. “Chris in the Morning” gibi diyecek olursak “I don’t know. All’s well that ends well if you ask me fellow listeners as Shakespeare would admit..” (Chris bildiğim kadarı ile böyle bir şey demedi ama bölüm kapanışı için uygun olur diye düşündüm 8). Northern Exposure (Kuzeyde Bir Yer) harika bir dizidir bu arada, vaktiyle kaçırdıysanız, hemen gidip bulun..

    Bilenler bilmeyenlere duyursun: Mayıs’ın başı gibi evimize yeni bir daimi sakin (aka Ece) beklediğimizden, evin bir odasını ona ayırdık, bu arada, seneye yurtdışı planlarımız da olduğundan kelli, hazır başladık, devam edelim dedik ve mevcut kitapların %70 civarını ıskartaya çıkarttık, önce evin bir köşesinde yığılı durdular, gelen arkadaşlara teklif ettik, onlar bir kısmını evlat edindiler, sonrasında da bir sahafa haber verdik, kalanların epey büyük bir bölümünü de o topladı, filan.. Bununla ilgili olarak, bir arkadaş bir arkadaşına bahsetmiş, o da bize geldi kitaplara bakmak için. Bakarkenki muhabbetimiz sırasında, bu arkadaşın varoluşçulukla ilgilenmeye başladığını öğrenince, naçizane tavsiyeler (ve böbürlenmelerde) bulundum. İşte, Sartre’ın şu kitabı iyidir, Camus’nun Düşüş’ü kanımca Yabancı’sından daha etkileyicidir, Iris Murdoch bir gün.., eninde sonunda marxism dalgasında Althusser’i bulacaksın, cak cak, cık cık.. Peki ben bunları söylerken, içeride hangi filmi izlemekteydim? Harry Potter ve Ateş Kadehi! Evvvet efendiler! Dahası sizlere film ile kitabı arasındaki farklılıkları da sayabilirim ve dahası 4. kitabın en iyisi olduğunu, 5. kitabın filmine gitmeseniz de olabileceğini, zira Polanski’nin Oliver Twist’inin herhalde daha başarılı olduğundan da bahsedebilirim. Son okuduğum kitap listesini de buraya yazayım da, bundan sonra ortalarda entel havalarda dolaşabilmemin önünü de kesmiş olayım hatta! 8)

  • Stephen King’in Dark Tower serisi 1-7 (ilk üç kitap tekrar)
  • Stephen King – Hearts In Atlantis
  • Stephen King – On Writing
  • Stephen King – The Stand
  • J.K. Rowling – Harry Potter and the Half-Blood Prince (hala okumaktayım)

    peki bu kitapları aşağılıyor muyum? Hayır! Özellikle de DT serisinin ve Hearts in Atlantis’in beni benden aldığını itiraf etmeliyim. Peki bu benim, halen çevirmek istediğim kitapların başında Robert Michels‘in “On Political Parties” kitabının geldiği gerçeğini değiştiriyor mu? Hayır hayır hayır! E peki nedir öyleyse bana olan? Neden çok istediğim halde, büyük bir hevesle aldığım Michel Butor’un Dereceler’i niye okunmadan durmakta? Neden Roland Barthes’lara veda ettim? Bunun cevabı sanırım artık sadece mutlu sonla biten filmleri tercih etmemle aynı. Sanırım..