Yeterlilik 2005-2006 Mayıs Hatırası
Başak Seçmen – Özge Amutkan – Ayşe Çağıl – Dilan Kaya – Rengin Peköz – Kadir Gökşen – Ayşe Seyhan – Elif Beklen – Feza Büyükşahin
tekrar et, bugün günlerden cuma…
Dün akşam Ece hep ağladı, öğrendiğimiz kadarıyla böyle ağlayışlara kolik deniyor. Belli bir sebebi yokken, günün belli saatlerinde başlayıveriyor. Gece boyunca da huzursuzluğu sürdü, annesini uyutmadı. Neyse ki kahvaltıdan sonra uyuyordu… Aklıma vaktiyle Öküz dergisine okuduğum Orhan Pamuk’un bir yazısı geldi. Adı aklımda “Rüya Ağladığında” olarak kalmış, Rüya, malûmunuz, Kara Kitap’ta bir karakter ve dahi Orhan Pamuk’un kızı. Neti aradım, bulamadım, “Rüya Ağladığında”yı “Rüya Ağlayınca” yaptım, gene bulamadım, en sonunda “Orhan Pamuk” rüya dedim, ve Epigraf bana selamını çaktı, baktım, sağolsun Ahmet Faruk Şengenç hem de taa 2002’de göndermiş..
Rüya Kederlenince / Orhan Pamuk
Biliyor musun canım, senin böyle kederli olman beni çok üzüyor. Sanıyorum gövdeme, ruhuma, nereyeyse işte, içime bir yere yerleştirilmiş bir içgüdü var: Seni kederli görünce ben de kederleniyorum. Sanki bir bilgisayar programı içimde şöyle diyor: RÜYAYI KEDERLİ GÖRÜNCE KEDERLEN BAKALIM SEN DE. Böylece ben de, hiç hesapta yokken, kederleniyorum birden bire. Oysa, günlük hayatın içinde ya buzdolabını karıştıracaktım şimdi, ya gazeteyi ya aklımı ya da saçlarımı. Dalmış gitmiştim hayatım, dur bir dakika bakayım, ben buna da bir karşılık bulayım, havalarına ki, a, bir baktım, Rüya, suratı bir karış asılmış, vücudu dertop olmuş, kendini divana atmış, yatmış, ne de mutsuz olmuş, yan gözle dünyaya ve onun dünya bakışına bakan babasına bakıyor. Bir elinde mavi tavşanı. Öteki eli mutsuz yüzüne olmuş yastık. Gene de yürüdüm mutfağa, karıştıra karıştıra aklımdaki buzdolabının çekmecelerini. Ne olabilir acaba? Karnı mı ağrıyor yoksa? Belki de hüznün tadını keşfediyordun Bırak kederlensin, kendi kokusu ve yalnızlığının içine girerek. Herkes mutluyken mutsuz olabilmeyi başarabilmek akıllı olmanın birinci şartıdır. Akıllı değil, zeki. Sanırdım eskiden. Borges’in: “Elbette, bütün gençler gibi ben de elimden geldiğince mutsuz olmaya çalışıyorum,” yolundaki sözlerini severim, iyi de, o bir “genç” değil, daha bir çocuk o. Sessizlik. Buzdolabını açtım, kocaman kıpkırmızı, dopdolu bir elma aldım ve hart, bütün gücümle ısırdım onu. Mutfaktan çıktım. Aynı şekilde yatıyor. Düşündüm. Yavaşça sokul ona. “Gel zar oynayalım” de, “Kutu nerede?” Kutuyu bulun, kapağını açarken birbirinize sorun: Sen hangi rengi alıyorsun diye. Ben yeşil. Ben de kırmızı o zaman. Sonra zarları at, kareleri say, onun kazanmasını sağla. Biraz arayı açıp keyiflenirse sevinçle diyecektir ki: “Aldım başımı gidiyorum.” Al başını git. Bütün oyunları kazan. Bazen ama, sinirleniyorum da, bir kere de ben kazanayım diyorum, bir kerecik olsun da kaybetmeyi de öğrensin artık bu kız. Olmuyor. Zarları fırlatıyor. Oyunu bozuyor. Bir köşede somurtup oturuyor. Yerden yüksek oynamayı önereyim. Masalardan sandalyelere, sandalyelerden koltuğa, divana, öbür masaya, kaloriferin kenarına basabilirsin. Yere de basabilirsin, ama ayağın yerdeyken yakalanırsan ebesin. Ama fazla sıçramaca. En iyisi koşturmak. Evin içinde, masaların etrafında, odadan odaya, sandalyelerin çevresinde, televizyon en son cinayetlerden, askeri darbelerden, isyanlardan, dolardan, borsadan ve güzellik yarışmalarından söz ederken, bakın bize, bakın nasıl da koşturuyoruz da hiç aldırmıyoruz size ve saçmalıklarınıza. Sehpaları devirip, lambaları düşürüyoruz, gazetelerin, kuponların ve kartondan şatoların üzerinden geçiyoruz, kan ter içinde, bağırarak, ama tam da ne diye bağırdığımızı bilemeyerek, çılgınca koşarken bazen elbiselerimizi çıkarıyoruz. Çikolata paketlerinin, boyama kitaplarının, kırık oyuncakların, su şişelerinin, eski gazetelerin, atılmış plastik torbaların, terliklerin, kutuların üzerinden ne kadar da hızla geçiyoruz biz bir bilseniz. Ama yapamadım bunu da. Bir kenarda oturdum ve uğultulu şehrin üzerinde sessizce biriken kir rengine baktım. Televizyon açıktı, ama sesi hiç mi hiç duyulmuyordu. Tıkırtısından anladım: Damda o huzursuz martılardan biri ağır ağır yürüyordu. Biz, ben oturarak, Rüya da yatarak, ikimiz hiç konuşmadan pencereden dışarı birlikte uzun uzun baktık da, o kederle, ben sevinçle bu dünyada olmak ne güzelmiş gene de anladık. |
Okuldayım, Barış’la benim odada takılıyoruz: O Halil Hoca’nın bilgisayarına WinXP kurmakla, ben de eski resimleri taramakla meşgulüz. Geçen hafta Bera ile Mustafa Ankara’ya bebek sevmeye gelmişlerdi, onların vesilesi ile eski resimleri saçtık ortaya, anılar da ikramiyesi oldu. Sonuçta dile kolay, 10 seneden fazla bir süredir arkadaşız. Mustafa’yı da, Bera’yı da iyi gördüm. Otel Paris’te (Muhtarevi) kaldılar, o Otel Paris ki, 1994 yılında Devrim ve Tolga ile gerçekleştirdiğim ilk Ankara seferimde kaldığımız oteldi…
Daha önceden de bahsetmiştim, bu blog vasıtasıyla yapmayı istediklerimin başında, dostlarımı anlattığım girişler yazmak geliyor. Ne zamandı tam hatırlamıyorum ama sanırım yılbaşına doğruydu, işte arkadaşlarıma tebrik mesajları, e-mailleri, telefonları vesaire yoluyla ulaşmaktaydım ki, elimde bir liste oluşuverdi. Bu liste, tabii ki, tüm arkadaşlarımı kapsamıyordu, bir ara bu listedeki insanları bana selam gönderebileceğiniz arkadaşlarım olarak tanımlama yoluna gittim zira liste, sık görüştüğüm, haberlerini aldığım arkadaşlarımı içeriyordu diyebiliriz. Bu noktada bir açıklama yapmak istiyorum; hatta açıklama değil de, bir alıntı yapayım (yazılmışı var 8) :
çetin bey, erdem karaadam, gürer bey, kemal bey… oh ne güzel insanlar bunlar, what a wonderful world it is kâbilinden. bugün benim yumuşak u (û), yumuşak a (â) kullanma günüm, kime ne zarar, dostum değil misiniz? (toprak olur, daş olurum, yoluna yoldaş olurum,
dilersen gardaş olurum – marak etme sen) komşum totoro’yu izlediğimden beri benim canım dobiğim löker için bir hikaye var aklımda, hem hikaye, hem anlatı babında, zamanında sururi / mustafa / serkan için yazdığım üç kısa yazı gibi(n) tıpkı ama hala yazamadım. ulan özlemekle ömür geçiyor – bu sağlıklı bir şey midir? değildir elbet. değildir ama bu da çok güzel, pek gözel bir uğraş. arkadaş, üzerinde ölen varsa arkadaştır, arkadaş, insanın doğduğu yer değil, doyduğu yerdir ve ak akçe kara gün içindir ve sakla samanı… gelir zamanı. aslında, sağlıksız olsa da, yine de güzel böyle bir özleme alışkanlığımızın olması, birbirimize sevgimizin hiç bitmemesi, görüştüğümüz anda pause’lu yaşamlarımızdan çıkıp, kaldığı yerden devam etmesi – kaldığı bir yer de yok aslında, sürekli bir ilişki yaşıyoruz birbirlerimizle, işte aralarda biz de switch ediyoruz o aralara, yoksa ilişkiye olan bir şey, o kesintisiz sektesi güzelce, devam ediyor. what is go(o)d in irish murdoch? işte this is… Vaktiyle (18 Mart 2003) HiTNet Düzyazı’ya salladığım bir mesajdan alıntı. Mesajın tamamını ve en büyük tutkularımdan olan Düzyazı’nın ne menem bir şey olduğunu bir nebze de olsa anlayabilmeniz için takipçi mesajlar silsilesine buradan erişebilirsiniz. |
Bu Pause’a Basılmış Arkadaşlıklar, farkına bile varmadan tadını çıkarttığımız bir olgu. Bakmayın siz IMS, e-mail vesaire sistemlere, hepsiyle yürekten bağlantımız var, zaman, mekan hikaye.
Liste, diyordum, işte o listeyi daha o zamanlardan bu bloga koyayım demiştim, hani olur a, beni tanımıyorsunuzdur ama o listeden birini tanıyorsunuzdur, işte o kadar şanslısınızdır, onu bilin diye. Hatta bir haksızlık olmasın diye, sayfanın her yüklenişinde bu isimleri rasgele bir şekilde sıralayacak basitçe bir kod da yazdım:
$refdosya=”dostlar.txt”;
$refarray=file($refdosya); shuffle($refarray); “; “; |
sizi kandırmıyorum yani, gerçekten böyle bir projem de vardı hani. Yalnız, GUBEN Blogger’ı kodarken, güvenlik sebebiyle, entry’ler üzerinden kod çalıştırmayı bloke ettim ve başından beri, özellikle herhangi bir kullanıcı gibi bu programı kullanmaya (gürer) özen gösterdim, o yüzden de bu kodu çalıştırmadım. Listeye gelince, tabii ki eksik bir liste. Bunu Ece’nin doğumunda daha da iyi kavradım (tekrar sağolunuz, varolunuz..). Listede olmayıp da her daim kalbimde olanlardan hemen aklıma gelenler -mesela- Mustafa Öztürk, Cengiz Günay var, Tolga Birkandan var, Hakan Elbasan, Koray Kara, Mehmet Batur ile arkadaşı Mustafa Güçlü var, okuldan bir dolu insan var, Betül Kadıoğlu var, Tekin Meriçli var. Hazır çenem iyice düşmüşken, bu konuda da bir şeyler söyleyeyim bari: Kendimle ilgili sevdiğim özellikler var, sevmediğim özellikler var (bittabii ki!). Sevmediğim özellikleri şimdilik bir kenara bırakalım ama kendimle ilgili takdir ettiğim şeylerin başında beni bir şeyin yokluğunun üzmesi yerine, bir şeyin varlığının sevindirmesi gelir. Açıklamak gerekirse, yılbaşında bir arkadaşım beni aradığında sevinirim, çünkü o arkadaşım beni aramak zorunda değildir, aramak zorunda olduğunu düşünüp de aradıysa zaten bir anlamı olmayacaktır bla bla bla… Arkadaşlarımla inşallah bu bakımdan benziyoruzdur diye umut ederekten alın size liste. İçlerinden tanıdıklarınız varsa benim selamımı iletiverin pls.. 8) Bu iş (liste çıkarmak) hiç o kadar kolay değil, sırf bu yüzden iki kere Oscar’ı, bir kere de Nobel’i reddetmek durumunda kaldım. Siz bir deneyin bakalım!
Alex Pamir
Almıla – Mehmet Kaya Ayşe Küçükarslan Bahadır Baytekin Barış Malcıoğlu Bayram Tekin Berk Özbozkurt Bora Örçal Cesim Dumlu Çetin Meriçli Deniz Çalışır Didem Kamoy Doğan Gegeoğlu Doruk Fişek Eda Utine Egemen Özcan Ekin Meroğlu Emre Apatay Emre Aziz Erdem Karaadam Gökhan San Gürer Özen Hamiyet – Levent Balcı Hande Tekin Hüseyin Oymak İdris Şahin Kemal Hadımlı Koray Löker Nazım Dugan Neslihan Taş Owen Miller Özlem İpek Rengin Peköz Sefa Aslan Selma Şenozan Yıldız Serkan Köseoğlu Serkan Polad Sezen Sekmen Suzan – Emir Gümrükçüoğlu Şibe Ertürk Tekin Meriçli Turan Birol Ulaş Apak Yağmur Akgün Yasemin – Efe Yazgan Yasemin Gürcan Zeynep Yanat – Onur Kırçal Ziya Kalay |
Bu kadar lafı niye ettim ben şimdi? Özetlemek gerekirse:
i. Bu blog tutma işine ilk elden heves edişimin sebeplerinden biri de arkadaşlarımı tek tek tanıtabilmekti.
ii. Hesapta kızımın Gürer Halasını tanıtıcı bir şeyler yazacaktım, yazmak zor olduğu için ağız kalabalığı yapıp, yine sıyırdım.
iii. Ben sıyırsam da siz sıyıramadınız Gürer Bey! Elimde takım elbiseli ve benimle çektirdiğiniz malum resimler var, kaçamazsınız! Keh keh keh!
Ece’nin gelişi nedeniyle almış olduğum iznim hala devam ediyor ama bugün evdeki temizlik sebebiyle yine de okula geldim. İznim normalde haftaya pazartesi bitmiş olacak ama bu hafta da bol bol geleceğim gibi görünüyor. Sebebi de 5. Linux ve Özgür Yazılım Şenliği nedeniyle başta kızımın Gürer Halası olmak üzere, pek çok arkadaşı bir arada görme fırsatımın doğuşu. Hem de bu sene Milli Kütüphane yerine ODTÜ’de yapılacak. Bu arkadaşlardan bir kısmını cts. günü evimizde ağırladık, ispatı alttaki resimdedir. Linux zibidileriyle hiç alakası olmayan pek sevgili Hande Hanım da, bir önceki blog girişinde yazdığımız üzere, taa İstanbul’lardan geldi güzel şehrimize. Emren’in gelmesi de günün sürprizi oldu!
Geçen hafta İTÜ’den Hakan’la (Elbasan), Koray’ım (Kara) aramışlardı tebrik için, eski günleri yâd ettik, hakikaten çok özlemişim yahu! Biri İzmir’de, diğeri de Çanakkale’de ikâmet ediyor. Ne çılgın günlerdi off off! Bera da bu çarşamba Türkiye’ye giriş yapıyormuş, büyük ihtimalle Mustafa (Mehmet Batur) ile gelecekler, Mustafa ile de nikâhtan beri görüşememiştik… Hem bu vesileyle, hem de Ece’nin gelişinden sonra almış olduğum tebrikler dolayısıyla, en kısa zamanda bir arkadaş tarihçesi vermek istiyorum, işte kim kimdir, nasıldır, neresinden yenir, vs.. Az evvel yazmaya ara verip, Mustafa’ya (Öztürk) bir mail salladım, “ne zamandır bir şey yazamıyorum, kabalık diye algılama” mealinde 8) Ah ah ah! Ece Hanım sayesinde Cengo ile de haberleştik. Arkadaşlıklarımın sevdiğim bir özelliği bu Pause tuşuna basılıp, sorunsuzca kalındığı yerden devam edilebilmesi..